Yalçın Doğan

Pis, yolsuz, şeffaf değil

8 Ekim 2008
EN temiz üç ülke Danimarka, Yeni Zelanda, İsveç. En pis üç ülke Somali, Irak, Myanmar.<br><br>Türkiye son 10 yılda sadece 1 puan ilerliyor. 180 ülke arasında 58. sırada. Temizlik ve pislik şeffaflık anlamında. Yolsuzlukların en az olması anlamında ya da yolsuzluk varsa da hemen üstüne gidilmesi anlamında.

"O bizden" mantığı ile koruyucu kanatları altına almak yok. Tersine, dışına çıkarmak var. Ama, bu Şaban Dişli, ama Deniz Feneri, ama Kilis’de bir milletvekili oğlunun sünneti için stadyumun düzenlenmesi, hiç farketmiyor.

DÜNYA ÖLÇÜSÜ

Uluslararası Şeffaflık Örgütü. Her yıl yolsuzluğu algılama endeksi yayınlıyor. 180 ülke değerlemeye alınıyor.

Ülkeler sıfırdan ona kadar bir ölçeğe göre sıralanıyor. Ölçek ona yaklaştıkça, temiz ülke, yolsuzlukların üstüne giden ülke.

İlk temiz ülkenin puanı 9.3, sonraki en pis ülkenin puanı 1, Türkiye’nin puanı 4.6.

Yani pis, şeffaf değil, yolsuzluklara göz yumuyor.


Aynı zamanda yoksulluğa işaret ediyor. Yolsuzluk, yoksul ülkelerde daha çok.

Pis ise, şeffaf değilse;

a) Yolsuzluk var

b) Yoksulluk var

Uluslararası ölçü ortada. AKP bize yalan söylüyor.

YÜZDE 47 YETMEZ

Uluslararası Şeffaflık Örgütü 2008 Türkiye rekoru Tayyip Erdoğan’ın mantığını, söylemini ve iddiasını çökertiyor.

Tayyip Erdoğan demokrasinin ölçüsü olarak aldığı yüzde 47 oyu sık sık dile getiriyor. Oysa, şeffaflık raporu:

"Türkiye yine sınıfta kalmıştır. Türkiye’nin notu, yolsuzluk algısının daha az saptandığı ülkelerin notunun yarısı kadardır.

Bu durum, Türkiye’nin şeffaflaşması ve demokratik gelişimini büyük ölçüde engellemektedir."

İnsanlar demokrasiyi böyle ölçüyor, alınan oy oranı ile değil. Oy oranı iktidara gelmenin aracı, demokrasinin değil.

Tayyip Erdoğan
’a çok uzak bir anlayış.

Ortaya ne zaman yolsuzluk iddiası atılsa, Tayyip Erdoğan sinirleniyor. Demokrasiyi anlamadığı, bilmediği için.

Yaşadığımız ne kadar olumsuzluk varsa hepsi bu anlayışın türevi.

Hani herkesin cumhurbaşkanıydı

ESKİŞEHİR’de şehit cenazesine katılan Abdullah Gül’ü bir vatandaş protesto ediyor. Doğru, eğri, haklı, haksız.

Perde ondan sonra açılıyor.

Gül
buna sinirleniyor, önce "ne diyorsun sen" diye karşılık veriyor, ardından polislere o kişinin yakalanmasını işaret ediyor.

Gül, Çankaya’ya çıktıktan sonra ne diyor: "Ben herkesin Cumhurbaşkanı olacağım."

Yani, onu alkışlayanın da, onu protesto edenin de. Herkesin Cumhurbaşkanı olacağını geçelim üstüne üstlük polislere işaret ediyor, o kişinin gözaltına alınması için.

Gözaltı yetmez, adamı iyice bir dövmeli, kolunu bacağını kırmalı, Eskişehir’den sürmeli.

Hoşgörü, demokrasi anlayışı,demokratik algılama devletin en tepesinde süzgeçten bile geçmiyor. Olsa olsa Çankaya’ya teğet geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Aktütün güncesinde son yaprak

7 Ekim 2008
BAKIŞLAR havalanan helikopterde. Helikopter hafif irtifa kaydediyor, aşağıda esas duruştaki askerler de, helikopterle birlikte hafifçe yükseliyor. Biraz daha yükseklik, esas duruş bozulmuyor, hepsi yerlerine çakılı, ama sanki onlar da, helikopterle birlikte yükseliyor. Demir kuş uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, uzaklaşıyor, geride kalanların bakışları donuyor. Bir süre sonra, aynı bakışlar sarp dağların zirvesine ya da yamaçlarına karışıyor.

Bir adım, sadece bir adım atıyorum, orası İran. Bir geri adım atıyorum, Türkiye’ye dönüyorum. Kuş uçmaz, kervan geçmez dağların çatala aldığı kayalıklar geniş bir vadiye bakıyor. Orada bir sınır karakolu.

