Yalçın Doğan

Bu fotoğraf Bush’a armağan

6 Kasım 2007
TEK bir fotoğraf her şeyi anlatıyor.<br><br>Başbakan Erdoğan’ın yerinde olsaydım, uzun uzun teori ve pratiğe girmeden, Bush’un masasına o fotoğrafı bırakırdım. Bir yanda Kuzey Irak İstihbarat Şefi, yanında Barzani’nin İçişleri Bakanı, bir yanda DTP milletvekilleri, öte yanda da Amerikalı askerler.

PKK, Dağlıca saldırısında kaçırdığı sekiz askeri önceki gün Dohuk’ta serbest bırakıyor. Apo posterli masada imzalar atılıyor. Fotoğraf, bu kişilerle birlikte, o anı tespit ediyor.

TERÖR KOALİSYONU

Askerlerin teslim fotoğrafı, ama onun çok ötesinde, terörün kimler tarafından desteklendiğini tüm çıplaklığı ile anlatan fotoğraf.

Irak merkezi hükümeti günlerdir açıklama yapıyor: "PKK dağda, biz onları nerede bulacağız da, Türkiye’ye teslim edeceğiz" diyor. Hiç utanmadan.

Barzani’de aynı nakarat, "Biz PKK’nın nerede olduğunu bilmiyoruz" diyor, hiç utanmadan. Barzani PKK’nın nerede olduğunu bilmiyor, ama onun istihbarat şefi, ayrıca içişleri bakanı, teslim töreninde hazır bulunuyor.

Fotoğrafı teslimin yapıldığı Amerikan askerleri tamamlıyor. Hayır, onlar kareye girmiyor, ama teslimin, nerede yapılacağını biliyor.

Öyle bir fotoğraf ki, terör koalisyonu. Bütün dünyaya dağıtılması gereken bir fotoğraf.

PKK ile ortaklıkta Bush’u, Barzani’yi, Talabani’yi suçüstü yakalıyor.

AB’den DTP’ye mesafe

BİR süre önce, Avrupa Parlamentosu Türkiye raporunu tartışıyor.

AB Genişlemeden Sorumlu Komseri Oli Rehn PKK saldırıları üzerine, "Türkiye güvenliğini savunma hakkına sahiptir" diyerek, PKK’ya karşı Batı’nın ilk çıkışlarından birini yapıyor.

Aynı toplantıda çeşitli ülkelerin parlamenterleri DTP’nin rolü üzerinde duruyor. Çok çarpıcı bir gelişme yaşanıyor, uzun süredir DTP ile aralarına mesafe koydukları imajını sergileyen Avrupalı parlamenterler, belki de ilk kez, resmi bir toplantıda bunu söze döküyor. Hatta Kıbrıslı Rum parlamenter dalgasını bile geçiyor:

"DTP, PKK’nın terör örgütü olduğunu söylesin, onları Sakharov ödülüne aday gösterelim".

Bugün AB bekleniyor

AB’nin Türkiye İlerleme Raporu bugün açıklanıyor.

Daha önce ortaya çıkan taslak raporda, AB 367 kararı nedeniyle, Anayasa Mahkemesi’ni etki altında kalmakla eleştiriyor. Üzerinde yıllardır durduğu, yüzde 10 barajının, her görüşün TBMM’de artık temsil edildiğini belirterek, çok da öneli olmadığını vurguluyor. AKP’yi, AB kararlılığı nedeniyle övüyor.

Herkesin beklediği PKK terörüne vurgu, bölgenin ekonomik refahını engellemek gibi sıradan bir görüşle, geçiştiriliyor.

Ancak, bugün raporun kendisinde olmasa bile, strateji belgesinde yer alacağı belirtilen bir nokta var. Lafı gevelemeden, PKK terörüne doğrudan karşı çıkma.

Türkiye, AB raporunda asıl bunu bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Bruce’u dinliyorum her gün ölüm haberleri eşliğinde

4 Kasım 2007
Kimsenin oralı olduğu yok. Herkes şimdi Bruce’un iki şarkısını birlikte dinliyor. Bir rock şarkıcısı ülkesinde başkaldırıyor. Peşinde milyonlarca Amerikalı, Asyalı, Afrikalı, Avrupalı. Bruce’u dinliyorum, her gün ölüm haberleri eşliğinde. "Amerikan Korkusu" ve "Bu artık bizim ülkemiz değil".

Bardağı taşıran, okuduğu son haber. Sahneye o hızla çıkıyor. Kendi bestesi "Amerika’da doğmak" şarkısından, Amerika’da doğmanın mutluluğundan aynı hızla uzaklaşıyor. Aynı hızla, "Bu artık bizim ülkemiz değil" şarkısını besteliyor. Amerika’nın geldiği dramı vurgulamak üzere.

