Ama -duymaya- alıştı usul usul.
Erkek-kadın eşitliği filan zor da, ama tabi ki seviyordu onu.
Sık söylemese de bu kelimeyi, “Billahi” diyordu bazı özel günlerde.
Hem sevmese, 40 kere söyler olur, sever zaten.
Sevdiği için hayatında “ayrı” bir yere koydu onu.
Harem-selamlık gibiyse tutumu, biraz da bundan.
Ama hakkını da yemeyin, altın kafes yaptırmadı mı bülbülüne...
Bizim öyleydi en azından.
"Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de..." filan denir, yatılı misafir kıyametin büyüğü olarak görülebilir de...
Benim için hiç öyle değildi, çocukluğumda.
Üstelik çek-yat henüz icat edilmemiş olmasına rağmen...
Evin havası değişirdi birden.
Ortak oyunlar, sohbetler, kahkahalar kalmış hep aklımda.
Ve yatağımın konuğa verilmesiyle, benim yer yatağına -keyifle, mutlulukla- "terfi" etmem. Yer yatağı fedakarlık değil ayrıcalık gelirdi bana, farklı konumu/konforuyla...
Yatılı misafirler gittiğinde birden boşalırdı ev.
Kime kesilirse, o öder bedelini...
Ama Ankara'da öyle değil.
Başkan Melih Gökçek, yargının hemen her kararı/yaptırımında faturayı Ankaralı'ya çıkarıyor.
Son örnek ulaşım meselesi.
Yargı kararıyla Başkent'teki toplu taşıma ücretleri düşmesinin ardından Gökçek, anında karşılık verdi:
"Otobüslerin sefer sayıları azaltılacak.
Otobüs ve metro arasında yapılan transferler de pazartesi kaldırılacak..."
Yıllardır yazıp-çiziyoruz; Ankara'da zaten gece saatlerinde otobüs-metro yok.
Resimle, hatta sanatla ilgili hiç unutmadığım bu cümleyi kuran Cihat Burak, hayata veda ettiğinde İstanbul'daydım.
Tam 16 yıl olmuş ama bugün gibi hatırlarım.
Cuma günüydü, Hürriyet'teydim...
Ve İstanbul, Ankara Mart'ının aksine, güneşli ve ılık, erken bir bahar günü armağan etmişti bana.
Nüfus kütüğüm İstanbul'dadır hala.
Bir buçuk-iki yıl kalmışlığım da vardır, yirmili yaşların son çeyreğinde.
Ama her gidişimde yeniden sevdalanırım İstanbul'a, sanki ilk kez görüyormuşum gibi...
Belki de İstanbul hala, küçük bir çocuğun oyunu gibi benim için.
Her haftasonu olduğu gibi yine kalabalık Kızılay.
Birden Michael Jackson'ın "Beat It" şarkısı duyuluyor Karanfil Sokak'ta.
Dört genç gelip geçen, akan insan selinin ortasında aniden duruyor.
Ve müzik eşliğinde hep birlikte Jackson'ın anısına dans etmeye başlıyorlar.
Hemen ardından sokak dansçılarının sayısı 50'ye çıkıyor.
Kalabalığın şaşkın bakışları arasında, büyük bir uyumla hep birlikte dans ediyorlar.
Bir anda iklimi değişiyor Karanfil Sokak'ın.
Asık suratlı, düşünceli ya da nötr bir yüz ifadesiyle gideceği yere koşturan kalabalığın da değişiyor iklimi.
O geceye katılamadım ama aynı gün Taraf Gazetesi’nin “Telesiyej” sayfasındaki bir yazıyı okurken, gece-gündüz çabalayan gönüllülerin kulaklarını çınlattım, içimden.
“Magazin dünyası”ndan ayrı/farklı durduğu için ismini kullanmadığını düşündüğüm Telesiyej yazarı, şu satırlara yer vermiş köşesinde:
“Bir insanı değerlendirmek için uygulanacak altın ölçü, onun doğaya ve sokak hayvanlarına yaklaşımını izlemektir bence.
Zalimlikten uzak yaşamak, her şeyden önce insan karşısındaki savunmasız hayvanların özgürlüğüne ve eşitliğine saygı duymakla başlar bana göre.