Yalçın Doğan

Altmışındaki ’o çocuklar’ kendini tutamıyorkatıla katıla ağlıyor

25 Kasım 2007
Rusya’nın TV1 kanalındaki "Beni Bekle, Seni Bekliyorum" adlı program 2. Dünya Savaşı yıllarına gidiyor. Rusların altmış yıl önce işgal ettiği Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Polonya ve Almanya’da kadınlara yapılan tecavüzleri, oradaki yasak aşkları anlatıyor. O ilişkilerden doğan, yaşları şimdi altmışı geçmiş kadınları ve erkekleri, eğer hayatta kaldılarsa Rus babalarıyla buluşturuyor. Altmışındaki "o çocuklar" TV’de kendilerini tutamıyor, katıla katıla ağlıyor.

Sokakta oynarken, arkadaşları onunla "İvan" diye, alay ediyor. Oysa, adı Jan./images/100/0x0/55ea6cd9f018fbb8f87f1197

Alaya sınıf arkadaşları da katılıyor. Hatta, zaman zaman onu ağaca bağlıyor ve "Rus dölü" diyerek, çevresinde dans ediyorlar.

Sekiz yaşındaki Çek asıllı Jan annesinden olayı önce gizliyor. Ancak iş çığrından çıkınca, hıçkıra hıçkıra eve gelip annesine bu aşağılamanın nedenini soruyor. Demek, herkesin bildiği, ama onun bilmediği bir şey var. Annesi gözyaşları arasında anlatıyor:

"Ruslar işgal etmişti burayı. Yanı başımızda bir çiftçi oturuyordu. Bir gün Rus askerler onun evine yaklaşırken, çiftçi durumu anlamış. Evinde üç genç kızı var. Askerleri bizim eve getirdi. Ben yalnızdım. Dört Rus askeri bana sırayla..."

Hıçkırıklar içinde, cümlesini tamamlamaya gerek kalmıyor. Sekiz yaşındaki Jan o yaşta korkunç gerçeği anlıyor. Evet, doğru, ne zaman sorsa, annesi ona babasının savaşta öldüğünü anlatıyor. Oysa, o Rus askerlerden birinin oğlu. Ama, hangi askerin belli değil. Rus babası nerede belli değil. Annesi de bilmiyor. Zaten Rusları bir daha hiç görmemiş. Gebe kaldığını çok geç fark ediyor. Ettiği anda, "Benim bebeğim" diyerek, doğuruyor. Adını, Jan koyuyor.

İŞGAL ALTINDA TECAVÜZ

Rusya’da TV1 kanalı dört, beş aydır bir program yayınlıyor. "Jdi Menya, Ya Jdu Tyebya", Beni Bekle, Seni Bekliyorum, adlı bir program.

Rusya’da bir firmada çalışan bir arkadaşım geçenlerde beni arıyor ve bana o programdan söz ediyor. Bunun üzerine Moskova’yı arayıp ayrıntılı bilgi alıyorum. Program, 2. Dünya Savaşı yıllarına ait. Rusların elli-altmış yıl önce işgal ettiği Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Polonya ve Almanya’da kadınlara yaptıkları tecavüzleri ya da oradaki yasak aşkları anlatıyor.

O ilişkilerden doğan, yaşları şimdi elliyi, altmışı geçmiş kadın ve erkekleri "Beni Bekle, Seni Bekliyorum" programına çıkartıyor. Hayatta kaldılarsa Rus babalarıyla onları canlı yayında buluşturuyor. Müthiş sarsıcı. Babasını tanımayan, ama Çek Cumhuriyeti’nde, ama Macaristan’da, ama Polonya’da yaşayan insanlar, ömürlerinde ilk kez Rus babalarıyla karşılaşıyor.

Ruslar bazı babaların mezarlarını buluyor. Bazıları hayatta. Rus adam, onun için artık çok gerilerde kalmış bu "hikayeyi" yeniden yaşıyor. Bazısı, "Evlenecektik, ama olmadı" mazeretinde, bazıları "Aşık olmuştum, ama savaş koşullarında Rusya’ya geri dönmek zorunda kaldım" kaçamağında. Olayı yine de hepsi doğruluyor.

STALİN DÖNEMİNDEN ARINMA

1940’lar, 1950’ler ve 1960’larda Kızılordu’da disiplin çok sıkı. Bırakın Kızılordu eri ya da subayı olmayı, herhangi bir Rus vatandaşının bir yabancıyla evlenmesi kesinlikle yasak. "Casusluk yapmak" kapsamında. Vatana ihanete, Sibirya’ya sürgüne kadar gidiyor.

Aşk ya da tecavüz, o askerlerden hiçbiri o kadınlara dönmeyi göze alamıyor. Yaşadığı bir gecelik ya da birkaç aylık ilişki orada kalıyor. Geride çocuk bırakıp bırakmadığını merak bile etmeden. O kadınların, o çocukların yaşadığı acıları hiç düşünmeden. O kadar insafsız, o kadar sorumsuz. Yaşananları hep unutarak, hep kaçarak.

Köşe bucak saklanan siyah-beyaz fotoğraflar. Annelerin yıllardır, herkesten kaçırdığı fotoğraflar. TV’deki programda buluşmaya yarayan, ipucu veren fotoğraflar.