Bruce Springsteen, daha 7 yaşında, Rock Kralı Elvis Presley’i izlerken, kararını veriyor. Çare yok, o da Elvis gibi rock şarkıcısı olacak. O da dünyayı sarsacak. 13 yaşında ilk gitarına kavuştuğunda, gitarının telleri sokaklardaki protesto müziğiyle buluşuyor: Amerika’daki Vietnam ayaklanması.

Castiles, onun 16 yaşındaki ilk orkestrası. Dönemin ilk ve tek zenci müzik grubu. Kendisi zenci değil, ama ruhundaki başkaldırı savaş karşıtlığıyla ve zencilerin hak isteme protestolarıyla buluşuyor.

"It’s gonna be a long walk home" bestesiyle, eve gidişin uzun bir yol olduğunu, genç yaşta fark ediyor. Evin, yani ülkenin kendi insanına kucak açması gereken özlemini anlatırken.

OTOBÜS ŞOFÖRÜNÜN OĞLU

Günlük yevmiyeyle çalışan babası, bir otobüs şoförü. Amerikan orta sınıfını çok iyi anlamasını, her konuya sınıfsal açıdan bakmasını, belki de bu otobüs şoförünün oğlu olmasına borçlu. Dünyanın her yerinde ramp ışıkları onu aydınlatırken, alkışlar çılgınca ona tempo tutarken, o borcuna hiçbir zaman ihanet etmiyor.

İşte, şu anda New Jersey’deki Asbury Park’ta sahneye çıkarken, Amerikan halkına borcunu bir kez daha ödüyor. "Bu artık bizim ülkemiz değil."

Okuduğu son haber, Amerika’nın İran’a saldırma hazırlıklarıyla ilgili. Habere göre, Beyaz Saray’ın son keşfi, "İran 125 bin terörist yetiştiriyor, o zaman İran’a saldırmak gerek".

Tüm dünya gibi, Springsteen’in de, Irak Savaşı zaten burasına gelmiş, bunun üstüne şimdi bir de İran’a saldırı planları.

Geride bıraktığı 250’ye yakın bestesi var. 15 Grammy ve bir de Oscar ödülü kazandı. Sol kulağında üç, sağda tek küpesi, 58 yaşındaki Springsteen sahneye çıktığında, son bestelerinden biriyle tok bir vuruş yapıyor. "The wise men were all fools" şarkısıyla, akıllı geçinen adamların sersemliğini onların yüzüne çarpıyor. Kendi halkına, duyduklarına ve gördüklerine inanma, diye haykırıyor.

YÖNÜMÜZÜ KAYBETMİŞ DURUMDAYIZ

Amerikan rüyası artık çok geride. Amerikan idealleri, insan hakları bildirgeleri anlamında. Onun yerini, işkenceler, yalanlar, telefon dinlemeleri alıyor. Günümüzün McCarthy soysuzluğu. Bruce protestosunu bu şarkılarla seslendiriyor.

"American fear", Amerikan korkusunu dile getirirken, podyum artık yerinden duramaz hale geliyor. Korku, Amerika’yı saran yeni dalga.

Asbury Park’ta iki hafta önce verdiği konser müthiş yankı uyandırıyor. En büyük Amerikan gazeteleri, en çok izlenen TV programları Bruce’un konserini yayınlıyor. Onunla röportajlar birbirini izliyor.

Gelecek yıl başkanlık seçimi yaklaşırken, başkan adayları bu fırsatı kaçırmıyor. Demokrat aday adaylarından Barack Obama, Bruce konserinden hareketle, "Yönümüzü kaybetmiş durumdayız" derken, Başkan Bush’un Cumhuriyetçi Partisi’nden başkanlık aday adayı Fred Thompson, "Tarihte her ülke zaman zaman güneş batımı yaşayabilir" sözüyle, Bush’un suçlarını örtme çabasında.

Kimsenin oralı olduğu yok. Herkes şimdi Bruce’un iki şarkısını birlikte dinliyor. "Amerikan Korkusu" ve "Bu artık bizim ülkemiz değil".

Bir rock şarkıcısı ülkesinde başkaldırıyor. Peşinde milyonlarca Amerikalı, Asyalı, Afrikalı, Avrupalı.

Bruce’u dinliyorum, her gün ölüm haberleri eşliğinde.
Yazının Devamını Oku

1918’den 2007’ye bataklık aynı

3 Kasım 2007
16 Kasım 1918. İngiliz askerleriyle birlikte Musul’a giren İngiliz Yüksek Komiseri Wilson: "İş sıkı tutulduğu takdirde, himayemiz altında, kuzey sınırı Van Gölü’ne kadar uzanacak bir Kürt Devletinin kurulması zor olmayacaktır."

