Yalçın Doğan

Bizi bu çöplükten mimarlar kurtaracak

28 Eylül 2008
Yeni bir mimari tarzla, ısıdan yüzde 30, hatta yüzde 40 dolayında tasarruf yapmak mümkün, bununla global ısınmayı, kentlerin batmasını önlemek mümkün. Yeni tarz mimarı işe çiplerden başlıyor. Kademe kademe, kullanılan betona, tahtaya, tuğlaya, çatı örtüsüne, duvar kağıtlarına, badanaya, kapılara, camlara kadar uzanıyor.

Şu anda gezdiğiniz sergi, elli yıl sonra sular altında kalıyor.
/images/100/0x0/55ea590bf018fbb8f87a1063
Şu anda yemek yediğiniz lokanta, elli yıl sonra batıyor.

Şu anda yürüdüğünüz sokak, oturduğunuz ev, gittiğiniz okul, oynadığınız bahçe, bindiğiniz araba, film izlediğiniz sinema elli yıl sonra sular altında kalıyor. Hepsi batıyor. Hayat batıyor.

Batışın nedeni iklim değişikliği. Batışın simgesi Venedik. İklim değişikliği ve değişikliği tetikleyen her olumsuzluk önce Venedik’te. Onun için, Venedik imdat sirenlerini çalan kentlerin başında geliyor. Yeşil çoktan sarıya, sarı çoktan kırmızıya dönüyor Venedik’te. Sirenler kulakları patlatırcasına...

Bir kulak patlaması niyetine daha, geçenlerde bir sergi açılıyor Venedik’te. 1980’den bu yana, on birincisi düzenlenen bienalin konusu bu yıl mimarlık ve yapı sanatı.

Mimarlık deyince, sanmayın ki, mimari projeler, modeller, yeni yapı tipleri. Onlar da olmak üzere, ana tema, "iklim değişikliğinden nasıl kurtuluruz, değişikliğin önünü nasıl keseriz" sorusunda düğümleniyor.

"İklim değişikliğini, ısı yükselmesini önleyecek mimari tarz" üzerine çeşitlemeler, Venedik’teki bienalin odak noktası. Pek çok ülke, iklim değişikliğine karşı geliştirdiği mimari tipleri sergiliyor.

Yeni mimari tarz, kentlerin yeniden düzenlenmesinden geçiyor. Yeni tip binalardan, ısı yükselmesini önleyecek projelerden.

Global ısınmaya karşı pek çok tez geliştiriliyor. Bunlardan biri ve en yenisi mimari yapılaşma. Venedik’te her ülkenin pavyonu bu anlamda bir yenilik.

AKILLI ÇİPLER

Sergilerde sunulan projeler dünyanın, daha çok Avrupa’nın en ünlü mimarlarına ait. Kimi çokuluslu şirketlerin mimarları, kimi başbakanlara danışmanlık yapan mimarlar. Kentleri yeniden planlayan ustalar. Hepsi aynı noktada buluşuyor:

"Yeni bir mimari tarzla, ısıdan yüzde 30, hatta yüzde 40 dolayında tasarruf yapmak mümkün, bununla global ısınmayı, kentlerin batmasını önlemek mümkündür. Bizi kurtaracak yeni bina modelleridir."

Onlara göre, bizim şu anda her türlü amaçla kullandığımız binalar, insanlık için bir hiç. İnsanlığı daha da çukura itiyor.

Bunu değiştirmeye en küçük enerji çiplerinden başlamak gerek. Öyle ki evlerde kullandığımız elektrikle çalışan her araç, buzdolabı, çamaşır makinesi, TV, bulaşık makinesine çipler takılıyor. Bu elektrikli araçlar dijital yöntemle çalışıyor, o araç o anda ne kadar enerjiye muhtaç ise, çip o kadar enerji veriyor, araç o kadar enerji tüketiyor. Ciddi bir tasarruf.

Yeni mimarı tarz çiplerden başlıyor. Kademe kademe, kullanılan betona, tahtaya, tuğlaya, çatı örtüsüne, duvar kağıtlarına, badanaya, kapılara, camlara kadar uzanıyor. Hepsi daha az enerji tüketen maddelerden üretiliyor.

NEFES ALAMIYORUM

Venedik’teki bienalde baştan sona bu maddeler sergileniyor.

Aynı bienalin pek çok yerinde, herkesin gözüne adeta sokarcasına asılı farklı bir kolaj var. Kolaj, yani farklı renkler, farklı ürünler, farklı kimliklerin tek bir fotoğrafta, tek bir karede toplanması anlamında.

Polonyalı sanatçı Kobas Laksa bir çöplük kolajı yapıyor. Kullanılıp atılmış kartonlar, kutular, her türlü makineler, ev araçları, ev eşyaları, her türlü çöp, yıkılmış evler, dağılmış köprüler, işe yaramaz yollar, her türlü maden artıkları, borular, iş makinelerinden meydana gelen kolaj.

Dev bir çöplük, aslında dünyamızın hali. Dünyamız çöplükten ibaret.

