Yalçın Doğan

Deniz Feneri aşkı pahalıya patlıyor

17 Eylül 2008
BIRAKIN dersi, teneffüslerde bile Türkçe konuşulmasını engelleyen okullar ve kentler var. Almanya’da.<br><br>Tayyip Erdoğan binlerce Türk öğrenci ve ailenin, Türkçe konuşmak nedeniyle zor durumda bırakıldığı Almanya’dan bunu sormuyor. Başka bir örnek. Almanya’da yaşayan Türklerin, Almanya aleyhine açtığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde kazandığı davalar var. Alman Hükümeti bu kararların çoğunu uygulamıyor. Erdoğan Almanya’dan bunu da sormuyor.

Başka bir örnek. Göç yasası nedeniyle, ailelerin parçalanmasını yaşayan Türkler var. Erdoğan Almanya’dan bunu da sormuyor.

DENİZ BİTTİ


Buna karşılık, günlerdir nutuk atıyor. "Bizi Deniz Feneri’ne bulaştırmak istiyorlar" diyerek, bizlere söylemediği lafı bırakmıyor. Bize savaş ilan ediyor. Deniz Feneri ile bağlantının b’sini dile getirenlere kabadayılıkla karışık, her türlü ahlaki dersi vermekten geri kalmıyor. Ne var ki, Deniz Feneri’nin Alman polis müdürü öyle bir belge açıklıyor ki, Erdoğan için deniz bitiyor.

Almanya’nın Ankara Büyükelçisi, Antalya’da tutuklu bir Alman’ın durumunu sormak için, kendisine gittiğinde, Erdoğan da, "Deniz Feneri davasındaki tutukluların durumunu" soruyor. Aralık 2007’de. O sırada, Türkiye’de Deniz Feneri henüz bugünkü kadar gündemde değil. Ama, o izliyor. Hem de çok yakından.

BERLİN’E SORMUYOR

Aralık 2007’de Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Mehmet Ali İrtemçelik.

Erdoğan ya da bir başka yetkili, İrtemçelik’e Deniz Feneri ile ilgili herhangi bir şey soruyor mu? Öyle ya, ilgin varsa, o ilgi masum ve meşru ise, doğru olan, Berlin’deki kendi büyükelçin üzerinden sormaktan geçiyor. İrtemçelik:

"Hayır, bana bu yönde herhangi bir talimat gelmedi."

Neme lazım, bizim büyükelçiye böyle bir talimat verip, devlet arşivine böyle bir belge bırakmak akıl kárı mı? Değil. O zaman, fırsat çıkınca Alman Büyükelçiye sormak daha yerinde.

Ama, o Alman Büyükelçi de, soruyu kripto haline getirip, Deniz Feneri ile ilgili dosyaya gönderince, yatsıya kadar yanan mum beklenmedik biçimde sönüyor. Yalan sırıtıyor.

HARBİ DELİKANLI

Erdoğan’ın Deniz Feneri ilgisi hükümet bağlantılı değil, parti bağlantılı. "Bizim arkadaşlar" bağlantılı.

Günlerce kahramanlık gösterisinden sonra, bu kabadayılığa denk düşen harbi delikanlılık, çıkıp doğruyu söylemesi. Bu davaya neden bu kadar yakından ilgi duyuyor? Neden? Delikanlı olan, bu sorunun yanıtını verir.

İkide bir söylüyor ya, "açıkla, neden, bunun altında bir şey var, ben biliyorum, sen açıkla" tehditleri. O cümle şimdi kendisine dönüyor.

Deniz Feneri üzerinden Erdoğan’ın Doğan Grubu’na yönelik saldırısı halkta nasıl etki bırakıyor? Yalanı halk fark ediyor mu?

Son seçimden bu yana, Erdoğan’ı en çok Deniz Feneri yıpratıyor. Oy oranı ilk kez Deniz Feneri nedeniyle düşüyor. Kendi tabanında kuşku uyanıyor.

Erdoğan’ın Deniz Feneri aşkı başka. O aşk, ona pahalıya mal oluyor.

Kara pazartesi mi, kara salı mı

GIRTLAĞINA kadar siyasete batmış bir ülke. Türkiye.

Siyaset de, gerçek siyaset olsa. Polemik, kavga, hırçınlık, yalan rüzgarı üzerine siyaset. İpi sapa gelmez, bir araba laf ve propaganda.

Bu arada dünya belki de 1929 Büyük Ekonomik Krizinden bu yana, görmediği bir ekonomik krize adım adım sürükleniyor.

Krizi önlemek için, ABD geçen hafta yüzyılın devletleştirmesine imza atıyor. Yetmiyor, önceki gün kara pazartesi. En büyük ABD bankalarından Lehman Brothers batıyor. Ve dünya borsaları allak bullak, Türkiye dahil.

Türkiye’de büyüme düşüyor. Üretim düşüyor. Tüketim düşüyor. Yatırımlar düşüyor. Buna karşılık, işsizlik ve enflasyon artıyor. AKP yanlısı medya bile, olumsuz haberlerde yediği fırçaya rağmen, çalan çanları haber veriyor. Kaldı ki, Lehman Brothers ile Türkiye son kırk yıldır iç içe. Genel kriz ötesinde, onun batması Türkiye için çok tehlikeli.