O karakola PKK saldırıyor. Çatışma ve şehitler. Saldırı sonrasında, karakola gidiyoruz. Karşımızda savaştan çıkmış askerler.

Biz, bir gazeteci grubu, o dönemde en büyük paşayla birlikte, karakolu ziyaret edip, oradan ayrılırken, geride kalan askerlerin bakışları belleğime çakılıyor. Her baskında aynı bakışlar, peşimi bırakmıyor.

KARAKOL YERİ

On beş yıl önce, orada. Bugün gibi hatırlıyorum. Soru şu:

"Burada karakol olur mu?"

Verilen yanıtlar, "karakol yerlerinin gözden geçirilmekte olduğu". On beş yıl önce.

Hiç kaçarı yok, karakol olacak. Ama, yeri ve sağlamlığı ve korunması. nerede ve nasıl?

Aktütün Karakoluna saldırı sonrasında, üzerinde en çok durulan konulardan biri.

1984-2008, Türkiye yirmi dört yıldır PKK terörüyle yaşıyor. Yirmi dört yıldır terörle mücadele ediyor. Hálá, karakol yerini ve korunmasını tartışıyor.

SINIR ÖTESİ

En çok duyduğumuz sözlerden biri. "Bataklık Kuzey Irak’ta, terörü önlemek için bataklığı kurutmak gerek."

Bataklığa ilk büyük harekat on beş yıl önce. 35 bin askerle, Kıbrıs Barış Harekatını saymazsak, Cumhuriyet tarihinin en büyük sınır ötesi harekatı. Onu başka sınır ötesi operasyonlar izliyor.

Son bir yılda ise, Amerika ile istihbarat paylaşımı sonucu, arka arkaya havadan harekatlar birbirini izliyor. Her harekat sonrasında, bombalanan PKK hedefleri, kampları ekrana geliyor. İyi, güzel.

Peki, son saldırıda bu teröristler nasıl oluyor da, hálá Kuzey Irak’taki kamplardan geliyor? Onlar bombalanmamış mıydı? Yok edilmemiş miydi? TV ekranlarında biz onları görmedik mi?

Ya da bir başka yerden mi geliyorlar?

KİMSE KANMIYOR

Önceki gün Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Hasan Iğsız, önemli bir açıklama yapıyor, "Kuzey Irak yönetimi PKK’ya altyapı ve lojistik destek sağlıyor" diyor.

Kuzey Irak’ta Barzani tam sahtekar. Saldırıyı kınayan açıklamalar yapıyor. Irak Cumhurbaşkanı Talabani de, aynı tonda kınamalar vs.

Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, Talabani’yi Ankara’da ağırlıyor. Görüşmeler sonrasında anlı-şanlı nutuklarda, Türkiye-Irak, teröre karşı işbirliği ve dostluk ve ahde vefa ve iyi niyetli komşuluk ve daha bilmem ne palavraları.

Abdullah Gül New York’ta Talabani ile son görüşmesi sırasında, pek tabii ki, çok verimli geçen görüşmeler ışığında, Irak’ı ziyaret etme kararı alıyor.

Abdullah Gül, Bağdat’a gidecek, onuruna verilecek yemekte, iki ülke arasında teröre karşı mücadelede işbirliği tekrarlanacak, kararlılık andı içilecek, şerefe portakal kadehleri kalkacak.

Kadehler daha masaya konulurken, gelen bir haber, "... Karakoluna yapılan saldırıda, Kuzey Irak’tan sızan teröristler..."

Siz kimi kaldırıyorsunuz? Aktütün güncesinde son yaprak gibi.
Yazının Devamını Oku

Çevirmenin gözlerinden yaşların aktığı an

5 Ekim 2008
Savaş bittiğinde, Grass evine dönüyor. Yenilgi sırasında evleri Rus işgalinden geçiyor. Grass annesine soruyor: Ruslar geldiğinde nasıldı? Ruslar size?... Annesi ağzını kapatıyor. Silahı eline hiçbir zaman almıyor. Emir üstüne emir yağıyor, yine almıyor. Oysa asker, savaş için silah altında.

Ceza olarak patatesleri o soyuyor, mangasında sıraya çağrılıyor, emir üstüne emir yağıyor, silahı eline yine almıyor.
/images/100/0x0/55ea40a2f018fbb8f8741735
Ceza olarak, tek başına saatler süren yat-kalk talimine katlanıyor, haşarat kaynayan kovayla ekibin kullandığı tuvaleti temizliyor, çukurdan pislikleri topluyor, manganın çizmelerini parlatıyor, sıraya çağrılıyor, silahı eline almayı yine reddediyor.