Bu çöplükte nefes alamıyorum.
Yazının Devamını Oku

Gelecek hafta İstanbul’a saldırı var

27 Eylül 2008
BULDOZERLER çakıyor. Kepçeler indiriyor. Ekskavatörler parçalıyor. İş makinaları İstanbul’da tarihin üzerinden geçiyor. Marmaray uygar bir proje. Bugünü kastetmiyorum, geride kalan yıllara dönük olarak, geç bile kalan bir proje. Dünyada her uygar kentte yer alan bir kolaylık, bir toplu taşıma aracı. Hele de, İstanbul gibi bir megapolde kaçınılmaz. Her uygar kente dört bir koldan saran metrolar yapılırken , dünyada bir konuya özen gösteriliyor.

Tarihe, kültürel mirasa.

İLK İSTANBUL


İstanbul’daki tarihi, kültürel mirası anlatmaya gerek yok. Kütüphaneler dolar.

Marmaray kazısı sırasında, Yenikapı-Yedikule
hattında kiliseler , gemiler, bir liman ve bir nehir bulunuyor: Bosfor nehri.

Liman , muhtemelen milattan sonra 657 deki deprem ve tusunami sonrasında batıyor. İstanbul’un o yakası ile birlikte.

Nehrin yanında neolitik çağdan kalan yerleşim yerleri bulunuyor. İlk İstanbul.

8 BİN YIL ÖNCE

Bu, İstanbul üzerine şimdiye kadar bildiğimiz bütün tarihi değiştiren yeni bir bilgi.

İstanbul’un şimdiye kadar 2600 yüzyıllık tarihi bilinirken, bu son kazı ile, İstanbul tarihi 8000 yıl geriye gidiyor.

Arkeologlar, tarihçiler, coğrafyacılar, jeologlar ve farklı sosyal bilimciler için yeni bir hazine. Turizm için , akılda hiç olmayan muhteşem bir resmi geçit, verimli bir kaynak.

Çok başka bir açıdan Yunanistan’ın İstanbul iddiasını kökünden çürüten bir bulgu. Bilinen tarihin tersini çeviren bir miras.

BURADA İNSAFSIZCA

Eski limanda , Bosfor nehrinde İstanbul’un ilk kurulduğu yeni öğrenilen yerinde, büyük olasılıkla gelecek hafta insafsızca bir saldırı var.

Gelecek hafta İstanbul tarihine , kültürüne hücum var.

Gelecek hafta iş makinaları 8000 yıllık tarihin üzerinden geçmeye hazırlanıyor.

Kültürü talan etme, mirası yok etme emri. Marmaray için.


Gelecek hafta bize saldırı var. İş makinaları, dozerlerle insanlığa hücum emri.

MARMARAY OLSUN

Sakın bir yanlışlık olmasın. Marmaray şart ve şart ve şart.

Ama, tarihi ve kültürel mirası koruyarak. İnsanlığımızı çiğneyerek değil. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, o zenginliğe sahip çıkarak.

Resmi ve gayri resmi pek çok kurul ve örgüt resmen ve sivil anlamda itiraz ediyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş
inadından vazgeçmiyor:

"Biz tarihe önem veriyoruz, ama halk metro istiyor".

Herkes metro istiyor, ama tarihe önem vererek. Siz söylüyorsunuz ama tarihe önem vermiyorsunuz.

Gelecek hafta İstanbul’da tatil, bayram, v.s. filanla karışık , tarihin katli başlıyor. Yönetim arkeologlara kazıyı bitirmeleri için baskı yapıyor. Kazı bitecek, katliam başlayacak.

BAKAN AKP BEKÇİSİ

Az kalsın unutuyorum, bu ülkede bir de kültür bakanı var. Adı neydi, neydi? Nereden gelmişti?

Tamam, Ertuğrul Günay.
CHP den AKP ye büyük transfer. İstanbul’da tarihin ırzına geçilirken kültürden sorumlu bakan Ertuğrul Günay nerde?

Sevgili Başbakanı’nın peşinde. AKP ilke ve inkılaplarının yılmaz bekçisi olarak, böyle kritik durumlarda toz .

Yakında gazetecilerle güreşecek

TAYYİP Erdoğan yine döktürüyor. Deniz Feneri karesinde kendisinin fotoğrafını çekmek isteyen arkadaşımıza:

"Edepsizlik, terbiyesizlik etme."


Tam ona yakışan üslup. Başbakan dediğin, ağzı bozuk olacak, ayakkabının arkasına basacak, kasketi yandan kaş üstüne indirecek, ceket omuzda , yaka bağır açık , bol paça giyecek, elinde falçata, "var mı lan bana yan bakan" diye nara atacak.

Bir zamanlar Başbakan korumaları ve Başbakanı izleyen gazeteciler biliyorum. Gazetecilerle güreşen korumalar. Korumalarla abuk sabuk şakalara giren gazeteciler. Hiçbiri bugün ortada yok.

Bugün durum farklı. Bugün Tayyip Erdoğan medya ile ilişkilerinde çığır açmaya hazırlanıyor.

Şimdi ağır sözler söylediği gazetecilerle yakında güreş tutacak. Korumalar yerine.
Yazının Devamını Oku

New York’ta bizimkiler kuleye çarptı

26 Eylül 2008
NEW York’ta 193 ülke bize soruyor: "Sizin temsilciniz, büyükelçiniz kim?" Bizimkilerden ses çıkmıyor. Çıkamıyor, çünkü henüz yeni büyükelçi ortada yok. Sesi çıkamayanlar arasında, koca Cumhurbaşkanı bile var, Abdullah Gül.