Türkiye ekonomik krize her geçen gün biraz daha yaklaşıyor.

Terörün en yoğun zamanında yapılan olağanüstü güvenlik zirveleri gibi, şimdi olağanüstü ekonomik zirve zamanı.
Hükümet, bürokrasi, işveren ve işçi dünyasıyla birlikte. Her şeyi bırakıp, ille de ekonomi.

Çene çalmak varken, buna vakit pek yok. Artık kara pazartesi mi, kara salı mı, geldiğinde, bakalım hangi saçma sapan nutuklar.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan darbecilere taş çıkartıyor

16 Eylül 2008
120 ülkeden 240 gazeteci Atina’da toplanıyor. 240 gazeteciden 238’i aynı soruları soruyor:<br><br>"Türkiye nereye gidiyor? Türkiye’de neler oluyor? Bu gidiş, tehlikeli. Hükümet ne yapıyor? Halk ne düşünüyor?" Dünyanın dört bir yanından Atina’ya gelen gazetecilerin merakı Türkiye. Israrla Türkiye soruları.

240’ta 238’i soruyor. İkisi hariç. O iki gazeteci Türk. Biri aramızdan yıllar önce ayrılan, o sırada Cumhuriyet Yazı İşleri Müdürü Çetin Özbayrak, diğeri ben.

1979 FİJ TOPLANTISI

Dünyada dört, beş tane uluslararası gazeteci kuruluşu var. Hepsi saygın ve etkin. Onlardan biri de FİJ, Federation of International Journalists, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu.

FİJ iki yılda bir, çeşitli ülkelerde toplanıyor. 1979 toplantısı Atina’da. FİJ’de Türkiye iki gazeteci ile temsil ediliyor. O yıllarda Türkiye’yi FİJ’de Özbayrak ve ben temsil ediyoruz.

Yukarda aktardığım Türkiye soruları 1979 Atina toplantısında. Özel sohbetlerde ve genel kurulda dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin gözleri bizim üzerimizde. Üç nedeni var.

Biri, yurt içinde günde 15-20 kişinin öldürüldüğü terör olayları.

İkincisi, ekonomik kriz. Yağdan ampule, tuvalet kağıdından benzine kadar pek çok malın bulunmadığı, yokluk içinde kıvranan bir ülkede ekonomik çöküntü.

Üçüncüsü, Kıbrıs. Herkesin Kıbrıs için yine bastırdığı yıllar.

ELİNİ HİÇ ÇEKMEDİ

Yunanlılar Kıbrıs’la ilgili müthiş lobi yapıyor. 120 ülkeden gelen gazetecileri, Kıbrıs konusunda kendi tezlerine ikna ediyor. Hepimizi Atina’dan Kıbrıs Rum kesimine götürüyorlar. Muhteşem bir ağırlama.

Çetin ve ben Ankara’yı ve Kıbrıs Türk yetkililerini arıyoruz. Yunanlılar taş koymaya kalksa da, Rum kesiminden Türk kesimine geçiliyor. Bu kez 240 gazeteciyi Türk tarafı ağırlıyor. FİJ yayınladığı bildiride dengeye geliyor.

Bir yıl sonra, bu kez dağ gibi bir sorun. 12 Eylül 1980 askeri darbesi.

12 Eylül’de FİJ elini Türkiye’den hiç çekmiyor. Üyelerini Türkiye’ye göndererek, "demokrasiye ne zaman dönüyorsunuz" baskıları. Her fırsatta aynı baskı. Demokrasiye dönüş takviminde önemli etkenlerden biri.

ERDOĞAN HABERSİZ

Geçen hafta sonunda Tayyip Erdoğan kendisini eleştiren Doğan Gurubuna yine yüklenirken:

"Üyesi oldukları uluslararası basın kuruluşu ültimatom çekmiş bana. Kimsin sen ültimatom çekiyorsun? Ne ültimatomu? Kendi oluşturdukları bir kuruluş. Kimsenin benim ülkemde kabul etmediği bir kuruluş".

IPI’yı kastediyor. Cehaletin bu kadarı Ziya Paşa’yı bile çileden çıkarır.

Erdoğan’ın dünyadan haberi yok. Ayrıca, yanında basın tarihi, basın sosyolojisi, uluslararası basın kurumlarıyla ilgili bilgiye sahip Allah’ın tek bir kulu da yok.

"Kendi oluşturdukları kuruluş" demek cehaletin son perdesi. FİJ gibi, IPI da, 120 ülkede yaygın bir kuruluş.

DARBECİLER BİLE

Türkiye’deki basın bitiyor, sıra uluslararası basın kurumlarıyla kavgaya geliyor.

Çünkü, o kurumlar Erdoğan’ı, "basın özgürlüğünü tehdit etmekle" suçluyor. Kaderin cilvesine bakın, 12 Eylül’de askerlere yaptıkları uyarı gibi.

Erdoğan, "kimsenin benim ülkemde kabul etmediği bir kuruluş" diyor. Kaderin cilvesine bakın, 12 Eylül darbesinde, askeri yönetimin bile dikkate almak zorunda kaldığı uluslararası basın kuruluşunu, Erdoğan kabul etmiyor.

Erdoğan kurumları bilmediği gibi, onların Türkiye tarihindeki rollerinden de habersiz.

