Yaşar SÖKMENSÜER
BİRLİKTE yaşayıp-hatırlayıp, birlikte yazdığımız sözlü tarihimize baktıkça, Ankara’nın aslında küçük bir şehir ama dev bir kent olduğunu düşünüyorum.
(Şehir ve kent sözcüklerini ayrı anlamda, ayrı tınıda kullanıyorum. Yazılarımda bu “fark”a da değinmeye çalışacağım)
Ankara “küçük” bir şehir çünkü, hemen her hatıra benzer sokaklarda, aynı mekanlarda buluşuyor.
Ama siz yazdıkça yazı dizimizde selamlaşan anılar/hafıza mekanları, bugün “Başkent”te Kızılay’da merhabalaşan insanlardan daha fazla...
Sözlü tarihimiz, geçmişin sisli peleriniyle üzeri örtülmüş ama aslında hiç kaybolmamış insanların yeniden kavuşmasının, satırlarda buluşmasının da prömiyeri oluyor bir bakıma.
Bir ilk temsil, bu yönüyle...
Yayınevleri/kitabevleri de öyle ki herhal, bazılarının mottosudur aynı söz:
“Söz uçar yazı kalır”...
Ama ben bu “söz”e şüpheyle yaklaşıyorum epey-epeydir.
Volkan Konak’ın kulakları çınlasın; “Bu dünyadan fayda yok. Öteki de şüpheli” gibilerinden...
Çünkü söz de kalıyor artık dijital medyada, o sözü eveler-gevelerken kırpışan göz de.
Sözün, telefon-ortam dinlemelerinden kalan versiyonu da ibadullah, gırla ama, o ayrı mevzu.
* * *
Söz -bir zamanlar- uçtuğu için biz yazıyoruz madem... Hatta yazmak ne kelime gazetede aynı konuyu (yerel temcit pilavımızı) bazen farklı yönleriyle defalarca manşetten kaşıklıyor/kaşıklatıyoruz...
Ahmet Özeren yarım asırdır şiir yazıyor; 31 yıldır da ilhamı gönüllü olarak bakımını üslendiği Bademli Köyü Mezarlığı’ndaki mezartaşlarından alıyor.
Bakıyor mezar taşlarına, yazıyor.
Düşündüm de, tüm yazarı-çizeriyle çoğu kez Özeren ile aynı şeyi yapıyoruz gibi geldi bana.
Bakıyoruz, her gün medyaya yansıyan haberlere, o haberlerin ardından dikilen mezartaşlarına, yazıyoruz.
Haber mi olur, köşeyazısı mı...
* * *
İlkokulda Emek Mahallesi eski 67. Sokak 17 Numara’da otururken “deliliğe dair” ilk ünite konusu çıkmıştı önüme.
Sokağımızda çok ama çok yaşlı, her aldığı yaşın iki katı küçülen, sonunda kamburlanasa da sokağımızda gülümseyerek yürüyen melek gibi bir akrabamız vardı... İfakat Teyze...
“Uzaktan akraba” derlerdi, ama karşı apartmanın giriş katındaydı. Gitmesek de, kalmasak da orda bir akraba vardı, üstelik yakında...
Herhalde Alzheimer, o günlerde “ampul”den filan ibaret Keşifler-İcatlar ansiklopedimizde olmadığı için, onu biraz “delice” bulurduk. Ama siz önemsemeyin. O günlerde 40’ına basanı da yaşlı bulur, hemen “amca-teyze”yi yapıştırırdık zaten. (Hepsinin öcünü ziyadesiyle ve aynı yöntemle alıyor bizden, yeni kuşaklar)
* * *
İfakat isminin, “hastalıktan kurtulan, iyileşen” anlamına geldiğini öğrendim yıllar sonra... Şimdi düşünüyorum, aslında bizden iyiydi.