Olay tam Muammer Karaca vodvili.

Yeni büyükelçi tayin edemiyor ama, Türkiye yabancılara kesenin ağzını açıyor. O bakana, bu başbakana, öteki büyükelçiye armağanlar, davetler su gibi. Son bir yılda Ankara’da ve halen New York’ta.

KUTSAL AMAÇ


Ne için?

Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği için.

AKP büyük çaba harcıyor. Aslında amaç iyi. Orada temsil edilmek iyi.

BM Güvenlik Konseyi’nde on beş ülke var. Amerika, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere daimi üye. Kalan on ülke geçici üye. Geçici üyelikler iki yıl sürüyor, her iki yılda bir seçimle değişiyor.

Türkiye şimdi geçici üyeliğe aday. Seçim 17 Ekim’de New York’ta. Seçecek olan BM’deki 193 ülke. Davetler, armağanlar bu nedenle.

GÜL KULİSTE

Tayyip Erdoğan gittiği her ülkede, gezinin amacı ne olursa olsun, geçici üyelik konusunu mutlaka açıyor ve destek arıyor.

Abdullah Gül Dışişleri Bakanı iken, şimdi Cumhurbaşkanı olarak, aynı faaliyette. Gül şu anda New York’ta kiminle görüşüyorsa, geçici üyelik için destek arıyor.

Geçen ay İstanbul’da toplanan Afrika Zirvesi yine aynı amaca yönelik.

İKİ RAKİP

Bizim aday olduğumuz üyelik için, iki rakibimiz var. İzlanda ve Avusturya. İkisi de, fena halde kuliste. Bize göre, onlar avantajlı.

Güvenlik Konseyi’nde ülkeleri New York’taki büyükelçiler temsil ediyor. BM katındaki büyükelçiler.

İzlanda, eğer seçilirse, kendisini temsil edecek yeni büyükelçisini bir yıl önce atıyor. Avusturya bir buçuk yıl önce. Kulis için görüştükleri herkese, bu iki ülke, bizi temsil edecek büyükelçimiz işte burada, diyerek, o kişiyi takdim ediyor, tanıştırıyor.

BİZİMKİ EMEKLİ

Bizim BM’deki büyükelçimiz Baki İlkin.

Baki İlkin, 3 Ekim’de yaş haddinden dolayı, emekli oluyor. Yani, gelecek hafta.

Gelecek cumadan sonra, İlkin’in hiçbir yetkisi yok, imza atamıyor, Türkiye adına söz veremiyor, parmağını oynatamıyor.

Ama, seçim 17 Ekim’de. Ama, eğer seçilirse, Türkiye 1 Ocak’tan itibaren bir büyükelçi ile Güvenlik Konseyi’ne katılacak.

Ama, ortada henüz yeni büyükelçi yok.

Bizimkiler kulis yapmaya gidince, 193 ülke, "İzlanda ve Avusturya’yı biliyoruz da, sizinkini tanımıyoruz" dediğinde, bizimkiler de, "Biz de bilmiyoruz" diyemediklerinden, kem, küm vaziyeti.

Paçalardan akan diplomatik sefalet. New York’ta şu anda Dışişleri Müsteşarı ile beş yardımcısı seferde. Oradan oraya koşturup duruyorlar.

ÇOK BOŞ VAR

Boşalan ve atama yapılmayan sadece New York mu? Yerlere yatarsınız gülmekten.

"Kafkasya’ya nizam getirmeye" kalkıyoruz, Dışişleri’nde ilgili dairenin genel müdürlüğü yedi aydır boş.

Afrika Zirvesi topluyoruz, Dışişleri’nde ilgili dairenin genel müdürlüğü yedi aydır boş.

Terörle mücadele diyoruz, Dışişleri’nde İstihbarat ve Araştırma Dairesi yedi aydır boş.

Görev bekleyen onca büyükelçi varken, yedi aydır bu makamlar neden boş? Çünkü, oralara bizden birileri, aranıyor. AKP usulü, siz ve biz vaziyeti.

New York’ta Arap’ından Çinlisine, Malay’ından Peştun’una kadar herkes, bizimle gırgır geçiyor.

New York kulisinde bizimkiler kuleye çarpıyor, BM kulesine.
Yazının Devamını Oku

’Bu gazete doğru yazıyor’

23 Eylül 2008
"Ahırlarımıza verdiğiniz destekten dolayı teşekkür ederiz." Bu kocaman pankart Büyükada’da saat kulesinin önüne, meydanın orta yerine asılıyor. Tayyip Erdoğan’a teşekkür. Teşekkür eden Büyükadalı arabacılar. Orada atlar için yeni ahırlar yapılıyor. "Birileri" teşekkür için harekete geçiyor ve bu pankart asılıyor.

Geçen cumartesi Erdoğan, AKP ilçe kongresine katılmak üzere, Büyükada’ya gidiyor. Gazete ve TV’ler bu gidiş-gelişlerde daha çok "ne dedi, ne demedi" haberlerine yoğunlaşıyor.