Erdoğan darbecilere taş çıkartacak kadar haşin. Nedeni, cehalet.

Zahid Akman, Ramazan, Alman

DENİZ Feneri davası nedeniyle adı gündemden düşmeyen RTÜK Başkanı, eski Kanal 7’li Zahid Akman kendisini savunmak için bir TV kanalına çıkıyor.

Savunmasında mantık ara sıra geriye düşüyor. Akman eleştiriyor:

"Deniz Feneri ile ilgili yayınları, insanların yardım için kendilerini en elverişli hissettikleri Ramazan ayına denk getiriyorlar".

Mantık iflas ediyor.

1-Yolsuzluk iddiaları varsa, bunu yayınlamanın Ramazan ile ne ilgisi var? Yoo var, demek belli haberler, belli aylarda yayınlanır, diye bir kural var.

2-Dava Almanya’da. Ramazana denk getiren Almanlar. Ne de olsa, onlar Hıristiyan.

Aslında bu yayınlar bayram haftası da geçtikten sonra yapılmalı. Halkımızın neşesini yolsuzluk iddialarıyla kaçırmak ayıp.

Kışa girerken yapılsa, bu kez kış yardımları etkilenebilir. Yaz deseniz, eh yaz yardımları.

Takvime bakıyorum, yolsuzluk iddialarının yazılacağı ayları bulmakta zorlanıyorum.
Yazının Devamını Oku

İki milyar yıl sonra Venüs’te buluşalım

14 Eylül 2008
Küçük bir cam tüp içinde bir şeyler oluyor. Küçük bir cam tüp dünyaya inanılmaz bir pencere açıyor. Chicago’lu kimya öğrencisi Stanley Miller bütün elementler ve bileşimler arasında en önemli saydığı metan ve amonyağı, su ile dolu küçük bir cam tüpte bir araya getiriyor. Yıl 1955.

Deney tüpüne yüksek gerilim kablosu bağlıyor. Tüpün içindeki eriyiğe şiddetli enerji yüklüyor. 24 saat çatlarcasına bekliyor. 24 saat sonra tüpü eline aldığında, çağımızın en muhteşem buluşuna imza atıyor.

Metan, amonyak ve su karışımı yıldırım şiddetinde elektrikle birleştiğinde, biyolojik açıdan temel öğeler, proteinler oluşuyor.

Hayatın temel taşları. Canlı hücrelerin başlangıcı. (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi, cilt 1, s.178).

Cern’de dünyayı ayağa kaldıran deneyi adım adım izlerken, yıllar önce okuduğum üç ciltlik kitabı yeniden karıştırıyorum.

Cern’de yine çok şiddetli bir elektrik yüklemesiyle, ulaşılmak istenen bir evre var. Dünyanın oluşumuna yol açan Büyük Patlama’dan hemen sonraki saniyenin bir milyonda biri kadar sürenin belirlenmesi. O milyonda bir saniyenin koşullarını yaratmak. 14 milyar yıl önce meydana gelen o milyonda bir saniyede neler oluyor?

Orada olanları bilmek, bizi hayatın başlangıcındakı sırrı çözmeye kadar götürüyor. Evrenin ve hayatın sırrı o saniyenin milyonda biri kadar sürede yatıyor.

Stanley Miller’in buluşu çağ deviriyor. Ama, o buluş bir son. Oraya kadar nasıl geliniyor, mesele o. Bilinmeyen o. Cern’deki yolculuk, sondan geriye doğru.

14 milyarı geride bırakan evren, yine bir başka büyük patlamayla yok olup gidecek. Durun telaşa gerek yok. Çünkü, önümüzde daha 65 milyar yıl var. İki patlamanın arasında 80 milyar yıl geçiyor.

Pek çok güneş sistemi var. Belki milyonlarca. Her biri akıl durduracak zenginlikte, milyonlarca hayatı içeriyor. Ama önce yeni bir büyük patlama olacak, tıpkı 14 milyar yıl önce olduğu gibi. O yeni patlamanın şiddetiyle yeni bir gökte, yeni yıldızlar, yeni gezegenler oluşacak.

Yeni gezegenler, yeni hayatlar, yeni uygarlıklar.

Daha oraya gitmeden, önce Venüs. Dünya, Venüs’e çok benzeyen bir gelişme gösteriyor. Venüs’ün şimdiki hali dünyanın iki milyar yıl önceki haline çok benziyor. Venüs’teki kimyasal ve biyolojik gelişme böyle sürerse, iki milyar yıl sonra Venüs’te yeni bir hayatın koşullarının oluşması çok mümkün.

Gerçi, iki milyar yıl sonra dünya henüz ayakta. Dünyanın daha 65 milyar yıl ömrü var.

Bunun anlamı şu. Şimdi biz "Mars’ta hayat var mı" diye Mars’ın peşine düşmüşken, uçan daireler üzerine teoriler kurarken, iki milyar yıl sonra gerçekten uçan dairelerle karşılaşmak belki de sürpriz olmaktan çıkacak.

Venüs’lü kardeşlerimizle kardeş kardeş mi geçineceğiz yoksa insan oğlunun şimdi birbirini yediği gibi, onlarla da kanlı bıçaklı mı olacağız?

Ne var ki, dünyamızın önündeki 65 milyar yılında bizler sadece yeni komşular edinmekle kalmayacağız.