Rusya bu programı bilerek yayınlıyor. Arkasında devletin yeni politikası var: "Stalin döneminden arınma, insani değerlere dönüş." Kendi tarihiyle yüzleşmek. Bireysel dramlar üzerinden, insanlıktan özür dilemek. Kirli siyaseti şalla örtmek.

Bu iyi niyetli çaba olsa bile, işlenen insanlık suçlarını yine de unutturmuyor. Unutamadıkları için, ellisindeki, altmışındaki "o çocuklar" TV’de kendilerini tutamıyor, katıla katıla ağlıyor.
Yazının Devamını Oku

Gazeteciye ajanlık önerisi

24 Kasım 2007
BİR, iki, üç, sonunda dayanamıyor Şırnak Valiliği’ne dilekçe ile başvuruyor. DHA Beytüşşebap muhabiri Emin Bal adı birkaç gündür gazete ve TV’lerde. Kendi halinde, ülkenin uzak bir köşesinde gazetecilik yapan bu arkadaşımız aleyhine açılan dava, bir anda yeni Ceza Yasasının 278. maddesini gündeme getiriyor.

Emin Bal bir teröristin cenazesini izliyor. Cenazede PKK lehine slogan atılıyor. Bal, bunu doğal olarak haber yapıyor. Asıl heyecan sonra başlıyor.

Beytüşşebap Savcısı arkadaşımız aleyhine dava açıyor, "suç unsuru taşıyan olayı neden yetkili mercilere bildirmedin" gerekçesiyle. O gerekçe, faşist yasalarda yer alabilecek 278’inci maddeye dayalı. Madde, işlenen bir suç varsa, onu önce yetkili mercilere bildirmek şartı getiriyor.

İlk duruşma önceki gün. Mahkeme 17 Ocak’a erteliyor.

KANITI VAR

Güneydoğu’da gazeteci olmak zor. Terörle mücadele koşullarında gazetecilik daha da zor. Bunun dünyada pek çok örneği var. Emin Bal örneğinde daha da farklı bir örnek var.

Geride kalan aylarda, Emin Bal’a defalarca ajanlık öneriliyor. Bal bunu kabul etmiyor.

Önerinin kanıtı nerede? Bal, Şırnak Valiliği’ne bir dilekçe ile başvurarak, bu duruma son verilmesini istiyor.

Dilekçe sonrasında, ajanlık önerileri rafa kalkıyor.

ORADA KALMIYOR

Güneydoğu’da gazeteci olmak zor. Terörle mücadele koşullarında gazetecilik daha da zor.

Olay, sadece ajanlık önerisiyle sınırlı değil. Devamı var. Devamı, Güneydoğu koşullarının aynası.

Yaptığı çeşitli haberler sonrasında, Bal’ın bürosu emniyet tarafından altı kez aranıyor.

Bu bir biçimde bize ulaşan bilgi. Orada kim bilir daha neler yaşanıyor? Nelerin yaşandığı oradaki gazetecilik koşullarını anlatan kitaplarda ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Bu insanlar gazetecilik mi yapacak, yoksa faşist 278. madde ile her türlü baskı arasında sıkışıp mı kalacak?

Ajanlık önerisine karşı, benim alternatif önerim var. Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve diğer basın kuruluşları bir ekip oluştursun, Güneydoğu’ya göndersin ve gazetecilik koşuları yerinde incelensin.

Tamam, terörle mücadele sonuna kadar yanındayız, ama, bu gazeteciyle mücadeleye dönüşmesin.

Nihat ve altın madalya ile yuhalanmak

BENZERİ konuşma ve uygunsuz tepkileri görünce, aklıma hep aynı sahne geliyor.

1984 Olimpiyatları. Carl Lewis atletizmde dört altın madalya kazanarak, Olimpiyat tarihine geçiyor. Muhteşem bir başarı. Bunu kutlamak için, stadyuma çıktığında, başarıyı içine sindiremediği el-kol hareketlerinden, abuk sabuk konuşmalarından belli. Tribünlerde binlerce insan alkışı kesiyor, hep bir ağızdan Lewis’i yuhalamaya başlıyor. Dört altın madalya ama, yuh sesleri.

Norveç ve Bosna-Hersek maçlarının en başarılı futbolcularından biri Nihat. Attığı gollerle, başarıda önemli pay sahibi. İyi futbolcu.

Bosna-Hersek maçından sonra TV’de Nihat’ı dinliyorum. Dün gazetelerde sözlerini okuyorum. Ohoooo, Nihat almış başını gidiyor:

"Eleştirenleri şiddetle kınıyorum, yenilgide yüzümüze bakmayanlar şimdi sarılmak için sıraya giriyor, hocaya istifa etsin, diyenler, şimdi ne diyecek." vs., vs.

Haddini aşan bir araba laf. Sevinci öfkeye taşıyan ilkel bir tavır.

2008 Avrupa Şampiyonası’na katılmak elbette güzel. Ama, ne oluyoruz böyle? Federasyon Başkanı ile hocası ile futbolcusu ile bunlar kendinden geçmiş, ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor.

Başarı yerini hasta ruha bırakıyor. Başarıyı içine sindirmek, ne de olsa bir kültür meselesi.
Yazının Devamını Oku

Şaşırıyorum, örneğin AİHM adaylığına

23 Kasım 2007
30 Kasım son tarih. Yani, bir hafta sonra. En geç 30 Kasım’a kadar, Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) bir yargıçlık için üç aday üye önermek zorunda.