Oysa, bu gidiş-gelişlerde bir de, "ne oldu" bölümü var. Şimdi, Büyükada’da ne oldu, faslından ince bir kaç nağme.

BOŞ ÇAĞRILAR

Büyükada’ya dört özel otomobil gönderiliyor. Erdoğan yokuşta yürümesin, yokuşu arabayla çıksın, diye.

Yine de, yürüyor. Ne de olsa, beraber yürüdük biz bu yollarda, vaziyeti. Yürürken, Erdoğan’ın canı biraz sıkılıyor.

Önce sessiz protesto ile karşılaşıyor. Fotoğrafı önceki gün Hürriyet’te yayınlanıyor. İskelenin yanındaki kahvede oturan yurttaşlar, ellerinde Hürriyet, Milliyet, Radikal, Posta ve bu arada Cumhuriyet gazetelerini yukarı kaldırarak, ona okudukları gazeteleri gösteriyor. Erdoğan’ın, almayın, okumayın, dediği gazeteler.

Bir başka yurttaş Erdoğan’ın duyacağı sesle, elinde Hüriyet, "Bu gazete doğru yazıyor" diye bağırıyor. Protesto dalga dalga Türkiye’ye yayılıyor.

Büyükada sefası iyi geçmiyor. Bindirilmiş AKP kıtalarının çabası boşa çıkıyor, "alkışlayın" çağrıları denizde kayboluyor.

Kadınlar ayaklanıyor 50/50 eşitlik

ŞİMDİ kadınlar sinirli. Sadece bizim kadınlarımız değil, Avrupalı kadınlar da sinirli. Ve şimdi hep birden ayaklanıyorlar.

Bizimkiler fena halde sinirli, çünkü Türkiye’de kadınların temsil krizi var. Karar alma mekanizmalarında kadın katılımı çok düşük. Bizde genel oran yüzde 10 gibi. Meclis’te yüzde 9.1, belediye başkanlıklarında yüzde 0.56.

Avrupalı kadınlar sinirli, o gelişmiş demokrasilerde, örneğin Avrupa Parlamentosu’nda bile, kadın oranı hálá yüzde 30.

Avrupa Kadın Lobisi 16 Eylül’de kampanya başlatıyor. Cinsiyet eşitliği yoksa, modern Avrupa demokrasisi yoktur, sloganıyla eşitlik arıyor. Bizim kadınlarımız da, sekreteryasını KADER’in yürüttüğü kampanya ile bugünden itibaren ayakta. Avrupa Kadın Lobisi Türkiye Koordinasyonu, 83 kadın örgütü ile birlikte eşitlik istiyor. Hedefleri 50/50 eşitlik, bütün karar mekanizmalarında.

Ayaklanan kadınların üç gözde ülkesi var. İspanya, Finlandiya ve kimsenin aklına gelmez, Ruanda. Bu üç ülke, karar mekanizmalarında kadın-erkek eşitliğine dikkat ediyor.

Yerel seçimler yaklaşıyor, partilerin dikkatine. Partiler kadınlara dikkat etmezse, kadınlar da, o partilere dikkat etmeyecek.

Şimdi de Aliağa Belediyesi mi

İDDİALARI CHP İzmir milletvekili Kemal Anadol soru önergesiyle İçişleri Bakanı’na yöneltiyor. Arka arkaya patlayan yolsuzluk iddialarında adı geçen bu kez AKP’li Aliağa Belediye Başkanlığı.

Kemal Anadol
’un önergesine göre, Aliağa Belediye Başkanlığı belediye hizmet makbuzu adı altında makbuz bastırarak, yaptığı hizmet karşılığı para topluyor mu? (Hizmet karşılığı para toplayan belediye duydunuz mu?)

Denetim Komisyonu tespiti sonucu, bu makbuzlardan 1600 tanesi kayıp mı? Yani, toplanan paraların bir bölümü nerede? İçişleri Bakanlığı kayıp makbuzlarla ilgili herhangi bir işlem yapıyor mu? (Yapar mı?)

Makbuzla toplanan 18 milyar liranın da, kaybolduğu doğru mu? (Hepsi 18 milyar mı?)

AKP’li Belediye Meclis üyesi Şafi Teymur’un iddiasına göre, belediye şirketinin başında bulunan müdürün eşyalarını yükleyip, Aliağa’yı terk ettiği doğru mu? (Neden terk ediyor?)

Denetim Komisyonunun konuyla ilgili raporuna rağmen, Aliağa Kaymakamlığı ve İçişleri Bakanlığı, AKP’li Belediye Başkanı Tansu Kaya ile ilgili iki yıldır hiçbir işlem yapmıyor mu? (Başka partiden olursa, başkanı hemen görevden almıyor mu?)

Kemal Anadol
kadar, bu soruların yanıtlarını herkes merakla bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Son define çöldeki en yoksul ülkede

21 Eylül 2008
Şimdiye kadar hiç kimsenin oralı olmadığı Mali’deki kütüphane, son ayların definesi. Hiçbirine el sürülmemiş üç yüz bine yakın elyazmasıyla İslam tarihi için tam bir hazine. Yürüyen iskeletler. 90 bin kilometre karelik çölü iki ayda ancak geçiyorlar.