Örneğe bizden başlayalım. Anadolu her yıl 2.5 santim Yunanistan’a doğru kayıyor. Bu hesapla elli milyon yıl sonra, Ege Denizi artık yok. Türkiye ile Yunanistan birbiriyle iç içe giriyor. AB bizi istediği kadar almasın, elli milyon yıl sonra, biz fiilen ve fiziken AB’ye girmiş oluyoruz.

Şaka bir yana, elli milyon yıl sonra denizlerin yok olduğu, kıtaların buluştuğu bir dünyada, ülkeler nasıl ve ne biçimde var olacak, çıldırtan bir merak.

İnsanın başlangıcı tek hücreli canlılar. Henüz on beş milyon yıllık bir geçmişe sahip. İnsanın tarih sahnesine çıkması 6-7 milyon yıl önceye dayanıyor. İnsan bu arada evrim geçiriyor.

Çok değil, belki on-onbeş milyon yıl sonra yaşayacak olan insanlar, yeni canlı türü, biz şimdi maymunlara nasıl bakıyorsak, bize de onlar belki öyle bakacak. Bizler, bu halimizle belki geçiş dönemi varlıklarıyız.

Yine de, insan. Kıtalar ve denizlerin henüz anlayamadığımız patlamalarla bütünleştiği bir yerde, yine de insan. O muazzam, o akıl almaz oluşumda bir kum tanesi bile değil.

Yine de, insanın sevgisi, üzüntüsü, günlük işleri, ıstırapları, sevinçleri, heyecanları.

Cern’de büyük patlama sonrasındaki saniyenin milyonda bir zamanında neler olup bittiğini merak eden kum tanelerinden biri de benim. Nasıl etmem, iki milyar yıl sonra Venüs’le buluşacağımız anın heyecanıyla doluyum.
Yazının Devamını Oku

Türk ve Yunanlı fizikçiler birlikte

13 Eylül 2008
HASTALIK insanları kırıp geçiriyor. Hastalık hava trafiği üzerinden Japonya, Amerika ve Avustralya’ya yayılıyor. Kaos teorisi. Bir fizik teorisi. Bu teorinin sosyal bilimlere yansıması tartışılırken böyle bir örnek veriliyor. Hastalığın yayılması tam kaos.

Ya da aynı teorinin Türk diline uyarlanması. Bir paragrafta geçen sözcükler arasında matematiksel korelasyon (bağlantı) kuruluyor. O korelasyonun eğrisi çiziliyor, diğer dillerle karşılaştırılıyor. Türkçe ve Fince eğrileri üst üste çakışıyor.

Dersimiz fizik. Hem fizik teorilerinin kendi içindeki uygulamaları, hem de o teorilerin gündelik hayata yansımaları.

Zaman geriye doğru sarsa, önce matematik ve felsefeyi birlikte okurum, fizik eşliğinde. Sonra meslek seçimine geçerim.

RODOS VE TURUNÇ

Kaos teorisi yanında, dinamik sistemler, karmaşık sistemler ve fiziğin diğer alt dalları üç gündür Rodos’ta tartışılıyor.

Bugünden itibaren aynı tartışma Marmaris Turunç’ta devam ediyor. Tartışan kimler?

Türk ve Yunan fizikçiler, yarısı Türk, yarısı Yunanlı 65 fizikçi ilk kez bir araya geliyor ve fizik teorilerini, bunların sosyal hayata yansımalarını tartışıyor.

İnsanı kısır çekişmelerin dışına çıkaran, farklı düzleme taşıyan bir ortam.

Türkiye’de Kuramsal ve Uygulamalı Fizik Araştırma ve Eğitim Enstitüsü var. Bu enstitü bir sivil toplum örgütü olan Türkiye Toplum Hizmetleri Vakfı çerçevesinde faaliyet gösteriyor.

Geçen yıl bizden bir fizikçi ile Yunanlı bir fizikçi Turunç’ta aynı masada otururken, konu açılıyor.

"Ortak seminer düzenlemek, karşılıklı fizik öğrencisi göndermek, bilim alış verişinde bulunmak" fikri böyle doğuyor.

NOSTALJİ

İkisi Türk, ikisi Yunanlı dört organizatör bu fikri hayata geçiriyor. Türkiye’deki organizasyonu adı geçen enstitü ve vakıf üstleniyor. Vakıf Turunç’ta.

Seminerin Türkiye’deki finansmanını Başbakanlık ile TÜBİTAK karşılıyor. Buraya Çorum’dan İTÜ’ye kadar, çeşitli üniversitelerden fizikçiler katılıyor.

Bir hafta süreyle fizik ve fizik teorilerinin sosyal hayata yansıyan ayrıntıları, uygulamaları. Pek çok panel.

Seminer 17 Eylül akşamı sona eriyor. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden üç müzisyenin vereceği konserle. Konserde Türkçe ve Rumca şarkılar var. Eski İstanbul nostaljileri.

Bendeki nostalji matematik, felsefe ve fizik.

Dünyam değişti

GEÇEN hafta sonu Turunç’ta bir seminere katılıyorum.

Almanya Türk Toplumu (Türkische Gemeinde in Deutschland) tarafından düzenlenen bir seminer. Konu, Türkiye’de Alman, Almanya’da Türk imajı. Türkler ve Almanlar tartışıyor. Tartışmacılar arasında ben de varım.