13 Mart 1919. İngiltere ile Fransa arasında imzalanan Long-Berenger anlaşmasıyla birlikte, Fransa Irak petrollerinin yüzde 25’ini elde ediyor. Anlaşma sonrasında yapılan açıklamada:

"Sıra, Orta Doğuya dönük harita değişikliğindedir. Bu değişiklikte esas, Kürt Devleti kurulmasıdır."

23 Ocak 1923. Musul’u ve petrolü birbirinden ayırmayan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Lozan’da, Türkiye, Musul’un Milli Misak sınırları içinde olmasını savunduğunda:

"İnadından vazgeçmezse, ister ayaklanma, ister kan dökülmesi, isterse patlak verecek her türlü güçlük olsun, bundan Türkiye sorumlu olacaktır."

Lord Curzon
sözünde duruyor!.. İki yıl sonra Nesturi ve Şeyh Sait isyanları patlıyor. İsyanlar üzerine, TBMM devreye giriyor:

"Bu Mecliste Türklerin olduğu kadar, Kürtlerin de meşru temsilcileri vardır. Kürtler, Türkiye’den ayrılmak gibi bir düşünceye sahip değildir."

Tarih, bugün gibi.

Bu görüşmelerin bir bölümü de, Türkiye-Irak sınırının çizilmesi çerçevesinde. Sınır çizilirken, asıl sorun Musul. Tartışma hep o yönde. (Doç. Dr. Mesut Aydın, Türkiye Ve Irak Hududu Meselesi, ASAM Yayınları).

Sonra bugünkü sınırı Letonyalı bir general çiziyor. Yıl 1926.

İSYANDA TANIDIK İSİM

Bugün PKK, Kuzey Irak ve terör olaylarında günümüze kilitleniyoruz. Kilitlenme bize tarihi unutturuyor. Oysa, şimdi biraz tarihi anımsamak zamanı.

Şeyh Sait ile Barzani Ailesi Nakşibendi tarikatının Halidiye kolundan. Kürt olmanın yanı sıra, bu tarikat bağlantısı var. Ayrıca, ekonomik ve sosyal yapı olarak, ikisi de, aşiret.

Molla Mustafa Barzani
1925’te Şeyh Sait isyanını destekliyor. 2007’de ise, onun oğlu Mesut Barzani PKK terörüne destek veriyor.

Molla Mustafa Barzani 1927 Şemdinli, 1930 Ağrı isyanlarına da destek verenler arasında.

26 EYLÜL 1966

Tarihte dolaşarak, bugünü daha rahat okumak mümkün. 26 Eylül 1966 tarihli bizim gazetelerin manşetleri aynı haberi veriyor:

"Avrupa TV ve gazeteleri, Türkiye’yi içine alan Kürdistan haritaları yayınlıyor. Haritaları doğrulayan Molla Mustafa Barzani, İkinci Hedefimiz Türkiye’dir, dedi".

Günümüze kilitlenerek, biz daha neyi tartışıyoruz?

BİRKAÇ SORU

Tarihte dolaşırken, günümüze yaklaşıyorum. Günümüzde ortaya bazı sorular çıkıyor.

1- Talabani ile Barzani’ye pasaport verilmesinin yanı sıra, örneğin, PKK’nın Med TV’sine alternatif olsun diye, Türkiye geçmişte Barzani’ye ait bir TV kanalını destekliyor mu? Yani, geçmişte bazı politik hatalarımız var mı?

2- Türkiye’de kendini Barzani’ye yakın hisseden kuruluşlar var mı? Araştırmak gerek.

3- Türkiye’de kendini Barzani’ye yakın hisseden şirketler var mı? Araştırmak gerek.

4- Meclis araştırma komisyonlarına da yansıyan, Anadolu’da Barzani adına bazı düğünlerde altın takmak adeti hálá devam ediyor mu?

Kuzey Irak’ta Erbil kentinin girişinde bir anıt var. Dört el, yukarda birleşmek istiyor, ama bir türlü birleşemiyor. Dört ülkede, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtlerin birleşme isteğini vurgulamak üzere.

Barzani, yakınlarına sık sık bu anıtı gösteriyor. Kurulmasını tarihte olduğu gibi, bugün de destekleyen ülkelerin Büyük Kürdistan simgesi.

PKK, Kızıl Tugaylar ya da Baader Meinhof benzeri, sıradan bir terör örgütü değil. Yaptığı terör de, onun için, onların terörüne benzemiyor.