Susuzluk ve halsizlikten yere düştüklerinde, yedikleri kamçılarla ya yeniden doğruluyor, ya da gündüz yakıcı güneşte, gece buz gibi soğukta kumlara karışıp gidiyorlar. Mali’den Fizan’a, Kahire’ye, İskenderiye’ye, Cidde’ye vardıklarında yürüyen iskeletlerin yarısı hayata veda ediyor. İskelete dönmüş insanlar, köleler.

Mali’den Suudi Arabistan’a kadar uzanan coğrafyada köle pazarları kuruluyor. Yüz yıl önce ve halen, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Mali’nin dört ihraç ürünü var: Fildişi, pamuk, altın ve köle.

Çölü, orta Afrika’da batıdan doğuya geçerken, Nil’le birlikte başlayan yeşillik, insanlara farklı bir hayat sunuyor. O hayatı keyif içinde sürdürmek, kölelerle mümkün. Orada köle pazarı geçen yüzyılın vazgeçilmez gerçeği.

EŞİ BULUNMAYAN BİR CAMİ

Çölü, aynı enlem ve boylamda, şimdi tersinden, doğudan batıya geçerken, Mali’de karşımıza çıkan efsanevi yapı, dünyada eşi bulunmayan bir cami. Yapı stiliyle insanı şaşırtan, anlatılan rivayetlerle insanı gizemli bir dünyaya çeken cami, son aylarda bilim adamlarına davetiye çıkartıyor. Antropologlara ve teologlara, İslam bilimcilerine.

İnsanı şaşırtıyor, çünkü cami kerpiçten. Hatta, çöl kumuyla karışık balçıktan. Küp biçiminde. Bir metre kalınlığındaki duvarların arkasında, geniş bir külliye. Üç garip minaresi ve sur misali yan yana dizilmiş kubbeleriyle, cami demeye bin tanık ister.

İslam bilimcilerini kendine çekiyor, çünkü üç yüz bine yakın elyazmalarıyla, İslam tarihi için tam bir hazine. Hiçbirine el sürülmemiş. En az altı yüzyıllık dokümanlara el sürmek zaten kolay değil. El sürdüğünüz an, o elyazmaları bir anda dağılıyor.

İSLAM TARİHİ YENİDEN YAZILACAK

Özel kimyasal alaşımlarla, son teknikle fotoğrafları çekilen belgeler, tek tek bilgisayarlara kaydediliyor. Üzerindeki çalışma bittiğinde, İslam tarihinin yeniden yazılacağı kesin.

Mali’deki Ahmet Baba Kütüphanesi el yazmalarıyla dolu. Sadece İslam tarihi değil. Kütüphane 14. yüzyıla kadar iniyor. Bir üniversiteye ait. Matematik, geometri, müzik, botanik, edebiyat derslerinin ağırlık taşıdığı üniversite, kenarda kalmış gibi, ama birkaç yüzyıl İslam kültürüne hizmet ediyor. Okutulan derslerin içeriğine ilişkin şu ana kadar elde hiçbir bilgi yok. Bilinen, üniversite kendine özgü ve orijinal. Yine kenarda kalmış olmanın unutkanlığı ile, İslam tarihine önderlik ediyor.

1324’te Mali Kralı Musa Kahire ve Mekke’ye gidiyor. Oraya altın ve köle götürüyor, ülkesine İslamiyetle dönüyor. Mekke’de gördüğü camilerden etkileniyor. Dönüşte, beraberinde mimarlar getiriyor. Cami yapmaları için. Mali’de beton, taş ne gezer. Kum ve kum var. Kumdan kerpiç ya da balçık var. Zaten evler de, diğer binalar da, üniversite de, yine kerpiç ya da balçıktan.

Balçıktan cami ve üniversite ve dokümanlar sonunda Batı dünyasının ilgisi çekiyor. Başta Amerika, Norveç ve Fransa buraya bilim adamlarını gönderiyor.

15. YÜZYIL İSLAM ASTRONOMİSİ

İlk araştırmaların sonucunda, yeni bir keşif daha var. Mali’deki üniversite, Avrupa’daki Rönesans dönemine denk gelen tarihlerde, 15 ve 16. yüzyıllarda astronomide büyük ilerlemelere sahip. Dokuma tezgahlarına, altın ve gümüş işlemelere, kuyumculuğa.

Üç yıl önce, Amerikalı etnolog Susan Vogel Mali’ye gittiğinde, o ünlü camiyle karşılaşıyor. O sırada cami elden geçiyor, balçık yapı onarılıyor. Bütün olay Susan Vogel’in buraya dikkat çekmesiyle başlıyor.

Şimdiye kadar hiç kimsenin oralı olmadığı Mali’deki kütüphane, son ayların definesi.
Yazının Devamını Oku

Eleştiri böyle olur, dudak uçuklatır

20 Eylül 2008
1- Hükümet katilleri koruyor. Faili meçhul cinayetlerin arkasında hükümet var. 2- Parti genel başkanı geri zekalı.

3- Başbakan Nazileri koruyor. Kurduğu hükümette Nazi kafalı adamlara yer veriyor.