Tartışmayı izleyen Alman ve Türklerin çoğu üniversite öğrencisi, master ya da doktora aşamasındaki gençler. Ve de anılan derneğin üyeleri.

Türk öğrencilerin bir bölümü Muğla Üniversitesinden.

Üç gün boyunca, hem tartışmaların düzeyini, hem orada bulunan genç insanları hayranlıkla izliyorum. Türkiye’nin ve dünyanın müthiş farkındalar. Olayları bilgiyle, mantık süzgecinden geçiriyorlar. Sorular yerine oturuyor, değerlendirmelerde falso yok.

TV’lerde yarışma programlarına çıkan-çıkmayan, bilgi açısından toplumda hayal kırıklığı yaratanları düşünüyorum. Bir de, geçen haftaki genç insanları ve o tartışmaları.

Dünyam değişiyor. Bana umut aşılıyor.

Futbol Federasyonu ile Hürriyet Spor

KÜFÜRBAZ Fatih Terim’in takkesi düşüyor.

Terim’in spor yazarı Osman Tamburacı’ya ettiği ana, avrat küfürler spor dünyasında günün konusu. Eleştiri kültüründen nasibini almayan, sık sık medyayla ve herkesle çatışan, haddini bilmeyen Terim, ağza alınmayacak küfürlerle kendini ele veriyor.

Olayın spor dünyasındaki yankılarına bakıyorum. Dün bütün gazetelerde olay manşetlerde. Sadece Hürriyet spor sayfası, başka olaylarla birlikte iç içe veriyor. Küfür kısmını geçiştirmeye çabalıyor. Hatta, Türkiye Spor Yazarları Derneği açıklaması bile, üç satırla idare ediliyor. "Bu da geçer" havası.

Hürriyet spor sayfası olaya böyle yaklaştığı sürece, Terim ve benzerleri spor yazarlarına daha çoook küfür etme cesareti bulabilir.

Bu arada asıl Futbol Federasyonu’ndaki suskunluk. Bu satırları dün öğleden sonra yazıyorum. O saate kadar federasyondan çıt yok.

Futbol Federasyonu ile Hürriyet Spor Sayfası el birliği içinde, küfürbaz Terim’i sanki koruma çabasında.
Yazının Devamını Oku

Merkez üssü WON-DER

12 Eylül 2008
HUZURUNUZDA bir bağlantı daha. Avusturya, WON-DER. Para akışı ve ilişkilerin bir örneği olmak üzere. Deniz Feneri üzerinden bağlantılar, aynı zamanda İslami örgütlenmenin aynası. Bir yandan ceplere para, öte yandan Avrupa’da ve Türkiye’de bizim arkadaşlara para. WON-DER tam buna denk düşüyor.

İmam Hatip mezunlarının Türkiye’de derneği var. WON-DER bunun Viyana uzantısı. W, Wien, Viyana’yı simgeliyor.

Almanya milli görüşçülere sırt çeviriyor. Sadece onların Almanya’da misyonerlik faaliyetlerinden bıktığı için değil. Asıl hayali şirketlerle halkı kandırdıkları ve her anlamda sorun yarattıkları için.

Almanya’da tutunamayan milli görüşün bir bölümü kendini Avusturya’ya atıyor. Uzun süredir Viyana’yı mekan tutuyor.

Üsleri WON-DER.

İDDİANAME SAYFA 112

Gerisi Deniz Feneri iddianamesi, sayfa 112’de:

"WON-DER adı altında kurulan ve tüzüğünde Avusturya’daki Türk öğrencilerine yardım etmeyi amaçlayan derneğin başkanı Yusuf Kara, Mehmet Gürhan’a başvurarak, Viyana’daki öğrenciler için binaya ihtiyaç olduğunu anlatmış. Bina satın alınmadan önce de, WON-DER’e yardım ediliyormuş."

İddianameye göre, bina ayda 20 bin Euro’luk taksitlerle alınıyor. İlk ödeme 300 bin Euro. Toplamı 1 milyon 300 bin Euro. Binayı satın alan Weiss Handels, Deniz Feneri bağlantılı şirketlerden biri.

Binayı satın alma kararı, Deniz Feneri sanıklarından halen tutuklu bulunan Mehmet Gürhan’a ait.

OYSA AB’DE KARŞI

WON-DER bir yandan Avrupa’daki milli görüşün merkezlerinden biri. Aynı zamanda, Deniz Feneri üzerinden toplanan paraların İslami amaçla kullanılmasının çarpıcı örneği.

Deniz Feneri’nin topladığı paralar ya dinci yayınlar yapmak üzere, TV’ler, radyolar kurmak için kullanılıyor. Ya da kendi yandaşlarına kolaylıklar sağlamak için.

Viyana valsler diyarı, bir uygarlık kenti. Bizim açımızdan başka bir özelliği var. Son beş yılda bakanların sık sık uğradığı bir merkez.

Avusturya bu olaylara ilgisiz. Buna karşı, Türkiye’nin AB üyeliğinde şahinler arasında. Bizdeki dincilere bu ilgisizlik yetiyor.

AB üyeliğinden dolayı Avusturya’yı eleştirmek onların aklına bile gelmiyor.