Tarih bugünler için gerekli. Önlemler de, ona göre.
Yazının Devamını Oku

Erdal Bey, siz bir şarkısınız unutulmayacak

2 Kasım 2007
GÖRÜŞMELERİMİZDEN birinde, o sırada Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı. MGK toplantısından geliyor. Başbakanlıkta odasına giriyorum. Tuhaf, alışılmadık biçimde farklı. Her zamanki gibi, gülümsemeye çalışıyor ama, pek öyle değil. "Ne oldu" diye sorduğumda, "MGK’lar sonrasında böyle oluyorum" diyor. 90’lı yılların ilk yarısı, terörün yine azgın dönemi.

Uzun süren hastalık sonrasında, Erdal Bey aramızdan ayrılıyor. "Sayın İnönü" değil, Erdal Bey. Çevresi ona hep böyle hitap ediyor. Onun mütevazı kişiliğinin yansıması. Dikkatli bir içtenlik, özenli bir yakınlaşma.

Dün gazetelere bakıyorum. "Baki kalan kubbede hoş bir sada" bırakması, ön planda. Zekası, esprileri, hoşgörüsü, nezaketi, bilim adamlığı, politik olmayan politikacı kimliği.

Oysa, Erdal İnönü’nün en büyük özelliği demokrat kimliği ve birleştirici yeteneği.

SOLU BİRLEŞTİRDİ

12 Eylül karanlığı. 1983’te askeri darbe sonrasında seçim var. Sol paramparça. Her evde bir parti kuruluyor.

Hiçbir siyasal deneyi olmayan Erdal Bey geliyor ve SODEP’i kuruyor. Gerçi, askeri yönetim SODEP’in seçimlere girmesine izin vermiyor ama, solun temelini yeniden atıyor. Ona duyulan güvenin ürünü.

1987’de referandum. Eski siyasilerin yasakları kalksın mı, kalkmasın mı? Eski siyasiler, Erdal Bey’in gelecekteki rakipleri. Yasakların kalkması, onun aleyhine. Hiç tereddüt etmiyor, yasakların kalkması için, il il dolaşıyor.

12 Eylül darbesi, bütün partileri kapatıyor. DYP-SHP koalisyonunda Başbakan Yardımcısı iken, 1992’de çıkardığı yasa ile, partilerin yeniden açılmasını sağlıyor. CHP’nin yeniden açılması, onun çabası.

SHP’nin başında olmasına rağmen, "solda birleşme CHP’de olmalıdır" diyerek, CHP-SHP birleşmesine ön ayak oluyor. O sırada SHP’nin başında Murat Karayalçın var. Birleşme CHP’de oluyor. Erdal Bey ertesi gün bir kutu çikolata ile Karayalçın’ı ziyarete gidiyor, "sizi üzdüğümü biliyorum, ama doğrusu CHP’de birleşmekti".

CHP’DEN İSTİFA

Demirel
’in Cumhurbaşkanlığına seçilmesinde en büyük rol onun. Demirel seçiliyor, Erdal Bey de aktif politikadan ayrılıyor, "bir şarkısın sen" kucaklaşmaları eşliğinde.

Yeniden açtırdığı CHP ve Genel Başkanı Deniz Baykal iyi gitmiyor. Parti içinde hukuk dışı uygulamalar ve başarısızlık birbirini izliyor. Baykal’ı uyarmak için, Altan Öymen, Hikmet Çetin, Cezmi Kartay ve Murat Karayalçın ile birlikte, Baykal’a ortak mektup yazıyor. CHP ve SHP eski genel başkaları olarak.

Baykal oralı olmuyor. CHP’yi yeniden açtıran, solu on üç yıl aradan sonra (1978-91) iktidara taşıyan, solu CHP’de birleştiren Erdal Bey 2001 Mart’ında CHP’den istifa ediyor.

Türkiye’de kendi iradesiyle genel başkanlığı bırakan tek lider Erdal Bey
’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Bütün Türkiye ile birlikte.

En çok Baykal’dan çekti

1991 seçimlerinde SHP yüzde 21.75 oy alıyor. DYP-SHP koalisyonu. Deniz Baykal kıyameti kopartıyor:

"Yüzde 21.75 gibi çok kötü sonuç asla kabul edilemez. Kurultaya gerek kalmadan, parti yönetimi derhal istifa etmelidir."

Yüzde 21.75’i az bulan Baykal, Erdal Bey’i devirmek için, altı ayda bir kurultaya gidiyor. Her sefer yeniliyor. Erdal Bey inatçı, ayak oyunlarına pabuç bırakır mı hiç?