4- İki özel firma arasındaki davada, hükümet firmalardan birini tutuyor, davaya müdahale ediyor. Çünkü koruduğu firmadan çıkar elde ediyor.

Bu dört konunun dördü de, gazetelerde yayınlanıyor. Bu ifadelerle, bu içerikte.

Çıkar sağlamak, katilleri korumak, hakaret etmek. Aynen böyle.

HEPSİNDE MAHKÛMİYET

1- İspanya’da geçiyor. Castells Davası olarak anılıyor. Bir İspanyol gazetesi, hükümeti katilleri korumakla suçluyor. Açıkça, lafı dolaştırmadan. Hükümet gazeteye ve yazıyı yazan gazeteciye dava açıyor ve kazanıyor. Gazete ve gazeteci tazminata mahkûm oluyor.

2- Avusturya’da geçiyor. Oberschlick Davası olarak anılıyor. Bir Avusturya gazetesinde bir gazeteci, bir parti başkanına geri zekalı diye yazı yazıyor. Parti başkanı gazete ve gazeteci hakkında dava açıyor ve kazanıyor. Gazete ve gazeteci tazminata mahkûm oluyor.

3- Avusturya’da geçiyor. Lingens Davası olarak anılıyor. Bir Avusturya gazetesi Başbakanı Nazilikle suçluyor. Başbakan gazete aleyhine dava açıyor ve kazanıyor. Gazete tazminata mahkum oluyor.

4- İngiltere’de geçiyor. Sunday Times Davası olarak anılıyor. Bu gazete, bir davada hükümeti taraf tutmakla suçluyor. Hükümet açtığı davayı kazanıyor. Yazıyı yazan köşe yazarı tazminata mahkûm oluyor.

KENDİNİ KAYBEDEN YOK

Üç ülkeden, dört örnek. Hepsinin üç ortak yanı var.

Bir, haber ve yorumlarda gazeteler başbakana ve hükümete acımasız. İki, bu yayınlardan dolayı, hepsi kendi ülkelerinde mahkûm oluyor.

Üçüncü ortak yan, daha neşeli.

Gerçekten ağır eleştirilere, hatta suçlamalara karşı:

Ne İngiltere’de, ne Avusturya’da ve ne de İspanya’da Başbakan ya da diğer hükümet üyeleri kürsülere çıkıp, kendini kaybedercesine, öfke ve kin yüklü nutuklarla, avazı çıktığı kadar basını suçlamıyor, basınla kavga etmiyor. Basına karşı kampanya yürütmeyi aklının ucundan bile geçirmiyor.

Hakarete uğradıkları düşüncesiyle, sadece dava açıyor, davayı kazanıyor.

ACELE ETMEYİN

Yok, acele etmeyin. Her dört davanın devamı var.

Ülke mahkemelerinde mahkûm olanların hepsi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvuruyor. Dört dava da, AİHM’ye gidiyor.

Dava tarihleri 1979, 1986, 1992, 1997. Şimdi 2008’deyiz. On ve yirmi yıl önce AİHM kararı:

"Demokratik toplumun ana temellerinden biri ifade özgürlüğüdür. Eleştiri sınırları kamusal kişi sıfatıyla hareket eden siyaset adamı için, sade vatandaşa göre daha geniştir. Kuşkusuz siyaset adamı da, onurunun korunması hakkına sahiptir, fakat bu himayenin gerekleri, siyasi konuların serbestçe tartışılmasının sağlayacağı yararla dengelenmek zorundadır."

SİZE YABANCI


Bilenler bilmeyenlere anlatsın, AİHM temel bir vurgulamada daha bulunuyor:

"İfade özgürlüğü, devletin ve halkın bir bölümünün aleyhinde olan, onları rahatsız eden haber ve düşünceler için de, uygulanır. Bunlar çoğulculuğun ve hoşgörünün gereğidir. Bunlar olmadan demokratik toplum olmaz."

Bu dört davada da, AİHM belirttiğim gerekçeleri sıralıyor. İfade özgürlüğü, eleştiri hakkı, demokratik toplumun gereği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine dayanarak:

Dört davadaki mahkûmiyeti bozuyor. Dört dava da, AİHM’den dönüyor. Yazılan yazılara ve gazetecilere hak veriyor.

Elin oğlu demokrasiyi böyle anlıyor. İnsan Hakları Sözleşmesini bu amaçla yazıyor. AB-demokrasi ilişkisini böyle kuruyor.

Size çok yabancı geliyor, değil mi?
Yazının Devamını Oku

Hay Allah, şimdi de Akman derdi

19 Eylül 2008
RAMAK kalıyor, o kurulun yetkisini törpülemeye. Ancak, o sırada IMF denetimi var. AKP’nin hevesi kursağında kalıyor. Mali Suçları Araştırma Kurulu, kısaca MASAK. Maliye Bakanlığına bağlı. Önemli bir yetkisi var. Kendiliğinden harekete geçerek, kurumları denetleyebiliyor. Özellikle, kara para trafiğinin peşine düşüyor.

Üç yıl önce AKP, MASAK’ın bu yetkisini elinden almak üzere tasarı hazırlıyor. Kurul artık kendiliğinden harekete geçemeyecek, ancak Cumhuriyet Savcısı izin verirse, denetleyebilecek. Böyle bir değişiklik.