Küfürbaz Terim hesap verecek

İSTANBUL Cumhuriyet Savcılığına dün 2008-42195 sayı ile Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim hakkında suç duyurusu yapılıyor. Suç duyurusunda bulunan spor yazarı Osman Tamburacı.

Üç gün önce Tamburacı, her zaman olduğu gibi, TV’de spor yorumu yapıyor. Türkiye-Belçika maçıyla ilgili.

Yoruma kızan Terim, Tamburacı’yı arıyor ve ağza alınmayacak küfürler sıralıyor. Ne ana, ne avrat bırakıyor. Küfürbaz Terim’in bu macerasını dün yazıyorum.

Olayın devamı var. Tamburacı dün İstanbul Cumhuriyet Savcılığına giderek, Terim hakında suç duyurusunda bulunuyor. Savcılığa ifade veriyor.

Tamburacı, ayrıca Terim aleyhine tazminat davası açmaya hazırlanıyor.

Küfürbaz Terim’in eleştirilere karşı hazımsız olduğunu bilmeyen yok. Sık sık medyaya sataşması, onun alışkanlığı. Sataşma şimdi geride kalıyor, şimdi terbiye sınırını aşıyor, küfürbazlık dönemine giriyor.

Davalar bir yana, Futbol Federasyonu ve spor basını ne yapacak, onu merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Küfürbaz Terim şangır şungur

11 Eylül 2008
SPOR yazarı ve yorumcusu Osman Tamburacı’nın yüzü bembeyaz oluyor. "Sen ne biçim konuşuyorsun" diyerek, yerinden fırlıyor, sinirden eli ayağı bir anda buz kesiyor. 9 Eylül, önceki gün. Saat 17.54. Levent Spor Yazarları Derneği. Bir grup arkadaş sohbet ediyor. Aralarında Osman Tamburacı da var. Tamburacı derneğe gelmeden önce Sky TV’de Türkiye-Belçika milli maçına ilişkin görüşlerini anlatıyor.

Dernekte arkadaş grubu sağdan soldan söz ederken, koyu sohbet sırasında Osman Tamburacı’nın cep telefonu çalıyor.

TELEFONDA KÜFÜR

Tamburacı telefon açıyor, arayan Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim.

Konuşmaya başladığı anda sinirleri gerilen Tamburacı, telefon konuşmasını bir arkadaşına dinletmeye başlıyor.

Terim:

"Yahu Osman, biraz önce Sky TV’de konuşmuşsun, bana söylediler. Ben ne demişim? Gündem değiştiriyormuşum, öyle demişsin. Ulan bu ne biçim konuşma?"

Tamburacı
bu üslup karşısında şaşırıyor, nezaket içinde:

"Hocam, beni hep böyle zamanlarda arıyorsun, bir kere de, nasılsın, diye arasana."

Terim’de fren tutmuyor:

"Ulan ben senin bıyığını s...."

Tamburacı
yerinde fırlıyor, "Sen ne biçim konuşuyorsun" derken, sinirden zangır zangır titriyor. Milli Takım Teknik Direktörü kendini kaybediyor:

"Ulan ben senin, ananı, avradını s....".

Tamburacı
, "Doğru konuş, konuşmasını öğren" diye bağırırken, Fatih Terim galiz küfürlerini sıralamayı sürdürüyor.

Huzurunuzda Milli Takım Teknik Direktörü.

GENERAL PATTON

Bu duruma en az yedi-sekiz kişi tanık. Biri de, zaten dinliyor.

Telefon kapanıyor. Osman Tamburacı derhal avukatını arıyor. Fatih Terim’i mahkemeye vermeye hazırlanıyor. Telefon kayıtlarıyla birlikte.

Bu küfür yağmuru ve ardından mahkeme, iki özel kişi arasındaki konuşma ve devamı değil. Olması mümkün değil. Çünkü, ağız dolusu küfür eden milli takımdan sorumlu teknik direktör.

Milli takımı çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık milli takımın başında kalamaz.

Çok örnek var. Daha geçen yıl kendi yönettiği takımda futbolculara küfür eden bir teknik direktöre, bir Ankara takımı yol veriyor.

Tarihte ünlü bir örnek var. İkinci Dünya Savaşı’nın en başarılı komutanlarından General Patton. Sinirli, yerinde duramayan, ağzından ne çıkacağı belli olmayan bir general. Bir askere kızıyor, küfürle karışık, onu tokatlıyor. General Patton’ın kariyeri sona eriyor.

MESLEĞE HAKARET

Şimdi merak ediyorum.

Spor basını ve basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl tavır alacak? Olayı görmezden gelip unutacak mı, yoksa mesleğe hakaret kabul ederek, Terim’in yakasını bırakmayacak mı?

Ya Futbol Federasyonu?

Bir sinir anıdır, diyerek geçiştirecek mi, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını işletip, Terim’e teşekkür edecek mi?

O DA ÖFKELİ

Terim’e bakıyorum, üslup, tavır, çalım, o birisine çok benziyor. Başbakanı’ndan aldığı ilhamla, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, gazetecilere ders vermeye pek hevesli.

Daha önceki gün, gazetecilere yine "Çarşamba-cumartesi arası nasıl davranacağınızı hálá öğrenemediniz" diye fırça atıyor. Yazık ki, onlar da, cevap veremiyor. Terim meydanı boş buluyor. Oysa, haddini öğrenmesi gerek.