Yüzde 21.75’i az bulan Baykal, on beş yıldır bu orana hiç bir zaman ulaşamıyor. Ulaşmak bir yana, CHP’yi baraj altında bırakıyor. Buna rağmen, o sözlerini unutuyor, pişkinlikle koltuğunda oturuyor.

Erdal Bey, siz gerçekten bir şarkısınız, unutulmayacak.
Yazının Devamını Oku

Gel benim komşum oluver şimdi

1 Kasım 2007
RUSYA, İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya ve hatta Japonya ve hatta Çin ve hatta Amerika. Bunlar, Irak’a Komşu Ülkeler toplantısına katılacak, Irak’ın komşuları. İstanbul’da bugün Irak’a Komşu Ülkeler toplantısı var. Genişletilmiş ikinci toplantı bu.

Komşunun anlamı belli. Birbirine yakın oturan insanlar, birbirine yakın bulunan ülkeler. Bu durumda, Irak’a komşu ülkeler faslından Çin, Japonya ve diğerlerinin bağlantısı ne? Bağlantısı hazin. Bağlantısı AKP.

İLK KOMŞU ABD

Irak’a Komşu Ülkeler toplantısının fikir babası rahmetli İsmail Cem.

1997’de bu toplantıyı başlatırken, Cem’deki anafikir, Amerika’nın Irak’a saldırısını önlemek. Ürdün’ü, Suriye’yi, İran’ı işin içine katarak Saddam’ı uyarmak. "Şunu şunu yaparsan Amerika tepene binecek" uyarısı.

Saddam’ın uyarı filan dinleyecek hali yok, dinlemiyor, sonunda elinden hem Irak gidiyor, hem kendi hayatı.

Irak’ı işgal etmeden önce, Amerika bu toplantıda yer almak için çok iştahlı. Bunu Türkiye’ye anlatıyor, evvel Allah, Türkiye Amerika’yı bir anda Irak’a komşu ilan ediyor ve Amerika toplantıya katılmaya başlıyor.

ÖTEKİLERİN GÜNAHI NE

Bakılıyor ki, Irak’a komşu olmak fena değil, diğer uzak komşularda da iştah kabarıyor.

AKP çok yönlü, stratejik dış politika izliyor ya, ne de olsa, stratejik derinlik var ya, uzaktaki komşuların derdine yine AKP derman oluyor.

Fikir muhteşem. Irak’a komşu ülkelere, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesini dahil etmek. Beş üyeden biri zaten Amerika, geriye kalan Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere de bir anda Irak’a komşu oluyor.

Eee, G-8’lerin günahı ne? Al oradan da, Güvenlik Konseyi dışında kalan Japonya, Almanya ve İtalya’yı, olsun bitsin. İşte, sana yeni komşular. Türkiye’nin keyfine diyecek yok.

"Gel benim komşum oluver şimdi/ Seni Gül gibi öpe koklaya/..."

Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Japonya’yı, Çin’i, Fransa’yı ve ötekileri öpüp kokluyor, onları komşu ilan ediyor.

Bugün aklı başına geliyor, ama çok geç. O gün öpüp koklanan uzak komşuların bir bölümü, bizi değil, PKK’yı öpüp kokluyor.

İstanbul’da şimdi ne olacak? Biz, terör dedikçe, PKK’ya destek veren uzak komşularımız hep birlikte, "teröre karşı mücadelede yanınızdayız" diyecekler.

Aynı anda, Güneydoğu’dan haberler gelecek. Teröristlerle çıkan çatışmada...

Erdoğan Irak’ı Bush İran’ı

GÜNLERDİR 5 Kasım Bush’la görüşme lafı.
Sanki 5 Kasım milat.

Tayyip Erdoğan görüşmede kendisini PKK terörüne, Irak’a sınır ötesi operasyona kilitliyor. Her gün Türkiye’yi bununla yatırıp kaldırıyor. Arada, "kimseye soracak bir şeyimiz yok, zamanı gelince yaparız" kabadayılığı. Ama, sonra yeniden 5 Kasım’a dönüyor. Beyaz Saray’dan onay almaya.

Amerikan basınını izliyorum, Bush’un görüşme planında asıl odak İran. PKK ve Irak daha geride. Erdoğan’ı, İran’a yakınlık nedeniyle eleştirecek, havası. Irak’a karşı, İran kartı. Muhtemel İran saldırısında, Türkiye’nin rolü, sorusu.