Ceza olarak, dayak atılıyor, yatağı ıslatılıyor, elbiseleri paralanıyor, sıraya çağrılıyor, emir üstüne emir yağıyor, silahı eline yine almıyor. Oysa, asker ve savaş için silah altında.

O asker bir istisna. İstisna olmak, aslında reddetmesini bilmek.

Nobel ödüllü Günter Grass’ın biyografik romanı "Soğanı Soyarken", savaş, faşizm ve hayatın her yönüyle iç içe giren yaşanmışlıklar zinciri. Grass anılarını aktarırken, soğanı soyuyor, soğanın her kabuğunda yeni bir serüven, yeni bir anı. Soğanı soyarken, insanın gözleri yaşarıyor. Grass’ın söylediği gibi.

Roman, Almanya’da ve dünya edebiyatı çevrelerinde büyük tartışma yaratıyor. Çünkü, Grass ilk kez bu derece açık biçimde, Nazi gençliği içinde yer aldığını itiraf ediyor. "Genç Nazi’ydim, sonuna kadar inançlıydım. Kendimi temize çıkarmak için, bizi kandırdılar bile diyemem. Hayır, kandırılmaya ben izin verdim." (s. 38)

ÖLÜMLE BURUN BURUNA

Nazi olmanın coşkusunu yaşarken, ödül alacağı kesin olan, Nasyonal Sosyalist gazetenin yazı yarışmasına ka-tıl-mı-yor. İleriyi düşünüyor, yazarlık kariyerine gölge düşebilir, kaygısıyla. Evrensel olabilmek bu olsa gerek. Sadece yazar olarak değil, evrensellik, insanlık hallerine örnek olmak açısından. Yanlışlık olmasın, o sırada henüz 18-19 yaşında.

Grass birliğini kaybediyor, orman içinde kayboluyor. Tek başına. Karşıda Rus askerleri. Onların konuşmalarını duyacak kadar yakın. Ölümle burun buruna. Ruslar ağaçların ve çalılıkların arasında "düşman" arıyor. O da, bir çalılığın içinde, ağaçların arasında. Ölüm tuzağını çoktan kurmuş, kurtuluş bir mucize ki, sonra gerçekleşiyor, ama o yine de ölüme beş kala "ağaçların reçine kokusunu" içine sindirmekle meşgul. (A.g.k., s.122).

Tıpkı, Çelebi Mehmet’in huzurunda, kendisini idama götüren ölüm fetvasını dinlerken, Şeyh Bedrettin’in, "mermer bir çeşmeye akan çırılçıplak su sesini" duyması gibi.

Evrensellik böyle bir şey. Romanı, daha doğrusu, Grass’ın yaşamını evrensel kılan bu ayrıntılar.

İkinci Dünya Savaşı’nın gaddar tarafı Almanlar. Ancak, savaşın arka planında acı çekmiş, savaşın darmadağınık ettiği, yerinden yurdundan sürdüğü Almanlar var. Savaş bittiğinde, Grass evine dönüyor. Yenilgi sırasında evleri Rus işgalinden geçiyor. Grass annesine soruyor: "Ruslar geldiğinde nasıldı? Ruslar sizi..."

DEFALARCA TECAVÜZ

Annesi ağzını kapatıyor, "Geçti bunlar, özellikle kız kardeşin için bu kadar soru sorma, sormakla bir şey düzelmez, hayattayız, geçmiş geçmişte kaldı." (s. 244)

Geçmiş korkunç. "Annem Rus askerleri tarafından nerede ve kaç kere tecavüze uğradığını ortaya koyan bir cümleyi asla ağzına almadı, kız kardeşimi korumak için, onun yerine kendisini sunduğunu annemin ölümünden sonra, kız kardeşimin dolaylı sözlerinden anladım. Kelimeler yoktu." (s. 245)

Kitabı Türkçe’ye İlknur Özdemir çeviriyor. Özdemir, daha önce pek çok çeviriye başarıyla imza atıyor. Kendisinin de bir öykü kitabı var.

Kitabın sonuna doğru, Grass’ın annesinin ölümünü anlattığı bir bölüm var. Annesine ağıt. (s. 333-34). Annesi son nefesini verirken, Grass’ın gözünün önünden bütün bir hayat ve savaş geçiyor. O cephede, hatta yaralanıyor.

Annesi cephe gerisinde ama, en büyük insanlık acılarından birini yaşıyor. Düşman askerlerinin tecavüzüne uğruyor. Kızını korumak adına. Hayatta kalabilmek adına. "Yaşamak, yani ağır bastığından".

Çevirmen İlknur Özdemir o bölümü çevirirken, gözyaşlarını tutamıyor.

