Karşınızdakini kırmak istemezsiniz bazen.
İyi yüreklisinizdir, “Üzülmesin, hevesi kursağında kalmasın” dersiniz.
Bazen “Hayır”ınızın dışlanmaya, sevilmemeye, hatta çatışmaya gidebileceğini düşünürsünüz. Göze alamazsınız.
Ve o beş harfli kelime, bir türlü ulaşmaz dudağınıza...
* * *
Bu halin yaygınlığından olsa gerek, “Hayır demek medeniyettir, fazilettir” gibilerinden vecizeler türetilir.
“Hayır Deme Sanatı” kitapları endam eder, best seller köşelerinde...
Kişisel gelişim uzmanları,
Çünkü münazara, münakaşa gibi bereketli bir fikir tartışmasının değil, “iki karşıt takım”dan birinin “şampiyonluğu” üzerine kuruludur.
Ve şampiyonluk, galibiyet hırsı, “anlaşma-uzlaşma” denen o zemini çiğneyerek hedefine koşar.
* * *
Münazara illa bir zıtlık gerektirir.
İki karşıt takım birbirine zıt iki başlık seçer.
Yas geleneği, hem zamana, hem kültüre göre değişiklik gösteriyor.
Eski Türklerde babası ölünce tahta geçen padişah, atının kuyruğunu keser, baştan aşağı siyah giyermiş.
Elbiseyi ters giymek, saç kesmek, ağıt yakmak, hatta “ağıtçı” tutmak da var yas kültürümüzde...
* * *
Bugün de yasını farklı ifade edebiliyor insanlar.
Kimi ağıtla, kimi ölenin ardından alkışla, ardından yakılan mumlarla, kimi üç gün-üç gece yas yemeğiyle, kimi yas orucuyla...
Hepsi farklı, ama hepsi -saygıyla- anlaşılır. Hepsi acıyı sızdırır yüreğine...
Çocuğun beden diliyle, mimikleriyle, jestleriyle anlatmaya çalıştığı şey, “korku”, “ürkme” gibi bir şeydir sanki.
Ardından, anlatan çocuğu izleyen diğer çocukları görürüz.
Ve anlarız ki, anlatan da, izleyen çocuklar da sağır-dilsizdir. Yani sağır-dilsiz çocukların oynadığı bir tür sessiz film vardır karşımızda...
* * *
İzleyen çocuklar işaret diliyle anlatılan şeyi tanımlamaya çalışırlar; birisi yalnızlık der, diğeri hapsedilmek, bir başkası saklanmak der.
En son çocuk ise yüzünü yukarıdan aşağı tırmalar gibi bir hareket yaparak ve hareketine kulağa yabani gelen bir haykırışı-çığlığı ekleyerek anlatılan duyguyu tahmin etmeye çalışır:
“Hüzün mü?”
Bir şeyleri “beklemek”, insan hayatında hemen her zaman var olan ve farklı duygulara yol açan bir hâl.
Mutluluk bekler insan, aşkı, sevgiliyi bekler, izdivaç bekler, başarı, terfi, zam, tayin, atama, kadro bekler.
Hastadır, çaresizdir deva bekler, bir ilaç, bir çare...
Yeni yılı, seçimleri bekler.
Bir sürpriz, bir mucize bekler; bazen imkansızlığını bile bile...
Çünkü “beklemek”, vaadidir bilinmezlerle dolu hayatın.
Ödülü de olabilir bazen, beklemenin.
Farklıydılar ama hepsi bir yerinden savaşa, bir şey için can almaya ve/veya bir şey için can vermeye değiyordu.
Kiminde “zincirlere kıra kıra, kafalara vura vura” geliyorduk.
Kiminde gün doğunca uyanıp, siperlere dayanıyorduk.Karşı yakada da Moskova’ya dikilmeyi bekleyen “Türk’ün bayrağı”na bakıp bakıp Karadeniz çırpınıyordu zaten...
Her şey “marş”a, “slogan”a dönüşmüştü sanki.
Türküler, şarkılar bile önce “sol”a ya da “sağ”a mal oluyor... Sonra hep bir ağızdan marş niyetine seslendiriliyordu.
* * *
Öyle ki, 80’lere gelirken Beytepe’de Yıldız Amfi’nin yamacında mutat eylemlerde söylenen Drama Köprüsü’ne müdahale ediyordu uzatmalı çavuş:
Bu mevzuda siyasette aynı isimlerde buluşmak zordur ama, sanat dünyasında herkesin "yeri doldurulamaz" saydığı isimler var elbet.
On dokuz yıl önce 24 Eylül’de TRT İzmir stüdyosundan katıldığı programda hayata veda eden “Sanat Güneşi” Zeki Müren herhalde böylesi konsensüslerin başında gelir.
Sesiyle, tarzıyla, tonuyla, hatta diksiyonuyla “bir tane”dir hâlâ.
* * *
Eşcinselliğin, tribünlerde hakemlere haykırılan kelimeyle, sadece o “küfür”le anıldığı yıllarda sahnede, her yeri kaplayan afişlerinde lame süper mini eteği, makyajı, röflesi ile tam takım endam etmiştir de...
O yargının hışmına uğramamıştır pek.
Tamam “şakayla karışık” dokundurmalar, “Tren, öpsün seni Zeki Müren”ler, fıkralar gırla gitmiştir de, “farklı” cinselliği o dünyanın haylaz ama sevilen siması olmasını engellememiştir.
Kitap okurken, dizlerimin arasından kafasını uzatır sayfaları koklardı mesela. O kara burnu, nemli bir kitap ayracı gibi sayfaların arasında...
Merak vardı gözlerinde. Hatta duyularının her zerresinde, o iflah olmaz duygunun kıpırtılı heyecanı vardı.
Sahibinin ilgi duyduğu, getirdiği, eve, dolayısıyla onun (da) hayatına taşıdığı herşeye yönelik bir ilgi...
Çünkü o -kendince- benimle vardı.
* * *
O gülemiyordu. Gamzesi yoktu, ağız kıvrımı gülmeye tasarlanmamıştı çünkü...
Ama ben gülünce anlıyordu. Kuyruğunu sallıyordu keyifle.