AKP Hükümeti, süresi dolan AİHM’deki Türk yargıç Rıza Türmen’in görevini uzatmıyor. Onun yerine üç aday belirliyor. Avrupa Konseyi bu üç adayla önce mülakat yapıyor, ardından birini atıyor.

Hayır, her zaman değil. Örneğin, son olarak Türkiye’nin önerdiği aday listesini geri çeviriyor. Geri çevirme gerekçesi, AKP mantığını açığa çıkartan nitelikte:

"Siz, bize belli bir adayı empoze ediyorsunuz, bizim seçme hakkımızı elimizden alıyorsunuz, bu sisteme aykırıdır."

Avrupa Konseyi’nin değerlendirmesine göre, AKP’nin önerdiği üç adaydan sadece biri, Prof. Dr. Ruşen Ergeç bu görevi üstelenecek bilgi ve beceriye sahip. Konsey bu nedenle listeyi geri gönderiyor.

AKP’nin şimdi yeniden üç aday belirlemesi ve 30 Kasım’a kadar bunu Avrupa Konseyi’ne göndermesi gerek.

KATILIMCI SÜREÇ

Burada ayrıntı gibi gelen, ama eloğlunun çok dikkat ettiği bir nokta var.

Avrupa Konseyi, AİHM’ye yargıç seçerken, sadece adayların kimliklerinden yola çıkmıyor,aynı zamanda aday belirleme süreci ve yöntemine de bakıyor.

Adayları her ne kadar hükümet belirliyorsa da, barolar, üniversiteler ve ilgili sivil toplum kuruluşlarına fikirlerini soruyor. Sizce kim aday olabilir, sorusu.

Katılımcı bir süreç. Adayları ortaklaşa belirleyen demokratik bir yöntem. Ben iktidarım, istediğimi seçerim, gibi despotik mantığı reddeden bir yaklaşım.

HENÜZ BİLDİRİM YOK

30 Kasım’a bir hafta var. Dün sorulacağını tahmin ettiğim altı, yedi baroyu arıyorum, altı yedi hukuk fakültesini arıyorum, henüz ses yok.

Oysa, bu Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın görevi. Babacan henüz kimseye danışmıyor.

Büyükleri, kendisine belki "sen karışma, biz seçeriz" demiş olabilir. Ama, eğer aday belirleme yöntemi, bu biçimde Şark vari tarzda olursa, adayların yeterli olsa bile, bu listenin de geri dönmesi işten değil.

Babacan iki gün önce gazetecilere uçakta "şaşıracağınız şeyler olacak" diyor. Olacakları görmeden, ben şimdiden şaşırmaya başlıyorum.

Bir yandan AB ve Batı değerleri peşinde koşarken ki, bunda AKP’nin içtenliğine inanıyorum, öte yandan o değerleri göz göre göre çiğnemek, insanı gerçekten şaşırtıyor.

Neden? Çünkü, Batılı olmak bir zihniyet, bir üslup, bir yaşam tarzı. Takıp takıştırılan bir süs değil.

İslami kürsü için bağış

MELBOURNE Ulusal Katolik Üniversitesi Kampusu’nda bugün Fethullah Gülen İslami Bilimler Kürsüsü açılıyor. Bunu on gün önce yazıyorum.

Kürsünün açılışına bazı AKP milletvekilleri, on kadar profesör ve işadamı katılıyor. Açılışa katılacak olanlardan bazıları, farklı nedenlerle, sonradan gitmekten vazgeçiyor. Bülent Akarcalı, Fehmi Koru, Mete Tuncay, Eser Karakaş, Reha Çamuroğlu gitmeyenler arasında.

Katolik üniversitesinde İslam kürsüsü açılmasına izin vermek, Batı’nın İslam’dan hálá korku duymasının uzantısı. Avustralya çok göç aldığı için, kendine göre, İslam’la iyi geçinmek istiyor.

Sadece bu değil. Ayrıca, o üniversiteye bağışlanan para var. Sanıyorum, iki milyon doları geçen bir para. Dünyada bu işler böyle dönüyor. Kürsüler, konferanslar genellikle bağıştan geçiyor.

Avustralya Fethullah Gülen için verimli bir alan. Orada sekiz okulu var. Bundan ayrı, Nakşibendilerin de üç okulu bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Oysa bu film yeni değil

22 Kasım 2007
ÖZELLİKLE Nisan’dan bu yana. Kuzey Irak ve sınır ötesi operasyon. Yıllardır bunu tartışıyoruz. Son olarak, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın 12 Nisan’daki basın toplantısı tartışmayı alevlendiriyor. Yedi aydır operasyonla yatıyor, operasyonla kalkıyoruz.

Yedi aydır heyecanla izliyoruz. Bir gün önce, bir gün sonra, birbiriyle çelişen açıklamalar olsa bile, heyecan yine dorukta. Dört yıl önce, 2003 Sonbaharında olduğu gibi.

Denizli’de bir mimar, Hüsamettin Ataman Kuzey Irak’la ilgili, dört yıl öncesinin gelişmelerini anımsatıyor. Haberler ve resimlerle. Dört yıl öncesine gidince, bugünü anlamak kolaylaşıyor. Tarihin öğretisi.

HIZLI TAKVİM

2003’le ilgili derleme, bugünün aynası.

18 Eylül 2003. PKK’nın cinayetleri yine artmış durumda. Başbakan Erdoğan dönemin ABD Büyükelçisi Edelman’ı kabul ediyor. Kabul sorasında, Erdoğan, sabrımız taştı, diyor.