Gerçek mutlaka bu kadar insafsız mı olmalı?
Yazının Devamını Oku

O para zinhar içeride kalsın

4 Ekim 2008
İNGİLİZ kilisesinde ayin var. Haç çıkartırken: "İn nomine Patris, et Filii, et Spiritus Sancti, Amen"<br><br>Yani, baba, oğul ve kutsal ruh adına, amin. Latince dua orada kalıyor, ayinde yakarış günümüze uzanıyor:

"Tanrım, bizim piyasamızı krizden korumamıza yardım et. Hepimizi bu afetten sen uzak tut Tanrım."

Yabancı TV’lere yansıyan bu sahne birebir böyle ve gerçek. Papazlar dua ediyor. Halk kilisede toplanmış, ellerinde İncil, duaya eşlik ediyor.

İngiltere’den aktarılan bu sahne, mali krizde işin Allah’a kaldığını gösterirken, TV’lerdeki ikinci sahne, krizin kiliseyi çoktan geride bıraktığını kanıtlıyor.

New York’ta anlı şanlı finans kurumlarında uzmanlar masalarını topluyor, işlerini bırakıyor.

Umutsuzluğun ilanı gibi.

ÇİN VE HİNDİSTAN

İngiltere ve Amerika’daki bu iki sahneye üçüncü sahne ekleniyor.

Asya’da alevler.

Belli süre direnen Asya, şimdi krize boyun eğmekle karşı karşıya. Krizin Asya’ya sıçramasında iki dev yaralanıyor. Çin ve Hindistan.

Krizin bu iki ülkeyi tehdit etmesi, Amerika ile birlikte, dünyayı bir anda ateş topuna çevirmesiyle eş anlamlı. Şimdi dünya, Amerika, Avrupa ve Asya ile birlikte o topun nereye, nasıl yuvarlanmakta olduğunu izliyor.

İzlerken, topu nasıl durdurabileceğini sürekli düşünüyor.

SİYASETÇİ GAFI

Dünya krizle ayağa kalkmışken, Amerika yeni başkanını arıyor. Önceki akşam ABD’nin iki başkan yardımcısı adayı TV’de tartışıyor.

Hayır, krizi değil, Irak’ı. Amerikan başkan yardımcısı adayları, Cumhuriyetçi ve Demokrat adaylar Irak’ı tartışırken, Amerikan halkı, bu tartışmayı canlı yayınlayan TV’lere tepkilerini iletiyor. "Bunlar ne diyor" küfürleriyle karışık.

İnsanlar krize çözüm formülleri beklerken, onların Irak’ı konuşmasına, halk müthiş öfkeli.

Siyasetçinin olayı sakinleştirme çabası normal. Ayrıca, doğru. Ancak, eğer ortada sakinleşme yönünde gelişme varsa. Yoksa, üzerine gitmek zorunlu.

Tayyip Erdoğan’ı dinliyorum dün. Elinden geldiği kadar, sakin mesajlar verme çabasında. Doğru.

Ancak, dört bir yanı sarmakta olan yangından kendi evini kurtarmanın güçlüğü de ortada. İlk işaret geçen gün hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’ten geliyor:

"Krizin bizi etkilememesi düşünülemez, her türlü tedbiri alıyoruz."

Bilinen, yuvarlak bir geçiştirme.

BORÇ 160 MİLYAR

Amerika, Avrupa, Asya derken, krizin Türkiye ayağında rahatsız eden iki nokta var.

1- Batan yabancı bankaların Türkiye’deki ortakları. Türk ortaklar aynı zamanda reel sektörde. Mali kriz-reel sektör bağlantısı. İnce, hassas ve çok tehlikeli.

2- Türkiye’de özel sektörün 160 milyar dolar borcu var.

Şu anda Türkiye’deki yabancı bankalar, Türkiye’deki sermayelerini çekmeyi düşünmüyor. Çok olumlu.

Bu durumda, hükümetin yapması gereken acil iş, o paranın Türkiye’de kalmasını sağlamayı sürdürmek.

Kritik durumlarda Tayyip Erdoğan’ın klasik cümlesi var: "Çalışmalarımız devam ediyor."

Bir çalışması varsa, çalışma bu parayı zinhar Türkiye’de tutmaktan geçmeli.

Yoksa...
Yazının Devamını Oku

Yüzde 42 yabancı payında 12’ye 5 kala

3 Ekim 2008
ALLAH’ım sen ne büyüksün.Allah’ım bize bahşettiğin Şeker, pardon Ramazan Bayramı münasebetiyle gavur milletinin içine düştüğü mali krizden bizi kurtardığın için sana bin şükürler olsun. Allah’ım şu mümin kullarının dualarını kabul eyledin, biz de sana layık olabilmek için, fırsat bu fırsat dedik, kepenkleri on gün kapattık. İyi de, tatilin de süresi var. Şunun şurasında üç gün sonra, katı gerçeklerle yüz yüze gelmek kaçınılmaz. Yürekler ağızda, herkesin aklında aynı soru.

