Paylaş
“Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler.
Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtte kapanır, son tramvay on biri beş geçe kalkar.
Yarını yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır... Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat.
Ama bunun farkına varmayacaklar.”
Sartre’ın romanındaki “kent hayatı”, aradan geçen 76 yıla karşın akraba duruyor bize değil mi?
Mutluluğun, huzurun, bir şehri anlamlı, akla, çağa uygun yaşamanın epey uzakta kaldığı “hayat”, bize ne kadar yakın...
İnsan, karar mekanizmasına katıl(a)madığı süreçlere yabancı kalıyor belki.
İcraatların hep tepeden inmesine, kanunların -işlemeyen- gücüyle alay eder gibi, otoyolların, kavşakların, yapıların, kampusların yükselmesine, önce biraz kızıyor, sonra yabancılaşıp alışıyor bir nevi...
* * *
Dev demir kafesler bir anda dikiliyor, sonra ördüğü hırkanın yanlış iliklerini söken yorgun ihtiyarın vukufsuz sabrıyla sökülüyor ilmik ilmik, yok pahasına... Alışıyoruz.
Disneyland’di hülyamız, olmadı Tema Park yaparız. Dert değil!
Bir tane meydanımız kalmamış, adam gibi yaya bölgelerimiz, hatta kaldırımlarımız yokmuş, ne gam!
Yeşil ışıkta yaya geçidinden ürkek ürkek geçerken, klaksonuna elini kaynaklamış adam “Çekil, kırmızı da yansa geçerim” gibilerinden geliyor üstüme üstüme...
“Allah kahretsin” diyorum, ama yok beni kahretsin... Ediyor da bu yolla, belki.
* * *
Belki şehrin hızlı temposu, belki zamanı her gün benzer dilimlere bölen yaşama mesaisinin zımparası ufaltıyor, körleştiriyor bizi.
Belki de aradığımız -tanımlı /anlatımlı- bir şey olmadığı için, göremiyoruz.
Bir sokağın yok olması, yıkılan tarihi bir evin yerini dev, özensiz bir beton yığınının alması, bizden çok önce o sokağın sahibi olan çınarın hoyratça sökülmesi olağan yahut uzak geliyor bize.
Hatırasızlaştırıyor bu yaşam bizi.
Bazen de o eski hatıralara gömülüp, nostaljinin, geçmişin sisli labirentinde kaybediyoruz gelecek hayallerimizi.
O da başka buzlaşma, hep(si) eksik, flu hatıralarla...
* * *
İçimiz hep mi bungun, gözümüz ondan mı perdeli...
Bünyemiz zehire mi alıştı, öfke-nefret bombardımanlarından.
Pes mi ettik, pas mı tuttuk, uyuştu mu dilimiz, hep bir -iki, üç, beş- başına kalmaktan.
“Yazık oldu bize” mi demeliyiz, yoksa “Tüh, yazıklar olsun” mu kendimize.
Bu “bulantı” yarın da sürer...
Paylaş