26 Eylül 2003. ABD Dışişleri Bakanı Powell, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile görüşüyor. Powell Güle, "Kuzey Irak’taki PKK militanlarının temizlenmesi için söz veriyor. Gül, görüşmeden çok memnun ayrılıyor.

2 Ekim 2003. AKP Hükümeti çok kararlı. Kuzey Irak’a asker göndermek için, Dışişleri tezkere hazırlıyor. Tamam, mesele yok. AKP kararlılığını kanıtlıyor. Tayyip Erdoğan, "Tezkere için kimseye danışacak değiliz" diyerek, hepimizin yüreğine su serpiyor.

3 Ekim 2003. Dışişleri Bakanı Gül, "Türk askerinin Irak’a gidişine dair kesin bir tarih olmadığını, konunun Bakanlar Kurulu’nda ele alınacağını, daha sonra askere danışılacağını" açıklıyor.

Bakanlar Kurulu sonrasında, TV ve gazetelerde aynı manşet: "Tezkere haftaya Meclis’te."

TEZKERE ÇIKTI

7 Ekim 2003.
Kuzey Irak’a asker gönderme tezkeresi Meclis’ten geçiyor.

8 Ekim 2003. Tezkerenin daha dumanı tüterken, iki çatlak ses, hepimizin midesini bulandırıyor. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, "Türk askerinin Kuzey Irak’a gitmesi için, Türkiye ile ABD ortak karar almalıdır" diyor. ABD’nin bu ilk freni.

Irak Cumhurbaşkanı Talabani yabancı gazetecileri topluyor ve "Türk askeri için, ABD’den güvence aldıklarını" söylüyor.

9 Ekim 2003. Aslanım, Gül’üm benim, Dışişleri Bakanım benim, Abdullah Gül açıklıyor, "terörün kökü kazınıncaya kadar Kuzey Irak’tayız". İşte, bu kadar. Ne de olsa, kararlı politika.

14 Ekim 2003. Genelkurmay açıklamasında, "Türk Silahlı Kuvvetlerinin sınır ötesi operasyona her zaman hazırlıklı olduğu" bildiriliyor.

TAM SÜRPRİZ

18 Kasım 2003.
Tayyip Erdoğan Mallorca’da yabancı gazetecilere, "Irak’a asker göndermeye çok arzulu değiliz" diyor.

27 Kasım 2003. Filmin sonu. Hükümet Kuzey Irak’a asker göndermekten vazgeçiyor.

Son tartışmalarda, ben sınır ötesi operasyona hevesli ol-ma-yan-lar grubunda yer alıyorum. Dört yıl öncesini özetlerken, o zaman yapamadınız, şimdi yine yapamazsınız, diyerek operasyonu teşvik etmiyorum.

Ancak, hepimizin kandırılmasına da, sessiz kalamıyorum.

Benzer dosyayı Nisan’dan bugüne kadar toparlarsak, film aynı film, buz üstünde kaydırmaca. Pardon, kararlı politika.

Yırtındık, sonunda davet edildik

ORTADOĞU için Annapolis’te 27 Kasım günü bir konferans toplanıyor. Davet sahibi Amerika. Konunu özü, İsrail-Filistin sorunu.

Konferansın günü yeni belli oluyor. Ancak, hazırlıkları en az iki aydır sürüyor. Kimlerin davet edileceği günler öncesinden biliniyor. O tarihte davet listesinde Türkiye yok.

AKP iktidara geldiğinden bu yana, Orta Doğu’da aktif politika izliyor. Hatta, muhteşem uzmanlar stratejik derinlik hesabı, bu aktiviteyi daha ileri götürerek, Türkiye’nin arabulucu olması için canlarını dişlerine takıyor.

Ama, asıl takması gereken Amerika, pek takmıyor. Takılmadığını gören Türkiye, takılmak için, bütün kapıları çalıyor.

Yaşasın, epey uğraştan sonra, Amerika bizi son anda takıyor ve nihayet Annapolis’e davet ediyor. Ne de olsa, büyüklerimizin her gün söylediği gibi, Türkiye önemli ve güçlü bir devlet. Bazılarının bundan haberi biraz geç oluyor. Onların kabahati.

Üzerimize düşen büyük rolü oynamak için, biz de artık Annapolis’teyiz.
Yazının Devamını Oku

Bu suçu her gazeteci her gün işliyor

21 Kasım 2007
BÖYLE bir dava ilk. Basın tarihine geçecek kadar trajikomik. Emin Bal Doğan Haber Ajansı’nda muhabir arkadaşımız. Bir teröristin cenazesinin gömülmesini izliyor. Beytüşşebap’taki cenazede PKK ve Öcalan lehine sloganlar atılıyor. Emin Bal da, bu haberi yapıyor. Böyle bir haberi yazmak, dünyanın en doğal işi. Bir gazeteci için, en sıradan bir olay.

Yok, o kadar sıradan değil. Burası Türkiye ve burada anlı şanlı bir Ceza Yasası var.

Bu sıradan haber gazetelerde yayınlanınca, Beytüşşebap’ta Emin Bal hakkında dava açılıyor. Bal’ın suçu ne? İddianameden okuyalım:

"... işlenmekte olan ve suç olduğunu bildiği bir olayı (yani PKK ve Öcalan lehine slogan atmak olayı) yetkili mercilere bildirmeksizin haber yaptığı ve TCK’nın 278. maddesinde düzenlenen, suçu bildirmeme suçunu işlediği anlaşıldığından, yargılamanın mahkemenizce yapılarak, şüphelinin cezalandırılmasına..."