CHP milletvekili Akif Hamzaçebi bu değişikliği önlemek için uğraşıyor, çabası IMF denetimiyle çakışıyor ve MASAK yetkisini koruyor.

KARA PARA

O yetkinin Alman Mahkemesinin Deniz Feneri kararıyla birebir ilişkisi var. Karardaki hayati cümle şu: "Yardım amacıyla toplanan paralar Türkiye’deki Kanal 7, Deniz Feneri Türkiye’ye ve Türkiye’deki bazı şirketlere gitti."

Bu cümlenin hukuki ve mali tercümesi var.

Kara para aklama. Bunun araştırılması gerek. Kim araştıracak? MASAK. O yetkiye sahip. Hiç beklemeden, kendiliğinden harekete geçmesi gerek.

Aynı zamanda Cumhuriyet Savcılarının da, işin peşine düşmesi gerek. Sorular şöyle:

Bu paralar hangi şirketlere gitti, hangi şirket, ne kadar para kullandı, nerede kullandı?

Zaten bazı şirketlerin adını Alman Mahkemesi veriyor. Adres bulmak için uzun zahmetlere katlanmaya gerek yok.

Kararda çarpıcı bir tespit:

"Burada dolandırıcıların basit bir eylemi söz konusu değildir. Siyasi ve İslami bir ideoloji vardır."

Hiçbir güç, yüzde 47 oy alan AKP dahil, hiçbir güç bu olayın Türkiye’de araştırılmasını engelleyemez.

Ne zaman güçten söz edilse, AKP hemen yüzde 47’ye başvuruyor, o nedenle yüzde 47’lik güç dahil, kimsenin kara para aklanmasına göz yumması mümkün değil.

Engelleyen o zincirin halkalarından biri olur.

Mahkemenin Türkiye’de sorumlu gösterdiği dört kişiden biri RTÜK Başkanı Zahid Akman.

Geçenlerde bir TV programında, "iddianamede adım bir kere geçiyor, 34 defa geçiyor, diye yalan söylüyorlar, benim hiç ilgim yok, üstelik ramazanda bunu yapıyorlar" diye dert yanıyor.

Akman, muhtemelen oruç tutuyor. Ramazanda oruç ağzıyla yalan söylüyor. Bu inancına, ideolojisine hiç yakışmıyor. Adı öyle geçiyor ki, Türkiye’deki dört sorumludan biri Akman.

Kısa süre önce, bir yasa değişikliği ile, RTÜK başkanı hakkında soruşturma açılma izni başbakana bağlanıyor.

Bu nasıl tesadüfse, değişiklikten kısa süre sonra, çanlar çalıyor. Zahid Akman çok ciddi bir suçlama ile karşı karşıya. Hakkında soruşturma açılması gerek. Soruşturma izni Tayyip Erdoğan’dan geçiyor. Yolsuzlukla mücadele için yola çıktığını yüzlerce kez dile getiren Erdoğan’ı şimdi göreceğiz. Yardan mı, serden mi, vaziyeti. Şaban Dişli’den sonra, hay Allah, şimdi de, Zahid Akman derdi.

Akman TV’de kendinden emin konuşuyor. Madem o kadar emin, kadim dostu Erdoğan’ın elini kolaylaştırmak ona düşüyor. RTÜK Başkanlığı’ndan istifa ederek.

Almanya’da bağış artık zor

YILLARDIR Almanya’da yaşayan arkadaşlarım dün arıyor. Çeşitli kentlerden:

"Bağış aldatmacası ayyuka çıktı, insanlar burada aldatılmış olmanın acısıyla, fena halde sinirli. Kaldı ki, bu ilk değil. Yıllardır dini duyguları sömürerek, bu kaçıncı aldatma?"

Bu kez insanların kafasına dank etmiş durumda. Üstelik, aldatanın yanına kar kalıyor. Devreye Alman mahkemesi girmese, bu sefer de, malı götürenler, götürdükleriyle kalacak.

Almanya’da yaşayan yurttaşlarımızdan bundan sonra para toplamak kolay değil.
Yazının Devamını Oku

Patron hakkında konuşan o gazeteci benim

18 Eylül 2008
9 Eylül 2008, Bebek’te bir lokanta. Akşam sekizden sonra.<br><br>Masada üç kişiyiz. Ahmet Hakan, Deniz Kavukçuoğlu (Cumhuriyet) ve ben. Yanımızdaki masada dört kadın. Biri Suna Vidinli. Deniz ve Ahmet, Suna Vidinli’yi tanıyor, ben tanımıyorum. Diğerlerini üçümüz de tanımıyoruz. Hal-hatır sorma, sıradan selamlaşma. Ancak, o masa bizim masayla ilgileniyor.

Bir ara Kanal D’de çalışan Vidinli, son seçimde DP’den milletvekili adayı. Şimdi AKP’ye yakın. Hızlı türban savunucularından. Çalık’a transfer olanlardan.

Son işi ne derseniz, jurnalcilik. Ama kötüsü. Ya kulakları iyi işitmiyor ya iyi not tutmayı bilmiyor.

BİZ NE KONUŞTUK

Deniz, Ahmet ve ben Tayyip Erdoğan’ın Doğan Grubu’na saldırısını konuşuyoruz.