Ne çıkacak belli olmaz, ama belli olan bir şey var, 5 Kasım’da Bush ayrı telden çalacak.
Yazının Devamını Oku

DTP şimdi daha radikal

31 Ekim 2007
"Anayasanın ilk dört maddesi değişmelidir." 22 Temmuz seçimlerinden önce, ilk ve son karşılaşmamızda, Emine Ayna Mardin’de masaya oturduğumuzda bunu söylüyor. O sırada, milletvekili adayı. Şimdi DTP milletvekili. Ayrıca, şimdi DTP’de eş başkan adayı.

DTP, genel başkanı ile eş başkanını değiştirme kararı alıyor. Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk gidiyor, yerine Diyarbakır Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı ile Mardin milletvekili Emine Ayna geliyor.

Meclis’te yirmi DTP milletvekili varken, DTP’nin genel başkanlığına şimdi Meclis dışında bulunan birisi getirmesi çok dikkat çekici.

AYNA KÜRTÇE BİLMİYOR

Emine Ayna
avukat. Kendisiyle Mardin’de sohbet ederken, düşüncelerini hayli radikal buluyorum. Bunu da, kendisine söylüyorum.

Anayasanın ilk dört maddesi değişmeli, derken, özellikle dil konusunu vurgulamak istediğini düşünüyorum. Yani, resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalı, tezini savunuyor.

Ayna Kürt. Ama, Kürtçe bilmediğini söylüyor. Bununla birlikte, temsil ettiği toplum açısından, dili ön plana çıkartıyor.

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, birlikte yaşamak isteğini, bölünmeye karşı olduğunu da ekliyor.

Bende bıraktığı izlenim, kadın olmasına rağmen, sert çizgileri var.

ANLI RADİKAL

DTP’nin Genel Başkanlığına getirilmesi beklenen Fırat Anlı ise, insan ilişkilerinde ılımlı, kibar, ama siyasal açıdan radikal biri olarak tanınıyor. Az konuşuyor. Asıl mesleği avukatlık.

Osman Baydemir’in Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığında, rakibi Fırat Anlı. Parti, onun üzerinde de duruyor, sonra Baydemir’de karar kılınıyor. Anlı HADEP, DEHAP geleneğinden geliyor. Aniden ortaya çıkan biri değil. Politik geçmişi var.

DEĞİŞİMİN ANLAMI

DTP’deki değişim hangi anlamı taşıyor?

1- Hem Fırat Anlı’nın, hem Emine Ayna’nın daha radikal bir çizgide olması, DTP’nin de daha radikal bir çizgiye kayması anlamına gelebilir. Yaşadığımız koşullara ters. Umarım, yanılıyorum.

2- Genel Başkanın Meclis dışından biri olması, birilerinin acaba DTP’nin Meclis’te bir işe yaramayacağını düşündüğü anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse, müthiş yanlış bir adım.

3- Meclis’teki DTP Kürt Sorununa çözüm bulamaz, diye düşünmek, şiddet ortamını daha da gerebilir ki, bu da, bir siyasal partinin varlığına aykırı.

Zaman zaman "DTP, PKK’nın siyasal kanadıdır" türünden görüşler ileri sürülüyor. DTP’deki seçimin, bu görüşleri pekiştirmek yerine, tekzip etmesi en mantıklı yol.

Anıl ve Ayna’nın bu yönde uğraş vermesini diliyorum. Ancak, kaygılıyım.

Talabani gelmiyor

IRAK’a Komşu Ülkeler Toplantısı 1-3 Kasım’da İstanbul’da toplanıyor.

Toplantıya Talabani gelmiyor. Irak’ı temsilen Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari katılıyor. Talabani, Türkiye’nin kendisini çok hırpaladığı kanısında. Irak tarafı, geçen haftaki Ankara görüşmelerinden de, hiç memnun değil. Onlara göre, öneri getirmişler, ama Ankara geri çevirmiş.

Oysa, getirilen öneriler arasında, elle tutulabilir, tek öneri yok. Irak, hala masal anlatmaya devam ediyor.

Bununla birlikte, Zebari Türkiye’ye gelmeden önce, bir jest yapmak istiyorlar. PKK’nın elinde bulunan sekiz askerin serbest bırakılması için PKK ile görüşüyorlar.

Bu jest bile, iyi olsa dahi, PKK kanatlarımın altında konumunu doğrulamıyor mu?
Yazının Devamını Oku

Ortak dediğin aranı Çin’le bile bozar

30 Ekim 2007
UYGUR Türklerine pasaportu Amerika veriyor. Uygur Türklerini yine Amerika Türkiye’de toplantıya çağırıyor. Bu olay Çin’i çok rahatsız ediyor. Çin, rahatsızlığını Türkiye’ye iletiyor.

Uygur Türkleri ya da Doğu Türkistan, Çin açısından en duyarlı konulardan biri.