GAZETECİ Mİ İHBARCI MI

Emin Bal
’ın neden ceza alması isteniyor? Suç bildiği bir olayı yetkili mercilere bildirmeden haber yaptığı için.

Dünyanın neresinde, gazeteciler yazacakları haber ya da yorumu yetkili mercilere bildirmek zorunda? Sadece faşist ve komünist ülkelerde, o da bir zamanlar. Ya da halen sansür uygulanan bazı katı siyasal rejimlerde. Türkiye’de böyle bir uygulama ne zamandan beri var?

Yazmadan önce yetkili mercilere bildirince, gazetecilik nerede? Basın özgürlüğü gibi lüks laflara filan gerek yok, gazeteci yetkili mercilerin, yani polisin, askerin, mahkemelerin ihbarcısı mı? İzlediği, suç olan her olayı, önce yetkili mercilere ihbar edecek, sonra yazacak! Nerede yaşıyoruz?

Her gün yüzlerce gazeteci, devlete göre suç sayılan bir olayı izliyor, bunu yetkili mercilere elbette bildirmeden yazıyor ve bunlar her gün gazetelerde, TV’lerde boy boy yayınlanıyor. Bunun her gün onlarca örneği var. Çok normal ve sıradan bir iş. Bu durumda o gazetecilerin tamamı her gün suç işliyor.

ANLI ŞANLI 278

Bu trajikomik durumun nedeni yeni Ceza Yasasının 278. maddesi. O madde şöyle:

"İşlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara bildirmeyen kişi, bir yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır."

Bu kadar genel bir madde olunca, Beytüşşebap’taki savcı da, bu maddeye dayanarak dava açıyor. Benim açılan dava ile ilgim yok. Benim derdim, madde 278. Açılan dava, 278. maddenin ilk uygulaması olduğu için, bundan sonrası önemli.

278. madde gibi bir madde, daha önceki Ceza Yasasında yok. Bu da, yeni yasanın ne kadar çağ dışı olduğunu göstermeye yetiyor.

Utanılacak bir madde.

26 İLE ÇELİŞİYOR

278. madde aynı Ceza Yasasının 26. maddesiyle çelişiyor. 26. madde şöyle:

"Hakkını kullanan kişiye ceza verilemez."

Gazeteci, haber yapma hakkını kullanıyor. Haber yapmak, tanıma bile gerek yok, gazetecinin en doğal hakkı.

Ama, 278. madde haber yaparken, gazeteciyi ihbarcı sandalyesine oturtmaya çalışıyor. Önce devlete ihbar edecek, sonra haber yazacak. Yok ya!

Neredesiniz ey Gazeteciler Cemiyeti, Basın Konseyi, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Parlamento Muhabirleri Derneği, diğer basın kuruluşları? Neredesiniz gazeteler, TV’ler neredesiniz? Bu maddenin değiştirilmesi için ne yapıyorsunuz?

Emin Bal davası pilot dava. Tüm gazetecilerin izlemesi gerek.

AB’nin vanası

AZERBAYCAN gazının Türkiye üzerinden önce Yunanistan’a, sonra İtalya ve diğer AB ülkelerine geçmesi haberi, önceki gün bir gazetede şu başlıkla veriliyor:

AB’nin Vanası Bizim Elimizde.

Çok yanlış ve tehlikeli bir başlık.

1- Yanlış çünkü, dünyadaki globalleşmeyi algılamaktan uzak. Ülkelerin değişik alanlarda ortak çalışmalarında tipik örneklerden biri bu proje.

2- Tehlikeli çünkü, sen AB’nin vanasını kendi elinde tuttuğunu sanıyorsan, başkaları da, senin vananı kendi elinde tutuyor. Sen o vanayı AB’ye karşı koz olarak kullanmayı düşlüyorsan ki, başlık onu ima ediyor, başkaları da aynısını sana yapar.

Bu cahil ve tehlikeli başlıklar yerine, örneğin, biz doğalgazı 300 dolara mal ederken, Yunanistan bizim üzerimizden geçen boru hattından doğalgazı nasıl oluyor da, 149 dolara mal ediyor, bunu araştırmak daha akıllıca.

Öte yandan, muhalefet etiketi taşıyan TBMM’deki partiler, neden bu fiyat kazığının peşine düşmüyor da, hálá saçma sapan polemiklerle meşgul, orası da ayrı.
Yazının Devamını Oku

Özgür Toplum Partisi yedekte

20 Kasım 2007
Genel Başkanı, yıllardır politika yapan Kürtlere bile yabancı. Partinin adını da kimse duymuyor. Özgür Toplum Partisi. 6 Haziran 2003’te kuruluyor. Genel Başkan Ahmet Turan Demir. Partinin amblemi doğmakta olan güneş.

Partiyi ve genel başkanı kimse bilmiyor ama, şimdi gözler bu partide. Günün birinde DTP’nin kapatılma olasılığına karşı, vaktiyle kurulmuş, yedekte tutulan bir parti. Özgür Toplum Partisi DTP’nin yedeği. Sadece bu amaç için kurulmuş parti.