Batan ya da kurtarılan bankalar arasında bizim ortaklarımız var. Ortak batarken, sen yırtar mısın? Ortak batıyorsa, sen yakayı sıyırır mısın? Sen sıyıramazsan, bataklığa ben de sürüklenir miyim?

Sorular bu kadar hayati. Amerika’daki mali kriz şimdi Avrupa’da. Avrupa’da kurtarılan bankalar arasında, şu anda bizimle içli dışlı olanlar var.

SATIŞTA BALAYI

Son beş yıl içinde Türkiye her alanda en ciddi özelleştirmelere imza atıyor.

Bazılarında uyarılar yapılıyor, boşuna. "Babalar gibi satarım", özelleştirme rekorunun sloganına dönüşüyor. Amaç, bütçe açığını kapatmak.

Bu arada bankalar yabancılarla ortaklıklar kuruyor. O ortaklıkların her biri, parlayan yıldız Türkiye’nin muhteşem atılımına bir örnek daha diye tanıtılıyor.

Gazete manşetleri ekonomik mucizeye adım adım yaklaşmanın, iki yüz yıldır yakalayamadığımız büyük kalkınma hamlesinde burçlara bayrak dikmenin heyecanıyla dolu. Her yeni banka ortaklığı, zafer şarkılarıyla taçlanıyor.

Özelleştirmede ve yabancılarla banka ortaklıkları kurmakta Türkiye’de tam balayı yaşıyor.

ÇOMAK SOKANLAR

Tek tek saymak istemiyorum.

Hangi yabancı banka, bizde hangi banka ile ortak, bu biliniyor. İsim vermek istemiyorum. Aynı zamanda reel sektörde faaliyet gösteren guruplara ait bankaların ortaklıkları. Bizdeki tehlikenin asıl kaynağı bu.

Banka ortaklıkları öyle bir hal alıyor ki, yabancılar Türk mali sisteminin yüzde 42’sini ele geçiriyor. Dünya rekoru. En ileri kapitalist ülkelerde bile görülmeyen bir oran.

Bu arada birileri kıyıdan, köşeden uyarıyor. Yüzde 42’si yabancıların denetiminde bulunan bir ekonomi, her an, her türlü tehlike ile karşı karşıya kalabilir, diye. Ama nafile. Uyaranlar, baş döndüren zafer çığlıklarına çomak sokmakla suçlanıyor.

Ne zaman ki, Amerika’da mali kriz başlıyor, herkesi bir telaş alıyor.

Bizim mali sistemde yüzde 42’lik paya sahip olan yabancılar arasında, dünyada batan bankalar da var.

Saatler on günlük tatilde bizim için tatsız bir yerde duruyor. 12’ye 5 kala.

Pazartesi ve sonrası, Allah Kerim.

Sandığa gitmeyenler AKP’li değil

ŞİMDİ somut bir tartışma var, somut arayışa paralel. İstanbul’u AKP’den almak.

Dün 2004 yerel seçiminde İstanbul’da partilerin aldıkları oyları veriyorum. Bugün yeniden hatırlatıyorum. AKP bir milyon 960 bin, CHP bir milyon 240 bin. Devamı var.

Önemli olan çok başka bir rakam. Sandığa gitmeyen iki milyon 360 bin kişi var. Mart’ta seçimi kazananı belirleyecek olanlar, sandığa gitmeyen bu kitle.

AKP’liler sandığa gidiyor. AKP’liler kişisel olarak sandığa giderken, AKP örgüt olarak, kendi yandaşlarını sandığa taşıma becerisini gösteriyor. AKP tam kadro sandığa gidiyor.

Sandığa gitmeyenler AKP’liler değil. AKP dışında bir partiye oy verenler. Genellikle, partisini arayan sol seçmen.

Önümüzdeki seçimin kaderi sandığa gitmeyen sol seçmenin elinde. İstanbul’u AKP’den alacak olanlar, sandığa gitmeyenler.
Yazının Devamını Oku

Ulusoy, Satıcı, İstanbul’u Kurtarmak

2 Ekim 2008
KİM, mesela Başaran Ulusoy. Türkiye Seyahat Acentaları Birliği Başkanı. Turizmci, yatırımcı, başarılı iş adamı. Ağzı iyi laf yapıyor.

Kim, kim, mesela Oğuz Satıcı. Türkiye İhracatçılar Meclisi eski başkanı. Kendini bilen, söylediği sözün ağırlığı olan, başarılı iş adamı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için CHP’den aday olabilirler mi?

Oğuz Satıcı
ya da Başaran Ulusoy.

Tatil nedeniyle İstanbul dışındayım. Ege’de, deniz kıyısında bir kasaba. Kime rastlasam, konu aynı, sorular ve kaygılar aynı:

"Kemal Kılıçdaroğlu çok başarılı, umarız, engellemeye ya da başka bir göreve getirmeye kalkmazlar, mesela İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday göstermek gibi".

