Paylaş
Ancak dışlanmayı, en azından kınanmayı göze alarak doğruları söylemekle, yalana başvurup işin içinden sıyrılmanın o altlı üstlü “ben”lerle mücadelesi, derinlerde, o koyu, sisli içişlerinde cereyan eder.
İnsanın kendisi, benliği üzerinde “operasyonel” düşünmesi de riskli iştir elbet.
* * *
Bu mücadelede ilki (doğrular) lehine elde edilen zafer, yalnız, tek başına törensiz kutlanabilecek bir mertebedir çoğu kez. Aynaya bakıp, usulca şerefe…
Ötesi, öğrenme sürecimiz, kulağa küpe nasihatlerimiz, tecrübelerimiz, ikinci halden (yalandan) yanadır.
Ayrıca, yalanı bir toplumda, en azından bir süre (hatta bazen uzun süre) tedavülde tutmanın kolayca mümkün olduğunu biliyoruz.
Kiminde ödülünü de alıyoruz otoriteden, dar zamanlarda…
Yılan bana dokunmasın da, yalan az değsin… Evladır.
Doğru olmadığını bildiğimiz halde “o dilden” konuştuğumuz, bazı şeyleri tartışılmaz, kutsal ya da tabu saydığımız zamanlar, henüz anı olamayacak kadar taze.
Yüzleşmek bir yana göz göze gelemediğimiz/göz temasından bile kaçındığımız, dilimizin susup ellerimizin, parmaklarımızın sıkıntıyla –istem dışı- konuştuğu, siluetimizin kamburlaştığı, o haller…
O vahşi yalanlar, o rüsva koleksiyon tarih mi oldu hakikaten?
* * *
Türkiye’de “öteki” olma hallerinin, o “güvercin tedirginliğinin” sorgulanmasının, an azından düşünülmesinin miladı, çoğumuz için Hrant Dink’in öldürülmesi değil midir?
Cinsiyetçi dilden, sapına kadar erkek fıkralardan mahcubiyet duymaya başladıysak, miladı kaç yıla dayanıyor?
Neye kilit vurduk/vurdular, bunca yıl anahtarı nereye sakladılar…
“Yalancının mumu yatsıya kadar”sa, yatsı ne zaman.
* * *
Yalan, renkten renge evcilleşiyor, böylece aklanıyor, sıradanlaşıyor ve yayılıyor belki.
Kendi kültürünü, bakış açısını, dilini, hatta “vurgu”sunu da yaratıyor.
Öyle ki toplum gözünde dobralıkla, boşboğazlık arasındaki mesafe bile “doğru”nun aleyhine azalıyor.
TDK sözlüğünde“boşboğaz”ın karşısında, “saklanması gereken şeyleri söyleyiveren” yazıyorsa, saklanması gereken çok şeyleri olan bu coğrafyada, tarihte bu deyimin bile derin anlamı vardır.
O ünlü “Doğrucu Davut” nitelemesindeki potansiyel pişmanlığı, muhtemel ayıplanmayı, “öteki”liği hiç mi hissetmiyoruz?
Bu coğrafyada, “yalan”ın ya da en azından “doğruluğu çok tartışılır” düşüncelerin, bir çok insan, grup, hatta milyonlar için neredeyse önkabul haline dönüşmesi, tesadüf müdür?
* * *
Yazının sonunu, Nazım Hikmet’in o güzelim dizelerindeki “ayrılık” sözcüğünün yerine bir an “yalan”ı yerleştirerek getirmek istiyorum, affola:
“Yalan masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
yalan masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi yalan
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
yalan rahatlığındaydı senin
büyük korkundaydı…”
Paylaş