Bu önlemden şunu anlamak mümkün. Hukuki gelişmelere göre, DTP ekibinin önümüzdeki günlerde, yeni bir parti kurmaya gerek kalmadan, Özgür Toplum Partisi içinde yer almaları söz konusu olabilir. Eğer, bu partiyi hálá kendi yedekleri olarak görüyorlar ise...

Başka bir parti de kurabilirler. DTP kapatılıyor, diye, siyasal arenayı terk etmelerini beklemek yanlış.

VAZGEÇİLMEZ UNSUR

Partiler tanımlanırken, kara kaplı kitaplara, demokrasinin ve siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru siyasal partiler, diye yazmak iş değil.

Bizde öyle bir pratik var ki, partiler kapatılmanın vazgeçilmez unsuru haline dönüşüyor. Bizim siyasal tarihimiz kapatılan partiler çöplüğü. Çünkü, ifade özgürlüğü kısır. Çünkü, demokratik zihniyet geri. Çünkü, ne siyasal, ne sosyal, ne kültürel anlamda demokrasiyi içine sindirmiş bir ülke değil, bizim ülkemiz.

İşimize gelmiyor mu, kapat gitsin. Sanki, kapatınca sorun çözülüyor. Kapatınca, sanki yerine yenisi kurulmuyor. Sanki, HEP, DEP, HADEP kapatılınca, yerine yenisi kurulmuyor mu?

Onlar kapatılınca, terörle mücadelede olumlu sonuç mu alınmış oluyor? Terörün sonu mu geliyor?

PKK ZİL TAKIP OYNUYOR

Buna karşılık, DTP’nin sudan çıkmış ak kaşık olduğunu söylemek güç. Çünkü, teröre karşı çıkmıyor. Sorun burada.

Dünyadaki örneklerine bakınca, teröre doğru ve haklı olarak, hiçbir yerde prim verilmiyor. O zaman DTP’nin de, terörle bağlantısını koparmak gerek. Bunun için, kapatmak ve bir kenara itmek yerine, DTP ile diyalog kurmak gerek. Bıkmadan, usanmadan.

İtirazları duyar gibiyim. DTP ile diyalog onları hizaya getirmez, bu boş bir uğraştır, itirazları. Hayır, siyasal iktidarın ve bütün partilerin görevi, DTP ile diyalog kurmaktan geçiyor.

Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi
doğru bir çıkış yaparak, DTP’nin kapatılması için açılan davayı eleştiriyor. Eleştirmek yetmiyor. DTP’yi ikna etmek gerekiyor. Uzun ve zahmetli bir iş. Ama, gerekli olan bu.

Buna karşılık, PKK canını dişine takmış, DTP’nin kapatılmasını istiyor. Kendi terörüne, kendine göre, bir gerekçe daha bulmak üzere.

PKK şu anda zil takıp oynuyor. DTP’nin kapatılmasını büyük bir iştahla bekliyor.

İSPANYOL ÖRNEĞİ

Sık sık İspanya örneği veriliyor.

Türkiye ile İspanya arasında çok ciddi bir fark var. İspanya’da ayrılıkçı fikri savunmak suç değil. Nitekim, böyle bir parti halen İspanyol Parlamentosu’nda var. Bizde buna teğet geçmek bile, imkansız. Hemen suçlu sandalyesine oturmak işten değil.

Türkiye ile İspanya arasındaki fark, gerçek bir demokrasi zihniyeti farkı. Böyle bir zihniyeti yerleştirmek için, bir fırsat var. Yeni Anayasa bunun fırsatı.

Kaldı ki, Kürtler arasında ayrılmayı çok küçük bir azınlık savunuyor. Kürt halkının ezici çoğunluğu Türkiye ile birlikte yaşamak istiyor. Bir zamanların Kürt milliyetçileri buna dahil.

Tarihle yüzleşmek yasak

GENELKURMAY’ın emekli generallere sus emri çok vahim.

Bir süredir TV ve gazetelerde emekli generaller konuşuyor. Aslında, o konuşmalar, anlatılanların ötesinde anlam taşıyor. Bir açıdan, tarihle yüzleşmek. Terörle mücadelede nerelerde hata yapıldığını anlatıyorlar. O hatalar bilinmezse, birinci elden anlatılmazsa, biz hep aynı döngü içinde, gelgitlere mahkum olmaz mıyız?

Kaldı ki, verilen ceza komik. Orduevlerine, askeri garnizonlara giriş yasağı. Emekli komutanları rencide etmiyor mu bu "ceza"?

Parti işimize mi gelmiyor, kapat! Biri, işimize gelmeyen söz mü söylüyor, yasakla!

Yasaklar ve yasaklar, nereye kadar?
Yazının Devamını Oku

Bir Beşiktaşlı’nın isyanı

17 Kasım 2007
EFSANE takım Macaristan. Bir dönemin şimşekleri. Puskas, Kocsis, Czibor, Hideguti gibi yıldızlarla dünya futbolunu titreten Macar milli takımı. Geçenlerde Puskas’ın yaşamını anlatan röportajı izliyorum. Elli yıl öncesinin Macar başarısının nedeni sorulduğunda, Puskas:

"Bizim teknik direktörümüz, bize her fırsatta satranç oynatırdı. Düşünme ve karar verme yeteneğimizi geliştirmek amacıyla. Ayrıca, genel kültür için, futbol dışında, çok değişik dallarda bizi bilgi sahibi kılmaya çalışırdı."

