Paylaş
Okuduğum kitaplardan, böyle özetleyebiliyorum o anı...
Nagasaki’ye 69 yıl önce atılan atom bombasının derinlemesine etkilerini ise, Akira Kurosawa’nın “Ağustosta Rapsodi” filminde, seyrettim:
“O gün, kardeşimin saçları döküldü ve utanarak kendini odasına kilitledi.
Çıkmadı bir daha dışarı, önündeki kağıtlara hep o gözü çiziyordu.”
Sadece o “göz”ü... Karakalem...
* * *
Önce Hiroşima’ya atılan o bombanın ısısı, basıncıyla sadece Nagasaki’de, “o an” 75 bin insan öldü.
Etkileriyle, bir 70 bin insan daha...
Radyasyon tüm suları zehirlediği için, “o an”dan kurtulanlar, son günlerini içi-dışı kavruk bedenlerinde, ağır bir susuzluk içinde yaşadılar.
Son nefesini farklı yerlerde, anlarda verirken, on binlerce insanın son sözü aynı oldu:
“Su... Çok susadım...”
* * *
Bugün o bombanın düştüğü yerde, ölen 145 bin insanın anısına üzerinde “9 Ağustos 1945. 11.02” yazan mermer bir kaide var.
Ve ölenlerin torunları, çekilen o susuzluk nedeniyle, her ziyaret ettiklerinde o kaideyi bol suyla yuğuyorlar.
* * *
Filmde, o anıtı ziyaret eden torunlar eve dönünce ABD’nin “ne büyük düşman” olduğundan dem vuruyorlar, tabi.
Ama o günleri bizzat yaşayan büyükannenin sözleri, onları da (bizi de) şaşırtıyor:
“Amerika ile ilgili kötü duygularım çok uzun zaman önceydi.
Şimdi Amerika’yı ne seviyorum, ne nefret ediyorum.
Hepsi savaş yüzündendi.
Çok Japon öldü, çok Amerikalı da...
İnsanlar 'herşeyi', sadece savaşta, kazanmak için yapar.
Ve bu sınırsızlık, herkese zarar verir, yok eder...”
1 Eylül Dünya Barış Günü yine geçti, yine “dün”de kaldı...
Lakin savaşlar, kolay kolay dünde kalmıyor...
Çünkü barış için hayatını feda eden Martin Luther King hala haklı:
“Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik.
Ama bir arada, kardeşçe yaşama sanatını unuttuk.”
* * *
Savaş...
İster içeride, ister dışarıda olsun... İster insanın kendi içinde...
Yok ediyor...
İnsanları her türlü silahla doğrudan da öldürüyor.
Duygularını yok ederek, yerine nefreti yerleştirerek... Öyle de öldürüyor.
* * *
Biz de hasretiz, barışın her türlüsüne.
Çünkü “barış”ı, çözüm önerilerini, “nasıl”ını okusak da...
Çoğu kez savaşın (s)islediği gözlüğümüzle... Yahut o kasıp kavuran fırtına sırasında sükunetin olduğu yegane yerden, “fırtınanın gözü”nden okuyoruz.
Pürtelaş, şöyle bir göz atıyoruz, yazılana-çizilene...
Ve akıl-fikirlerimiz, Woody Allen’ın o ironik tespitine benziyor çoğu örnekte:
“Hızlı okuma kurslarına gittim. Savaş ve Barış’ı okudum. Olay Rusya’da geçiyordu galiba...”
* * *
“Savaş ve Barış”, çoğumuz için hala bir iç savaş, derinlerimizde... Barışı, savaşarak "teslim almak" istiyoruz.
Bu aynı zamanda, “içimizdeki iyi” ile “içimizdeki kötü”nün savaşı...
İç savaş ama, dışarıdaki savaşların ve "Savaş, hadi savaş" nidalarının bombardımanı altında.
Ve yok edici bombalar, önce vicdana nişan alıyor...
Ki vicdanlar, zaten yaralı...
* * *
Barışa, o aydınlık, o ortak limana ulaşacak filikaları, gemileri yakmaya çalışanlar hep var. Öyle ya da böyle... Olacak...
Bakıyorum, her fırsatta kundaklanan barış ağacına...
İzlediğim filmdeki o hazin cümle, anlamı örtülü kalan bir manşet gibi beliriyor belleğimde:
“Yanmış ağaçlar sonsuza dek kalır, çünkü çürümezler...”
Yanmış ağaçlar -bir ders gibi- kalırlar belki, ama asla filizlenen çözümün, barışın abidesi olamazlar.
NOT: Fırtına kelimesi Maya dilinde "huracan"dan geliyormuş. Anlamı da güncelleme gerektirmiyor: Kötü ruhların tanrısı...
Paylaş