CHP üzerindeki ölü toprağını kaldıran Kılıçdaroğlu, şimdi halkın gözdesi.

HER YERDE KILIÇDAROĞLU

Bu tek cümle iki kaygıyı dile getiriyor.

1- Kılıçdaroğlu başarılı ya, hemen önünü kesmek gerek. Ne de olsa, devlet partisi CHP var karşımızda. Saray darbelerine uzak değil. Kıskançlıklar, çekemezlikler, laf dolandırmalar CHP’nin eti, kemiği. Kanına girmiş bir kere.

2- Ya da madem başarılı, o zaman daha farklı bir göreve getirerek, belki de olmayacak şeyleri Kılıçdaroğlu ile elde etmenin peşine düşmek.

Sokaktaki adam, her iki şıktan da rahatsız. "Onun yeri şimdi iyi" diyor da, başka bir şey söylemiyor.

Uzun, ama çok uzun bir süredir, sokaktaki adamın CHP’li bir politikacıyı böylesine savunduğunu ilk kez görüyorum. Deniz kıyısında bir lokantada, dağ başında bir benzin istasyonunda, küçük bir kasabanın orta yerinde.

Her yerde Kılıçdaroğlu. Ne dedi, neyi, nasıl dedi ayrıntısını pek net bilmeden, sadece Kılıçdaroğlu.

ESİR İSTANBUL

Yaklaşan yerel seçimler nedeniyle, tartışmaya ilk giren yer İstanbul. 1994’den bu yana RP, AKP çizgisine esir düşen İstanbul. Bir zamanlar solun kalesi İstanbul.

İlk bakışta, hele de AKP’nin varoşlarda bitmez tükenmez çalışmasını görünce, kadın ve gençlik kollarının ara vermediği didinmesini bilince, İstanbul’u AKP’den kurtarmak zor görünüyor.

Oysa, hiç öyle değil. Geçenlerde CHP eski milletvekili ve PR uzmanı Bülent Tanla ile sohbet ederken, o son yerel seçim rakamlarını ortaya döküyor. Çok çarpıcı.

İstanbul’u AKP’den almak işten değil. Üç koşulu var.

KURTULUŞ ŞARTLARI

Bülent Tanla’nın hatırlattığı rakamlar, CHP iddiasının anahtarı.

2004 yerel seçimlerinde İstanbul’da AKP bir milyon 960 bin, CHP bir milyon 240 bin, SHP 150 bin, DSP 57 bin oy alıyor.

AKP ile CHP arasında 720 bin oy farkı var. Ama, mesele başka yerde.

Aynı seçimde iki milyon 360 bin kişi sandığa gitmiyor. Bu müthiş bir rakam, seçimi çevirecek bir rakam. İstanbul’u almanın yolunda üç koşul:

1-Sandığa gitmeyen iki milyon 360 bin kişiyi harekete geçirmek.

2-İyi bir aday göstermek.
Örneğin, Başaran Ulusoy adını duyuyorum. Örneğin, Oğuz Satıcı adını duyuyorum. İkisi de, iyi aday, artık kim kabul ederse. Ya da yine iyi bir başka aday.

3-Adayı hemen göstermek, hemen yarın. Arı gibi çalışmak, CHP İstanbul örgütünü harekete geçirmek.

Şurada beş ay var. Beş ayda bu iş olabilir. Genel merkezdeki ayak oyunlarından fırsat kalırsa, genel başkanın Salı vaazlarından zaman kalırsa, parti olarak CHP, İstanbul’u kazanacağına inanırsa. Bu inanca hırsla asılırsa.

İstanbul’u AKP’den kurtarmak, AKP’den Türkiye’yi kurtarmanın yolunu açacak güçte. CHP buna inanıyorsa.
Yazının Devamını Oku

80’li, 90’lı yılların aşkı şimdi hicran

1 Ekim 2008
ZORUNLU izinler başlıyor.Ramazan, Şeker derken, tatil aramızdan bazıları için uzuyor. Bizde bazı şirketler tatili uzatıyor, işçilerine izin veriyor. Üretim düşüyor. Otomotiv sektöründe.

Amerika’da başlayan mali kriz, kendini Türkiye’de hissettirmeye başlıyor. "Biz sağlamız, bize bir şey olmaz" türünde palavralara kimsenin kulak astığı yok. O nutukların palavra olduğunu ilk yaşayanlar otomotiv sektöründe çalışan işçiler. Zorunlu izne çıkanlar.

Krizin bizdeki ilk durağı otomotiv sektörü. İkinci durak, beyaz eşya, üçüncüsü tekstil.