Futbol bir kültür. Sadece sahada top koşturmak değil. Böyle bir düşünce bizimkilere teğet geçmediği gibi, bizim futbol yöneticilerimiz cehaletten sapır sapır dökülüyor. Şimdiki değil, kısa süre önce, Merkez Hakem Kurulu Başkanlığı yapmış olan bir yönetici, eski bir hakem, daha mesleğini düzgün telaffuz etmekten aciz. Kırk yıllık hakem, üstelik başkan, hálá "haaaakem" diyor. Tıpkı, son Beşiktaş-Fenerbahçe maçının hakeminin, "haaaakem" dediği gibi. Bunlar maç yönetecek, teknik kararlar verecek, Türkiye’de futbol kendini bulacak, güleyim bari.

BEN BEŞİKTAŞLIYIM

Ligin değerinin Almanya’da 1.5 milyar, İngiltere’de 2.5 milyar dolar olduğu bir dünyada, bizim ligin değeri 700 milyon dolar.

Takımlar ve yöneticiler de, ona göre. Ancak, büyükler kategorisinden Beşiktaş bu ligde, bu yıl farklı bir performans sergiliyor. Bu yıl, aldığı skorlar ve iç çekişmeleri nedeniyle, göze en çok batan takım Beşiktaş. Sadece 8-0 rezaleti değil, ama 8-0’a giden yolda, yönetimin ve teknik kadronun davranışları, alınan sonuçlar, bir Beşiktaşlı olarak beni isyan ettiriyor.

Beşiktaş’ı bağırıp çağırmadan, sakin biçimde masaya yatırmak gerekiyor.

DEMİRÖREN FACİASI

1- Başkan Yıldırım Demirören’in Fenerbahçe yenilgisi sonrasında, muhteşem buluşu var, "sahaya Paf takımıyla çıkmak." Buna kendisi karar veremez. Yönetim kurulu, hatta genel kurul kararı gerek.

2- Bunu söylediği anda, kulübün endüstrisi geriliyor. Toplam gelirlerini baltaladığı gibi, borsada kulübün değerini hızla aşağıya çekiyor. Kendi kulübüne en çok zarar veren Başkan konumuna düşüyor.

3- Yıldırım Demirören’in bir söylediği, ertesi gün söylediğini tutmuyor.

4- Kulübe verdiği en büyük maddi zarar, teknik direktörlerle bağlantılı. Del Bosque’yi anlaşma bitiminden önce gönderiyor. Adamın önerdiği anlaşmayı geri çeviriyor, o da mahkemeye gidince, küçük miktarda ödenebilecek tazminat, şu anda faizleriyle birlikte, 8.7 milyon Euro’ya ulaşıyor.

5- Tigana ile durum farklı değil. Yine anlaşma bitmeden gönderince, yine küçük bir tazminat karşılığında anlaşma mümkünken, Tigana’ya olan borç da, faiziyle birlikte, 3 milyon Euro’ya yaklaşıyor.

6- Teknik direktörlerin getirilmesi ve gönderilmesine Demirören tek başına karar veriyor. Her kararında çuvallıyor, aynı hatayı tekrarlıyor ve kulüp büyük zarara uğruyor.

7- Bu yalpalamalar, yabancı futbolcu ve teknik direktörleri Beşiktaş’a tercihten uzaklaştırıyor.

SİNAN VE ERTUĞRUL

Menajer sıfatıyla ortalarda dolaşan Sinan Engin ayrı bir alem.

Aldığı çok iyi aylık ücreti hak etmek için ne yapıyor? Yenilgide en çok o ağlıyor ki, taraftar sakinleşsin, galibiyette en hızlı o ki, taraftarı pohpohlasın. Bol laf salatası. İpi sapa gelmez, birbirini tutmayan söylemler.

Teknik direktör Ertuğrul Sağlam gariban bir vatandaş. Beşiktaş’ı kesecek bir teknik direktör değil. Zaten, çoğunlukla futbolcu transferlerinden habersiz. Kiminle, ne oynayacağına karar vermesi gereken adam, kiminle oynayacağını bilmiyor. Bu başarısızlıkla belki o da gidebilir, ama Del Bosque ve Tigana’nın tazminat olaylarında yaşananlardan dolayı, aynı şey kulübün başına bir daha gelebilir kaygısıyla, Ertuğrul gönderilemiyor.

En ağır yenilgiler, çok top kaybı, her maçta ayrı bir 11, en kısır skorlar, futbolcularda fizik ve psikolojik yetersizlik, bu nasıl teknik yönetim?

Üç buçuk yılda 4 ayrı hoca, 44 futbolcu ve harcanan 113 milyon Euro ile geldiğimiz nokta bu. Suçu başkalarında arama hastalığının en ateşli günlerini yaşayan Beşiktaş, baştan sona elden yeniden geçmeli.

AKP buluşmaktan kaçtı

ELLİYE yakın ülke, Müslüman ya da Hıristiyan temsilcileriyle, Uluslararası Kudüs Buluşması adı altında İstanbul’da bir araya geliyor. Toplantının özü, Filistin’le dayanışma.

Organizasyonun sahibi Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, yüze yakın dindar ve milliyetçi kuruluştan oluşuyor. Amaç, Filistinlilerin uğradığı haksızlığı dünyaya bir kez daha anlatmak ve terörü lanetlemek.