Bu yazı dün öğleden sonra yazılıyor, Belçika maçından önce. Belçika’yı istersen 10-0 yen, istersen dünya kupasına katıl, ne fark eder?

Aristo’nun Büyük İskender’e sözü bu durumlarda geçerli: Zafer veya hiç.
Yazının Devamını Oku

Yedi ülkede daha can acıtan sahneler

10 Eylül 2008
GÖRÜNTÜYE diyecek yok. Müslüman kardeşler dayanışmasının göz yaşartıcı örneklerinden biri. Din adına insanları dolandırmak, insanların dini duygularını sömürmek. Siyasetçilerin yaptığını, bu kez kalpazanlar yapıyor.

Irak, Azerbaycan, Pakistan, Nijerya, Mali, Etiopya, Yemen ve Türkiye.

Madem ki, İslam dayanışması, o zaman bu ülkelere yardım etmek gerek. Deniz Feneri Almanya’da İslam adına para topluyor. Bunlar toplanan paraların gönderildiği ülkeler. Almanya’daki iddianamenin 143 ile 151. sayfalarında toplanan paraların adı geçen ülkelerdeki macerası anlatılıyor.

220 sayfalık iddianameyi okuyorum. 151. sayfadan sonra Türkiye bölümü başlıyor. 70 sayfa tek başına Türkiye.

İddianame sadece Türkiye’ye gönderilen paraların nasıl kaybolduğunu anlatmıyor. Aynı zamanda, yukarda saydığım ülkelerde de, o paraların deve olduğu iddia ediyor.

KURBANLIK KOYUN

İddianameye göre, Deniz Feneri paraları bu ülkelere kurbanlık koyun ve sığır alımları için gönderiyor. Ancak, her ülkeyle ilgili bölümde aynı not: "Ne kadar koyun ve sığır alındığına, bunların kesilip dağıtıldığına ilişkin hiçbir belge yoktur."

Doğru, tam kurbanlık koyun. Paraların toplandığı insanları koyun yerine koyup, onları aldatmak iddiası.

Ya da örneğin Pakistan’da:

"2005 yılında yardım projeleri için eşya ve para toplandı, bunların nereye gittiği açıklanamamaktadır. (...) Pakistan’daki yardımla ilgili Türk derneğine para verildiği tespit edilmiştir. Bu paranın nereye gittiği belgelenememektedir". (İddianame, s.144-145).

ERDOĞAN’A PARA

İddianamenin 188. sayfasında Tayyip Erdoğan’a para verildiği yazıyor. Buna göre:

- Parayı, Tayyip Erdoğan’a Mehmet Gürhan veriyor.

- Alındı belgesinde verilen paranın miktarı yok.

- Para, Doğu Asya’daki tsunamiden zarar görenlere yardım için veriliyor.

Doğan Gurubu gazetelerinde bu haberler yayınlanınca, Erdoğan küplere biniyor. Aydın Doğan’ı düşman ilan ediyor. Bizleri de, hiç sıkılmadan, para karşılığı Aydın Doğan’ın silahşörleri olarak niteliyor.

Oysa, bu Doğan Gurubu gazetelerinin icat ettiği bir haber değil. Özel bir haber hiç değil. Alman mahkemelerinde gün gibi ortada dolaşan bir haber.

"Haydi, şu Tayyip’e bindirelim" kastıyla pişirilen bir haber değil. Hatta, sıradan bir gazetecilik olayı.

İŞ ULUSLARARASI

Bu sonuçta bir iddianame. Ama, uluslararası boyutta. Öylesine yaygın olunca, arkası gelecek. Muhterem Tayyip Bey öfkesinden kendisini istediği kadar kaybetsin, Almanya’daki dava, onun deyimiyle, "bu hamur daha çok su kaldıracak".

Hamur su kaldırdıkça, Tayyip Bey’i izlemeye devam edin. Kendisi öyle diyor ya.

Türkiye’den yeni can acıtacak sahneler. Ayrıca, yedi ülkede daha.

Yolsuzluk haberlerine hep kızdı

ÜÇ yıl önce. AKP yöneticileri ve milletvekillerinin Ankara dışında ortak toplantısı.

MKYK üyesi Ayşe Böhürler ki, aynı zamanda gazeteci ve araştırmacı, toplantıda söz alıyor:

"Pek çok yerde AKP’liler sebepsiz zenginleşiyor. Halk bu zenginleşmenin farkında".

Bir anlamda yolsuzluk yapıldığına ilişkin kaygı. Elde kanıt yok, ama görünen o ki, bazı AKP yöneticileri, yerel ilişkilerle eskiye göre daha farklı bir yaşam tarzı sürmeye başlıyor. Ayşe Böhürler uyarmak gereğini hissediyor.

Tayyip Erdoğan kendi ekibinden birinin bu gözlemine önce çok kızıyor. Daha sonra, Böhürler ile özel görüşüyor.

Yolsuzluk iddiaları nedense Tayyip Erdoğan’ı başından beri çok kızdırıyor. Oysa, iddiaya konu olan kişi ve kurumları savunmak yerine, iddiaların üstüne gitse, ülkeye kazanç sağlar. Aynı zamanda kendi hanesine.