Bizde kriz bu üç sektörü vuruyorsa, gerisini koyuver gitsin.

PAHALIYA PATLIYOR

Partizanlık, siyasal hırs, partisel çelme dünyanın her yerinde var.

Son örnek, Amerikan Temsilciler Meclisi. Bu çelme hem Amerika’ya, hem dünyaya çok pahalıya patlamak üzere.

Amerika aylardır, 1929 benzeri bir ekonomik bunalımın eşiğinde, çalkalanıyor. Bazı bankalar ve sigorta şirketleri devletleştiriliyor, yetmiyor, 700 milyar dolarlık yeni bir devletleştirme paketi önceki gün ABD Temsilciler Meclisine geliyor.

Temsilciler Meclisi Başkanı demokrat Nancy Pelosi başta, yani Bush’un rakipleri paketle ilgili iğreti konuşmalar yapıyor. Yine de, asıl engelleme, paketi desteklemesi gereken iktidar sahiplerinden, Cumhuriyetçilerden geliyor. Pakete karşı çıkan asıl onlar.

Siyasal olarak pakete karşı çıkanlar ile paketi rejim meselesi olarak görenler birleşiyor ve paket geri dönüyor. Dönmesiyle birlikte, Japonya ve Avrupa borsaları arka arkaya tepetaklak iniyor.

Kriz ilk kez bu ölçüde ciddi çapta dünyaya yayılmaya başlıyor.

REJİM MESELESİ

Paket ne? Devletleştirme. Kapitalizmin ruhuna aykırı.

Pakete itiraz eden Cumhuriyetçilerin hareket noktası bu. Onlara, batan banka ve şirketlere yardım etmezsek, iş daha da sarpa saracak, diye laf anlatmak mümkün değil. Onlar, yardıma sistem olarak karşı. Temsilciler Meclisinde Cumhuriyetçi üyelerin çoğunluğu o nedenle ret oyu kullanıyor.

Başkan Pelosi’ye rağmen, Demokrat üyeler daha sağduyulu. Onların önemli bölümü pakete destek veriyor, ancak bu paketin kabul edilmesine yetmiyor.

Krizi tetikleyen an. Dünyaya yayılma anı.

80 ve 90’lı yıllar kapitalizmin şahikası. Hiç bir engel tanımıyor. Koca Sovyetler kağıttan kaplan gibi, devriliyor. 80 ve 90’lı yıllarda dünya ve kapitalizm ekonomi tarihinin en büyük aşkını yaşıyor. Aşk şimdi hicrana dönüşüyor.

Amerikalı Cumhuriyetçilerin ret oyları, hicranın itirafı. Devletten yardım beklemek, onların bütün bir hayat tarzını yerle bir ediyor.

Baykal tişörtle 12’den vurdu

DALLAS dizisi bir zamanlar dünyayı olduğu gibi, Türkiye’yi de kasıp kavuruyor.

Dallas denilince, insanlar kötüyü oynayan J.R.’ı, iyiyi oynayan Bobby’yi ve Ewing Ailesi’ni anımsıyor. Dizinin gözdesi, ticari işlerinde ve özel hayatında üçkağıtçılığın şampiyonu J.R. Her adımı ayrı bir hile, ayrı bir ince hesap.

İkinci Dallas, NBA’de oynayan basketbol takımı Dallas Mavericks. Her sezon başında şampiyonluk andı içiyor, ama tarihinde tek bir şampiyonluğu yok. Hep NBA’de, ama şampiyonluk nedir, daha bilmiyor.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tatillerde sportmen fotoğraflar vermeye meraklı. Önceki gün de, medyanın karşısına spor ayakkabıları, şortu ve bir basket takımının tişörtüyle çıkıyor. Hangi takımın? Dallas Mavericks’in.

Baykal tam üstüne basıyor. Hiç şampiyon olmamış bir takımın tişörtünü giyerek, kendi özel siyasal tarihini konuşturuyor. Dallas tişörtü ve Baykal birbirini tamamlıyor. Baykal, bu tişörtle "12’den vuruyor".

Daha beş ay var ama, tişörtü Baykal için yerel seçimlerin habercisi gibi.
Yazının Devamını Oku

Akman’ın üç cihanda işi zor

30 Eylül 2008
ONLARIN yasasında böyle bir kavram yok. "Ben Almanya’daki kooperatifin fahri üyesiyim."<br><br>RTÜK Başkanı Zahid Akman hakkında Almanya’da arka arkaya farklı iddialar ortaya atılıyor. Bunlardan biri de, Almanya’da kooperatif ortaklığı. O kendisini savunurken, orada fahri üye olduğunu söylüyor. Önümde Alman Kooperatifler Yasası var. 1986 tarihli yasa birkaç kez değişiyor. Son değişiklik 3 Eylül 2007 tarihli.