Ancak, toplantıda hiç bir resmi katılımcı yok. Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a giden davet, geri dönüyor. Oysa, tam Aydın’ın ve AKP’nin yuvası. Salonda bol dindar, bol muhafazakar var. Hatta, dinler arası diyalog adına ki, Türkiye adına Mehmet Aydın götürüyor bu işi, hükümetin katılacağı bir yer.

Ama, zor. Çünkü, üç gün önce, Peres’i Ankara’da ağırlıyorsun, üç gün sonra İstanbul’da İsrail’i küfür yağmuruna katılıyorsun, bu zor.

O zorluk bir yana, bu toplantı, Türkiye’nin bugünkü fotoğrafına çok uygun. Kıyafetler, atılan sloganlar. AKP gibi bir parti iktidarda olmasaydı, Filistin’le dayanışma adına olsa bile, bu görüntüler İstanbul’da baş köşeye oturur muydu?
Yazının Devamını Oku

Fethullah Gülen aldı başını gidiyor

16 Kasım 2007
KATOLİK Üniversitesinde İslami Bilimler Kürsüsü. Her faniye kolay kolay nasip olacak gibi değil. Geçenlerde tesadüfen bir Hollanda radyosunu dinlerken ilginç bir haber-röportajla karşılaşıyorum. Habere göre:

Avustralya’da Ulusal Katolik Üniversitesi Melbourne kampusunda Fethullah Gülen İslami Bilimler Kürsüsü açılıyor.

Haberi açıklayan Avustralya Kültürlerarası Diyalog Merkezi. Haberi dinledikten sonra, anılan merkezin sitesinde haberle ilgili ayrıntıları görüyorum.

KATILIMCI KADRO

Kürsü 23 Kasım’da açılıyor. Açılışı Victoria Valisi yapıyor. Fethullah Gülen Melbourne’de kürsü açar da, Türkiye’den buna katılım olmaz mı? Katılacak olanların listesi, ulaşabildiğim kadarıyla, şöyle:

AKP milletvekilleri Reha Çamuroğlu, Celal Erbay, Yusuf Ziya İrbec, Vahit Kirişçi, değişik üniversitelerden çoğu ilahiyatçı Prof. Nazif Gürdoğan, Prof. Ahmet Güç, Prof. Recep Kaymakcan, Prof. Hüseyin Algül, Prof. Abdullah Özbek, Prof. Suat Yıldırım, Prof. Alpaslan Açıkgenç, Prof. Hüseyin Elmalı, Prof. Ali Şerif Tekalan, ayrıca Prof. Mete Tunçay, Prof. Doğu Ergil, Prof. Eser Karakaş, Yazarlar ve Gazeteciler Vakfı Yayın Yönetmeni Faruk Tuncer, Sağlık eski Bakanı Bülent Akarcalı, Yeni Şafak’tan Fehmi Koru.

Ayrıca, isimlerine ulaşamadığım yirmi kadar işadamı. Liste mükemmel.

Bu vatandaşlarımız açılışa katılacak ve belki de bir panelde konuşacak. Ne konuşacak? Dinler arası diyalog mu, Fethullah Gülen’in fazileti mi?

SİPERLERDEN ÇIKTILAR

Katolik üniversitede İslami kürsü açmak, dinler arası diyaloğun bir parçası olarak sunuluyor. Aslında fena fikir değil.

Ancak, açılacak kürsünün adı Fethullah Gülen Kürsüsü olunca işin peşine düşmek gerekiyor. İçerde ve dışarda Fethullahçılar siperlerinden çıkmış, sürekli hücuma hazır gibi.

Örneğin, bir süre önce de, Londra’da bir konferans düzenleniyor. Fethullah Gülen’in kimliği, başarıları, öğretisi üzerine. Birileri oraya gidiyor, ardından allı ballı övgüler düzüyor. Bilinen kalemler.

Şimdi de, taaa Avustralya. Üstelik, bu kez bir kürsü kuruluyor. Olayın mali cephesi, bu organizasyon, bu işlerin nasıl kotarıldığı sır.

Sır olmayan yönü ise, Nurcu harekete iktidar desteği. Pervasızca. İktidarın kendi içindeki Nakşilerle Fethullah arasındaki bağlar günden güne su geçirmez hale geliyor.

İktidar-Fethullah ilişkisinde desteğin boyutları beş kıtaya yayılıyor.

Sonuç, Londra’dan Melbourne’a kadar uzanan bir hareket.

Devir, şimdi o devir.

Petrol faturası 30 milyar dolar

PETROLDE varil başına fiyatın 100 dolara dayanması, Ankara’yı kara kara düşündürüyor. Daha şimdiden, yani 100 dolar öncesinde, petrole ödenen para 30 milyar doları buluyor. Cari işlemler açığının yarısı petrol faturasından kaynaklanıyor.

Yeni yılda, 100 dolar hesabıyla, bu faturanın daha da kabaracağı ortada. Bunun ekonomiye etkisinin bir anda vurucu olmaması için, bu fiyat tüketiciye küçük oranlarda yansıtılıyor.

100 dolar psikolojik eşik. Kaldı ki, 100 dolar aşıldığında, o küçük oranların büyük oranlara dönüşmesi işten değil. Türkçesi, iğneden ipliğe, bütün mallarda fiyat yükselişi.

Petrol fiyatı böyle giderse, enflasyonla mücadelede 2008 zor bir yıl. Cari açığın daha da büyümesi kaçınılmaz. Ekonomide yapay balayı döneminin sonuna yaklaşıyoruz.
Yazının Devamını Oku