Doğu Türkistan, Çin’in özerk bölgesi. Bu bölgede, Çin, herhangi bir ayrılıkçı hareket olacak, diye ödü kopuyor.

Çin, Türkiye’yi ayrılıkçı hareketi en iyi anlayan ülkelerden biri olarak görüyor. Rahatsızlığını, sözü dolandırmadan aktarıyor. Uygur Türklerinin Türkiye’de toplanmasını, Çin, kendine karşı yapılan bir eylem olarak görüyor.

Sanki, Uygur Türkleri Türkiye’de toplanarak, Çin’e karşı ayrılıkçı bir plan hazırlıyorlarmış ve Türkiye de bunu destekliyormuş gibi. Oysa, Türkiye’nin ne böyle bir planı var, ne de öyle bir komplo içinde yer alması mümkün.

Bu, Amerika’nın bize son numarası. Çin ile aramızı bozma tuzağı. Ne de olsa, Amerika bizim stratejik ortağımız!

Öyle bir ortak ki, herkesle aramızı bozmaya çalışıyor. Hatta, Çin ile bile.

İŞTE ÖRNEKLER

Biz Amerika’ya, Amerika bize, o bizim stratejik ortağımız, diyor.

Ortak, birlikte davranmak, aynı çıkarlarda buluşmak, demek. Strateji ise, belirlenen amaca ulaşmak için tutulan yol, demek.

Biz Amerika ile nerede ortağız? Hangi ortak amaca ulaşmaya çalışıyoruz?

Amerika, Ermeni soykırımını tanımak için meclisini topluyor. Bu konuda Amerika’yla çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, İran’a saldırmak istiyor. Biz İran’la iyi geçinmek istiyoruz. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, Suriye’yi de saf dışı bırakmak niyetinde. Suriye bizim dostumuz. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, Irak’ta PKK’yı destekliyor. PKK bizim düşmanımız. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, enerji hatlarında Rusya’yı dışlıyor. Bizim Rusya ile enerji hattımız var. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, Kıbrıs’ta Rumlardan yana. Bizim Rumlarla anlaşamıyoruz. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

Amerika, Polonya, Romanya, Bulgaristan’a NATO çerçevesinde üs kurmak istiyor. Amerika bize sormuyor. Bu konuda Amerika ile çıkarlarımız birleşiyor mu? Aynı amaca mı ulaşmak istiyoruz?

GERİDE KALDI

Türkiye’nin hiçbir temel sorununda Amerika ile ortaklık söz konusu değil. Stratejik ortaklık yerini çoktan stratejik anlaşmazlıklara bırakıyor.

O ortaklık soğuk savaş döneminde. Türkiye’nin, Sovyetlerin yanı başında ileri karakol görevi üstlendiği yıllarda.

Sovyetler çöküyor, soğuk savaş bitiyor, stratejik ortaklık içi boş bir aldatmacaya dönüşüyor. Amerika’nın stratejisi değişiyor, ortakları da değişiyor.

En gözde ortak, şimdi Kuzey Irak ve PKK.

Türkiye’nin başını derde sokmak için, Uygur Türklerini bile kullanmaya kalkışıyor. Attila İlhan usulü soruyorum, hangi ortaklık, hangi strateji?

Memuru 5-10 kuruşla idare etmek

YENİ bütçede AKP memurlara çok cömert davranıyor.

Memurların 85 kuruş olan saat başı fazla mesai ücreti, gelecek yıl 90 kuruşa yükseliyor. Saat başına beş kuruş zam. Şaka gibi, ama değil.

Gelecek yıl memur maaşları, altı aylık dönemler için yüzde 2 artı yüzde 2 oranında zam görüyor. Bu muhteşem zam oranına fazla mesaide 5 kuruş daha eklenerek, AKP memurları ne kadar düşündüğünü kanıtlıyor.

AB peşinde koşan, bütün değerlerini AB ile eşitlemeye çalışan Türkiye, konu memurlara geldi mi, o eşitlikten en uzakta duran ülke.

27 AB ülkesi ile karşılaştırıldığında, Türkiye gayri safi milli hasıladan kamu çalışanlarına en az pay ayıran ülke. Kamu çalışanlarının gayri safi milli hasıladan aldıkları pay yüzde 6.55. Bu oran AB ortalamasında yüzde 12.

Kaldı ki, 2006’da Türkiye’de aynı oran yüzde 10.67.