Yasanın hiçbir yerinde, kooperatif fahri ortaklığı ya da üyeliği gibi bir madde yok. Alman Kooperatifler Yasasında böyle bir kavram yok.

Madem yok, Zahid Akman, fahri üyelik statüsünü nereden buluyor?

Arkadaşın ufku geniş. Pek ziyade atıyor. Genellikle karavana.

KIZILOT’UN TESPİTLERİ

Geçenlerde bizim vergi uzmanı yazarımız Şükrü Kızılot ile karşılaşıyorum.

Konu, Zahid Akman’ın maceralarından açılınca, Şükrü Kızılot hemen kağıda, kaleme sarılıyor. Bir vergi uzmanı olarak bazı tespitleri var.

Tapu harcında kaçak: Taşınmaz mal alınırken, bildirilen değer üzerinden yüzde 1.5 tapu harcı ödeniyor. Akman, gerçek alış bedelin 21’de 1’i kadar değer bildiriyor. Ödemesi gereken harcın 21’de 1’ini ödüyor.

Şimdi eksik bildirilen tapu harcı istenecek. Ama, bir kat vergi cezası ve beş yıllık gecikme faizi ile birlikte. Faiz yüzde 200.

Şirket ortağı: Daha önce açıklık kazanan olay. "Ben kira geliri alıyorum, bu ticari kazanç değil" diyor. Oysa, limited şirketin kira geliri ticari kazanç. Kurumlar Vergisi Yasası, madde 6/2. Ticaret Kanunu da aynı yönde.

O halde, kamu görevlisi olarak, tacir durumuna düşüyor. Bu suç.

Bağ-Kur: Akman’ın limited şirket ortağı olarak Bağ-Kur’a kayıtlı olması gerek. Oysa, değil. Burada da bir sakatlık var.

Birbirini tutmayan açıklamalar ötesinde, teknik ayrıntıya inildiğinde, Almanya ve Türkiye’de Akman’la ilgili kim bilir daha ne mallar var.

Yine de, o koltukta oturabiliyor. Ne de olsa, arkasında koç gibi Başbakanı var. Buna rağmen, üç cihanda, Türkiye, Almanya ve öteki dünyada işi zor. Çok yalan söylüyor.

Tayyip vazosu kırıldı

İKTİDARA geldikten sonra, Avrupa ülkeleri uzun süre Tayyip Erdoğan’ı destekliyor.

Koalisyon dönemlerinden farklı olarak, Türkiye’den artık tek ses çıkıyor ve Erdoğan onlara verdiği sözü tutuyor. Bu AB için önemli. Hükümetlerin tavrı AB medyasını da etkiliyor. Onlar da, Erdoğan’a arka çıkıyor. Türbanda ve benzeri tavırlarda, Batıda "acaba" sorusu uyansa da, verilen destek değişmiyor.

Sihir, Deniz Feneri ile bozuluyor. Bozulma Alman polisi, yargısı ve bürokrasisinde başlıyor, resmiyete dönüşüyor. Medya ile devam ediyor.

Alman basınından meslektaşlarımla konuşuyorum. Hepsi şaşkın. Akman’ın o koltukta hálá nasıl oturabildiğine şaşıyorlar. Tayyip Erdoğan’ın Akman’a destek çıkması, onların şaşkınlığını daha da artıyor. Acaba, soruları yoğunlaşıyor.

Alman medyasında Tayyip Vazosu kırılıyor. Bunun ciddi sonuçları olabilir.

Edibe’nin kartına Abdülhamid yakışır

AKP Genel Başkan Yardımcıları bayram için tebrik kartları hazırlatıyor. Bir reklam ajansı dört seçenek sunuyor.

Genel Başkan Yardımcılarından Prof. Edibe Sözen bu seçenekler arasından kendisine en uygun olanı tercih ediyor. Üzerinde otuz tane Tayyip Erdoğan resmi olan bayram kartını. Bir, üç, beş değil, otuz tane Erdoğan resmi.

Kutluyorum Edibe Hanımı. İletişim profesörü dediğin, yağcılık nasıl yapılır gibi, dersler verecek. Lidere bağlılık andında yazı yerine, otuz resimle ilan edecek. Asaletini tasdik ederek, "çoğunluk bu kartı seçti, ben de seçtim" diyerek, yok birbirimizden farkımız, şarkısına sarılacak.

Ahmet Hakan bu kartla ilgili Edibe Hanıma dün öneriler sunuyor. Tebrik kartında bazı Türk büyüklerini öneriyor. Ahmet Hakan, Abdülhamid’i unutuyor.

Oysa, Edibe kartına en çok yakışan Abdülhamid. Bayramda jurnalcilik olur mu, demeyin, jurnalin zamanı yok. Çat mangal tahtasında, çat bayram haftasında.
Yazının Devamını Oku