Paylaş
Okula geldiğimizde, farklı bir hava sezdik. Bahçede topladılar bizi, ama bu kez and içmek, ya da üzerine çocuk felci aşısı damlatılmış kesme şeker yemek için değil.
Okulumuz iki katlı, bodrumlu, müstakil bir “Bahçelievler evi”...
Müdürümüz Burhan Gönentür, “Siren çaldığında hızla bodruma ineceksiniz” deyip, ekledi:
“İkinci sirene kadar, orada bekleyeceksiniz”...
* * *
“Tatbikat” sözcüğünü orada öğrendim.
Sadece 10 Kasım’larda 1 dakikalık saygı duruşu vesilesiyle duyduğumuz, İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma sirenler çaldı.
Saygıyla ürperdik ve okulun bodrumuna doluştuk.
Sığınağımız orasıydı.
Yine mutluydum... Hatta keyfime diyecek yoktu.
Ders yapılmıyordu ve Nazlı yanımdaydı.
Kısacık saçları vardı...
Zaman geçti, büyüdük biraz.
Kıbrıs Harekatı. Ve Başkent’te hava bombardımanına karşı, karartma geceleri...
Babamla evin perdelerini, pencerelere iyice “rapt ettik”. Raptiye ile, dışarı ışık sızdırmayacak kavilikte...
Değil korku, neredeyse bir çocukluk hevesi vardı sanki, öyle hatırlıyorum. (İnsan, yaşının-yaşamının bir (d)evresinde, geçmişi hatırladığı gibi anlatma lüksünü elde ettiğini sanır)
Savaşı, kahramanlık destanlarıyla, zafer naralarıyla sinemada -alkış kıyamet- izlemiştik de...
Gerçeğini, akıttığı kanın, kavuran yangınının ölümcül rengini, siyah-beyaz ekranlarda pek görmemiştik, henüz.
* * *
Bazı evler, yaz sıcağında battaniyelerle örtmüşlerdi pencerelerini. Kalın kalın...
Soldurulmuş, zayıf sokak ışıklarının altında, aceleyle terk edilmiş bir kasaba görüntüsündeydi mahallemiz.
Sadece kediler görüyordu, herşeyi...
Bir de o yorgun alışkanlıkla devriye gezen mahalle bekçileri.
Işık sızdıran ev gördüklerinde, düdükleriyle -bir kısa, bir uzun- uyarıyorlardı.
* * *
Gece caddeden geçen arabaların farları, mavi hüzmeleriyle, bir avuç deniz manzarası yaratıyordu su birikintilerinde...
Defter-kitaplarımızın mavi kap kağıdı, farlara kamuflaj malzemesi olmuştu.(Her savaşta, çocuklara da bir pay düşer)
Olası hava saldırısına karşı, gökyüzü görünümlü, koyu, naylon mavilik...
B 24 ağır bombardıman uçaklarının, o yükseklikten maviye kör olduğu söyleniyordu
Durmadan bir şeyler söyleniyordu, ama "Bir Türk dünyaya bedel"di ya, ürkmüyorduk.
Hem koca savaşı (harekat da deniyor) başlatan parola, "Ayşe tatile çıksın" değil miydi... Ne şeker.
Üstelik "Koş Ali koş" Ali'nin attığı topu (pas mıydı acaba) her defasında tutan "Tut topu tut" Ayşe'yi, ilkokul okuma ünitesinden, özel hayatıyla tanıyorduk.
O yılların çocuk dergilerinin baş kahramanı Ayşegül'ün de keyfi kekaydı zaten. Ya tatilde, ya kampta, ya parkta...
* * *
Neyse... Artık evlerde “sığınak yeri mecburiyeti” yok, bildiğim kadarıyla.
Ama yurtta ve dünyada barış olduğu için değil...
Bilgisayar oyunundan farkı kalmayan savaş teknolojisi, öyle bodrum, ev tipi sığınak, filan tanımadığı için.
Ankara’da kimyasal, biyolojik, radyolojik, nükleer tatbikat da, ilk kez 6 yıl önce yapılmadı mı zaten.
Elbet yapılsın da...
O çapta bir savaş önlenemedikçe, tatbikatta tatbik edilecek tedbirler, son nefesini verirken getirilen kelime-i şehadetten pek farklı değildir, zannımca.
(Bu cümlemin espri olmadığının iyice anlaşılması beklentisiyle, yarın farklı bir örneği, bir başka pencereden dile getireceğim)
* * *
Ben, savunma-saldırı tatbikatlarının, sığınakların olmadığı bir dünyayı hala -kuvvetle- özleyebilecek demlerimdeyim.
Ama bunu görebilecek yaşta değilim.
Bu yıl da dünde kalan, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde umudunuz, hep “sığınaklı”, korunaklı olsun.
SAVAŞ BALTALARINI DERİNE GÖMMEK: Hürriyet Sosyal’de dün yayınlanan “Heykelle barışamadan, insanla nasıl barışırız” satırlarımın ardından, Suna Mutlu “Bunları anlayabilmek için önce kendimizle barışık olmamız gerekmez mi” katkısını yaptı. Gönülden katılarak, yüz yıllar öncesinden, Siyu kabilesi reisi Kara Geyik’in sözlerini aktarmak istiyorum:
“İki tür barış vardır. Birincisi, gerçek barıştır. İnsanın ruhunda, içindedir o... Diğeri onun aksidir. İnsanın ruhunda barış yoksa, başka insanlarla, ülkelerle de barışık olamaz.” Elbet ve önce, kendiyle de...
Paylaş