Memurun refahı AKP ile düşüyor. AKP, memuru 5-10 kuruşla idare ediyor. Hani, günlük dilde bir söz var ya, "ayıp be" diye. İşte, bu da, öyle.
Yazının Devamını Oku

Ya ölecek ya öldürecek

28 Ekim 2007
Bizim yaşadığımız o anı, Dağlıca’da, son şehitleri verdiğimiz yerde ve dağların başka zirvelerinde, eteklerinde, ormanlarında, nehir kıyılarında, askerlerimiz sürekli yaşıyor. Ya ölecek, ya öldürecek. Bu kahpe gerçek. Gece yarısı saat 02.00. Dağlıca askeri taburu. Komutan bir grup askeri görevlendiriyor. Çevreyi kontrol etmeleri için. Ellerinde gelişmiş bir alet. İnsanın vücut ısısına duyarlı o alet, belli bir uzaklıktan, karanlıkta ve dağda, biri varsa, onu kaydediyor, onu görüyor.

Ya ölecek, ya öldürecek.

Askerler ellerinde o aletle yola çıkıyor. Devriye dolaşmaya başlıyorlar. Ölmeye ya da hayatta kalmaya yolculuk. Tüyleri diken diken eden bir an.

Ya ölecek, ya öldürecek.

Biz, bir grup gazeteci, dağdaki kampta gözlerimiz fal taşı gibi açılmış, devriyeye çıkan askerleri izliyoruz. Hepimizde aynı kaygı: "Dönecekler mi geriye?"

Açık havada ve dört bin metre yükseklikte dağın başında, o saatlerde nefes almak bile güç. Çünkü, kahreden o kaygı.

On yıl gibi gelen, kimsenin ağzını bıçak açmadığı iki saat geçiyor. Giderek yakınlaşan tanıdık sesler. Ohhh, herkes derin bir nefes alıyor. Giden askerler geri geliyor.

10 YIL ÖNCEKİ HALİ

Bizim yaşadığımız o anı, Dağlıca’da, son şehitleri verdiğimiz yerde ve dağların başka zirvelerinde, eteklerinde, ormanlarında, nehir kıyılarında, askerlerimiz sürekli yaşıyor.

Ya ölecek, ya öldürecek. Bu kahpe gerçek.

Ben buna bir kez tanık oluyorum. Yaklaşık on yıl önce, Genelkurmay Başkanlığı, "askerin hangi koşullarda mücadele ettiğini göstermek" üzere, bir grup gazeteciyi o bölgeye götürüyor. Dağlıca’da ben de varım.

Kuş uçmaz, kervan geçmez dağda, Dağlıca Kampı’nda kalıyoruz. Çadırda yatıyoruz. Karavanaya kaşık sallıyoruz. Uzakta silah sesleri. Belki hain bir pusu, belki sıcak bir çatışma.

Kampta kaldığım gece, bütün hayatım gözümün önünden geçiyor. Tam hesaplaşma. Nerede iyi, nerede kötü, nerede hata, nerede doğru ve neden soruları, zincirleme reaksiyon gibi. O soğuk gecede, beynim uyuşuyor, kanım çekiliyor.

Dönüp dolaşıp hep aynı kahpe gerçek. Ya ölecek ya öldürecek. Bugün geçiyor. Ya yarın ya yarından sonra ya daha sonra? Meçhul. Orada yaklaşık bir yıl süreyle, hep aynı duyguyla yaşamak. Bugün geçiyor, herkes hayatta. Yarın, kim bilir?

ASKERLERİN BAKIŞI

Sabah helikopterler geliyor. Bizi almaya. İran sınırında bir karakola. Karakol tam sınırda. Bir adım atıyorum, orası İran. Bir adım geriye, orası Türkiye. Karşıda derin bir vadi, yamaçları orman kaplı. Bu karakola bizden dört gün önce saldırı var.

Helikopterler havalanıyor. Biz helikopterdeyiz. Havalanırken, bizi uğurlayan askerlerin bakışını ömrüm boyunca unutmam imkansız. Öyle bakışlar ki, sanki bir veda. Sanki sonsuza yolculuk.

Biz ayrılıyoruz Dağlıca’dan. Ama, onlar orada.

Aynı akşam İstanbul.

Kendimi sokaklara vuruyorum. Neredeyim? İstanbul’da mı, Dağlıca’da mı? Şu akan Boğaziçi mi, Dağlıca’daki ırmak mı? İkisi birbirine karışıyor. Bir Dağlıca’ya gidiyorum, bir İstanbul’a geliyorum. İstanbul’a geliyorum, hayır yine Dağlıca’dayım.

Ya ölecek ya öldürecek, o saatler. Helikopterin havalanışı, o ayrılık anı. Biz gidiyoruz, onlar kalıyor. Onlar kalıyor, onlar kalıyor. Onlar...

İstanbul’a dönüyorum, günlerce Dağlıca’da kalıyorum.
Yazının Devamını Oku