Vidinli ve diğerleri masamıza sarkıyor. Konuşmalarımızı dinleme babında. Bizim masaya ha düştüler, ha düşecekler. Biz, dinlendiğimizin farkındayız. Hatta, "çek kulağını bizim masadan Suna" diye, kendi aramızda gırgır geçiyoruz.

Dinleniyoruz ya, konuyu değiştirdiğimiz filan yok. Konuştuklarımızı gocunmadan zaten yazıyoruz. Deniz, Ahmet ve ben iki konuda birleşiyoruz:

1-Tayyip Erdoğan’ın saldırısının arkasında, kendi yaratmak istediği sermaye var. Aslında İstanbul sermayesine çatıyor. İstanbul sermayesinin de, medya patronu olarak, en göz önünde olanı Aydın Doğan olduğu için, Doğan Grubu’na çatıyor.

2-Söz düellosuna dönen bu çatışma, iki tarafı da yıpratıyor.

Konuşmanın özü bu.

ZEHİR HAFİYE

Dün gazetelere bakıyorum, AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen zehir hafiye rolünde. Basına, elindeki son jurnali açıklıyor:

"9 Eylül akşamı Bebek Balıkçı’da iki Hürriyet yazarı, bizim patronun açıklamalarını pek inandırıcı bulmadık, diye konuşmuş olabilirler mi? O iki yazarın kim olduğunu siz araştırıp, bulun."

Araştırmaya gerek yok. "Hah, şimdi yakaladık" sevinciyle, kendini paralayan Edibe Hanım ve jurnalci ekip fena yanılıyor.

Biz o akşam, patronun açıklamasını inandırıcı bulmadık, demiyoruz. Bu yalan. İnandırıcı bulmamak aklımızdan bile geçmiyor, çünkü o açıklamalara yol açan olayların içyüzünü biz biliyoruz.

Ya jurnal yanlış ya Edibe Hanım’ın aklı başka yerde.

AYDIN BEY’LE YEMEK

Şimdi jurnalcileri şapa oturtacak olay.

Üç gün önce Aydın Doğan Hürriyet yazarlarına yemek veriyor. Erdoğan’ın saldırıları ve saldırı karşısındaki tavrıyla ilgili düşüncelerimizi Aydın Bey’e hepimiz açık açık söylüyoruz.

Edibe Hanım ve benzerleri şaşıracak ama, Doğan Grubu’nda herkesin ifade özgürlüğü var. Düşündüğünü çekinmeden söyleme özgürlüğü.

Ben de, Bebek’teki gibi, Aydın Bey’e "Artık cevap vermeyin, Erdoğan yıpranıyor ama, siz de yıpranıyorsunuz" diyorum. Evet, Aydın Doğan’ı eleştiriyorum, bu içerikte. Benden ileri gidenler de var. Konuşma inandırıcı mı, değil mi de laf mı, çok daha ileri giden eleştiriler.

Biz patronun arkasından da, önünde de düşündüklerimizi söylüyoruz. Hatta, tavla partilerinde patronu yenme cesaretimiz de var.

HARVARD’LI SUNA

Edibe Hanım’ı mal bulmuş mağribi vaziyetine sokan, sıradan olayın özeti böyle. Ancak, bundan çıkacak dersler var.

Olay, tipik Abdülhamit jurnalciliği. Her yerde, herkesin dinlendiği, bunu acele birilerine yetiştirdiği, onların da, kural tanımadan, üstelik yanlış olarak, aktarmaktan zerre kadar çekinmedikleri günleri yaşıyoruz. Belden aşağı vurma denemeleri. İğrenç.

Suna Vidinli Harvard’lı. Sözde iyi eğitim görmüş. Dün kontrol ediyorum, Harvard’da jurnalcilik dersi yok. DP-AKP trafiğinde, anlaşılan başı dönüyor. Katıldığı yeni kampa nasıl yaranacağını düşünürken, kendine biçtiği rol jurnalcilik. Ancak, iyi dinlemekten henüz aciz.

BAK ŞU PROFESÖRE

Cemiyetimizin ve cemaatimizin kadim üyesi Edibe’nin durumu daha vahim.

Edibe Sözen üzerinize afiyet, üstelik iletişim profesörü. Öğrencilerine haber mi öğretecek, jurnal mi? Verdiği derslerde genel başkana yaranma faslı var mı, yok mu? Gazetecilik mi, muhbirlik mi?

Ben, patrona gammazlanmanın hesabını veririm de, iletişim profesörü Edibe Sözen, siyasetten ayrıldıktan sonra öğrencilerine, iki gazeteciyi patronuna gammazlamanın hesabını nasıl verecek, bilmiyorum.

Bir süre önce, okullarda mescit açmayı öngören muhteşem bir hazırlık yapıyor. Genel başkanından yediği fırçayla yerine oturuyor. O fırçayı unutturur muyum derdiyle, sazan gibi, balıklama jurnalciliğe dalıyor.

Oysa, unutturamaz seni hiçbir şey. Bu jurnalcilik, bu Abdülhamid taklitçiliği.

Gammazlandık ey halkım, unutma bizi.
Yazının Devamını Oku