Neyse... İfakat teyzenin zamansız kaybettiği kocasında ve ilk oğlunda da ruhsal rahatsızlık varmış. (Onların zamanında Bakırköy’ün adı “tımarhane”ydi)
Ankete katılanların yüzde 70’i ortopedik engelli bir komşu istemiyor. Aynı yurttaşların hemen tümü (yüzde 98.9) engellilerin çalışmasını belirtiyor. Ama yüzde 80’i de engellilerin evden çalışmasına destek veriyor.
Şöyle özetlersek yanlış olmaz sanırım:
“Engelllilerin çalışması şart ama evlerinde oturup çalışsalar daha iyi olur. Ancak evleri de bizim apartmanda olmasın...”
Bununla da bitmiyor, ankete katılan her on kişiden altısı engelliler için ayrı okullar yapılmasını istiyor.
Kısa yoldan, “ayrı” apartman, “ayrı” iş, “ayrı” okuldan, ayrımcılığa...
Hani, “Ötekent” diye bir yer kursalar, -bizden- farklı olan herkesi oraya yerleştirseler.
Bunca yerel zihni fikir proje arasında, bu daha önce neden aklına gelmedi ki yöneticilerimizin?
SİVAS katliamını haber müdürüyken, Ankara’dan yaşadım.
Son ana, orası “yangın yeri”ne dönene kadar “Asker, polis otelin kapısında... Kalabalığı birazdan dağıtırlar...”, “Erdal İnönü, başbakan yardımcısı... Gelişmeleri yakından izliyor, büyümesine izin vermez...” gibi cümlelerin gezindiğini hatırlıyorum ortalıkta.
“Rehavet hali” değildi elbet, ama tehlikeyi Madımak Oteli’nin önünde, saatlerce göz önünde biriken kalabalıktan değil, sonrasından bekliyorduk sanki.
Kentten nasıl çıkacakları, çıkarılırken güvenliğin nasıl sağlanacağı kaygısı hakimdi daha çok.
Madımak’ta her şey göz önündeydi çünkü; valisi polisi, komutanı askeri, başbakan yardımcısı bakanı “naklen” izliyordu gelişmeleri.
Ötesi, katliamdan henüz iki yıl önce SHP milletvekili olan Arif Sağ da oteldekiler arasındaydı. Aziz Nesin ile birlikte herkes herkesi aradı, oradan telefonla... Acil yardım istedi.
Öldürülen insanları Sivas’a bizzat davet eden Vali de oradaydı, olaya anında müdahale edecek yetkileri de...
Ve kasdı-hevesi aşıp, mevzuata dökülen dönüştürme politikalarına getirmeye çalışmıştım meseleyi...
Bugün de hafta başında okuduğum bir haberdeki bir cümleye takılarak, “ekmek standartı” ile ilgili “müdahale paranoyamı” paylaşacağım, divanınıza uzanarak. (Divan, Irvin Yalom’un psikiyatri divanı elbet)
* * *
Konuyla uzaktan-yakından ne kadar ilgili(dir) bilemiyorum; çünkü paranoyamın kaynağı pazartesi günü Akşam Gazetesi’nde Türkan Yılmazer’in Sağlık köşesinde aktardığı haber.
Haberde şöyle deniliyor:
“Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Yönetmeliği” 1 Temmuz’dan itibaren yürürlüğü girecek.
Fırınlar zorunlu olarak ekmeklerin hem gramajını düşürecek, hem tuz oranını indirecek, hem de un tipini değiştirecek.
Yaşar SÖKMENSÜER
1 Nisan çoktan geçti ama, biz hekimiyle hakimiyle, bakanı başkanıyla şakacı milletiz.
Sağlık Bakanlığı yalanlasa, münferit bir olay olarak da bakılsa, gebelik testi sonucunun sadece anneye değil, eşe ve babaya da “cep mesaj” ile gönderilmesi uygulaması ayyuka çıktı mesela...
Genç bir kızın babasına yollamışlar mesajı:
“Tebrikler hamilelik testiniz pozitif çıktı...”
Ardından ikinci mesajı atarsın, “Ehe ehe 1 Nisan, 1 Nisan” filan dersin de, en fazlası eşek şakası olur.
Ama şaka değil 48 saattir fokurdayan bir haber bu.