Üç yıldır aynı hikayeler.
Yazının Devamını Oku

O şimdi Başbakan şimdi o Araf’ta

9 Eylül 2008
"Tarık, sen ki, bir Emevi çadırında doğdun, şimdi İspanya saraylarının hazineleri önündesin, Tarık sen nereden geldin, nereye gidiyorsun?" Abdülhak Hamid’in Tarık Bin Ziyad’ı anlattığı tiyatro eseri. Tarık Bin Ziyad gemileri yakıyor ve Endülüs’ü işgal ediyor. Saraydaki ünlü tiradında, geldiği yere kendisi de inanamıyor. "Sen nereden geldin, nereye gidiyorsun" sorusu.

Tayyip Erdoğan’ın ruh halini anlatan bir soru.

Kasımpaşa’dan başlayan yolculuk, imam hatip okulu, şöyle böyle bir yüksek okul, yabancı dili geçiniz, aniden Schröder, Sarkozy, Putin, Tony Blair, Bush, Zapatero ve devamı. Onların yaşadığı yerler, dinledikleri müzik, okudukları kitaplar, genel tavırları Tayyip Erdoğan’a teğet geçmiyor.

Gördüklerinin altında ezilirken, sık sık:

"Tayyip, sen ki Kasımpaşa’dan çıktın, şimdi dünya liderleri ile birliktesin. Tayyip, sen nereden geldin nereye gidiyorsun."

Çevresinin bu gaza katkısı sonsuz. Ümitsizliğin başlangıcı.

Her konuşmasında "ben, ben Başbakan olarak, benim Bakanım, benim valim, ben bakanımı gönderdim" söyleminde sabitleşen, tehlikeli bir ruh hali. Kendini yetersiz görmeyle ateşlenen bir hırs hali.

EMİRLE YAZAN ALÇAKTIR

Aynı yetersizlik şimdi medyaya patlıyor. Ve bizlere, köşe yazarlarına, Erdoğan’ın deyimiyle, silahşorlara.

Para karşılığı, emirle yazı yazıyormuşuz.

1- Emirle yazı yazan alçaktır. Herhangi birisinin, o birisi patron olabilir, bir tanıdık olabilir, aynı dünyanın insanı olabilir, fark etmez.

2- Erdoğan emeğe saygısızlık yapıyor. Her yazı bir emek ürünü.

3- Köşe yazarı mutlaka silahşor olacak. Erdoğan’ın ya da patronun silahşoru. Ona göre, köşe yazarlığı gerçekleri taraftarı olduğu gruba göre yazmak anlamına geliyor. Demokrasi ve çoğulculukla uzak yakın ilişkisi yok. Diktatoryal bir heves.

4- Demek ki, kendisine bağlı medya, ona silahşorluk yapıyor. Daha da kötüsü, silahşorluğu onlardan isteyen Erdoğan. Zaten AKP medyasına bakınca, Erdoğan’a hak vermek gerek.

EN BÜYÜK PATRON

Erdoğan neden bu kadar sinirli?

Deniz Feneri harberlerinden yola çıkarak, saldırı kampanyası başlatmak, onun en zayıf noktası. Çünkü, olay Almanya’da hazırlanan bir iddianame. Suç, bu olayları haberleştirmek.

Deniz Feneri, Erdoğan’daki Tarık Bin Ziyad halini geri getiriyor.

Seçimlerde aldığı yüzde 47 oy, Erdoğan’ın kimyasını bozuyor. Yüzde 47, o güçlü, o şimdi Başbakan, onu kimse eleştiremez. O şimdi Araf’ta. Madem ki, yüzde 47, o her şeye muktedir. Çoğunluk diktasına giden yolun ağzı.

Yok Şaban Dişli, yok Gaziantep, yok Batman ve derken Deniz Feneri gibi yolsuzluk iddiaları, Erdoğan’ın sağında solunda patlayan mayınlar gibi.

Toplumdaki kaleleri tek tek ele geçiriyor. Ama işçi sendikası, ama futbol federasyonu, ama RTÜK, ama YÖK, ama medya. Tayyip Erdoğan şu anda en büyük medya patronu. Söz geçiremediği yere, diş geçirmeye çalışıyor.

Tarık Bin Ziyad vaziyeti, aynaya baktıkça, hep kendisinin övülmesini istiyor ve bekliyor. Olmayınca, çılgına dönüyor.

85 yıllık Türkiye Cumhuriyeti böyle bir Başbakanla ilk kez karşılaşıyor.

Olli Rehn’i ve ötekileri arıyorum

HER derde deva, AB Komiseri Olli Rehn herhalde tatilde.

Türkiye’de yaprak kımıldasa, demokrasiyle ilgili mangalda kül bırakmayan Olli Rehn’nin, Erdoğan’ın medyaya saldırısında çıtı çıkmıyor.

AB’de medyayla böylesine kavga eden bir başka Başbakan var mı? Hani, AB’nin demokratik değerleri, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü. Üstelik, bütün suç, aktarılan bir iddianame.

Sadece Olli Rehn mi? AKP kapatma davası sürecinde demokrasi aslanı kesilen Avrupa Konseyi Başkanı nerede? Nerede o AB ülkelerinin arka arkaya demokrasi tanımlarını içeren açıklamaları?

AB’yi küçük düşüren bir suskunluk.
Yazının Devamını Oku