6 Kasım 2008
RESMİ yemekte birbirlerine takılıyorlar. Biri ötekini, öteki diğerini nezaket çerçevesinde siyasal düelloya davet ediyor. Tebessüm eşliğinde, ikisinde de, aynı cümle: "Umarım, seçimde karşıma rakip olarak sen çıkarsın, çünkü ben seni alt ederim, başkan ben olurum."
Bir yıl önce Beyaz Saray. Bush akşam yemeği veriyor. Yemekte Obama ve McCain de, var. Başkan adayları henüz belli değil. Seçimden önce ilk aşama, partilerinde adaylık yarışını göğüslemek. Aday olabilmek için, o akşam ikisinin de önünde uzun bir yol var.
Yemekte konu başkan seçimi ve adaylık. Hem Obama, hem McCain daha o zamandan başkanlık yarışına kilitli. Karşılıklı takılmaları, yine karşılıklı verilen sözler izliyor:
"Seçim ikimizin arasında geçerse, kim seçilirse, ötekine yardım edecek."
Bir yemek davetinde, gecenin ilerleyen saatinde, daha kimin başkan adayı olacağının belli olmadığı bir ortamda, bu tavır masada hoş bir seda bırakıyor.
KAZANAN VE KAYBEDEN
O seda dün akşam, başkanlık seçim sonuçları kesinleştiğinde, siyasal nezaket tarihine unutulmaz bir örnek olarak yansıyor. Siyasetçilerin kulağına küpe olmak üzere. Bizi ise, imrendiren türde.
Seçim sonuçları belli olunca, kaybeden McCain:
"Obama’yı tebrik ediyorum. Bu kadar uzun bir yarıştan sonra, başkanlık seçimini kazandığı için, yeteneklerinden dolayı, ona saygı duyuyorum. Ne zaman isterse, kendisine yardıma hazır olduğumu bildirmek isterim."
Seçim sonuçları belli olunca, kazanan Obama:
"McCain’e ve Palin’e teşekkür ediyorum. Onların yardımını her zaman isteyeceğim, onlarla çalışmak için sabırsızlanıyorum."
Biri kaybeden, öteki kazanan. Kazanılan ya da kaybedilen Amerikan başkanlığı. Kaybeden ve kazanan birbirinin amansız rakibi. Seçim sonuçlandığında hava artık çok başka. Rekabet yerini nezakete bırakıyor.
MESELE BU
Kaybeden saygısını ihmal etmiyor, kazanan alt ettiği rakibinden yardım alacağını açıklıyor. Bu sözler:
1- Boş nezaket geçiştirmesi ya da tribüne cilve değil.
2- Siyasetin ana başlıklarını gösteriyor, her yerde yok.
3- Hedef içeriyor. Amacı var.
O kadar ki, her ne kadar Obama’nın kendisi Ortadoğu’yu daha iyi tanıyor olsa bile, Ortadoğu politikasında McCain ekibine başvuracağı Washington’da çok yaygın bir kanı.
Ama, asıl konu kazanan ve kaybedenin tavrı.
Kazanan kazanmasını, kaybeden kaybetmesini biliyor. Bütün mesele bu.
Bize gıptayla izlemek kalıyor. İmrenmek kalıyor. Siyasal itiş kakış içinde, biz böyle bir şey bilmiyoruz, böyle bir nezaketi yaşamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
ÖFKE bilmiyor. Korku tanımıyor. Güvensizlik, heyecan, göz yaşı ona teğet geçiyor. Ağır hücumlar, eleştiriler karşısında sükunetini kaybetmiyor.<br><br>Kontrolü elinden bırakmayan adam. Obama. Kırk yıl sonra, Amerika Obama ile sanki ikinci Kennedy balayını yaşamaya hazırlanıyor. Ona ilişkin aktarılan bütün anektodlar, onu Kennedy ile karşılaştırıyor. Bir dönemin efsane başkanı ile. Kennedy’nin öldürülmesi, efsaneyi daha da derinleştiriyor.
Bush gibi hiç sürprizi olmayan, bıktıran tekrarlarla entelektüel dünyanın çok uzağında kalan bir başkandan sonra, Amerika şimdi yeni bir efsane arıyor.
Kennedy ile benzerlik, Amerikalıların yeni efsane arayışı ile sınırlı değil. Bir başka ortak yanları var.
Obama da, Kennedy gibi, silah tüccarlarının ve silah sanayiinin destekçisi. Onların desteğini almadan, Amerikan başkanı olmak, hemen imkansız.
Amerikan ordusunda asker sayısını yükseltmek, orduya daha çok uçak, daha çok helikopter almak, bunun bir adım ötesinde, Pakistan’da yeni bir cephe açmak fikri, Obama ile silah tüccarları arasındaki anlaşma. Obama ile yerleşik düzen arasındaki uyuşmanın yansıması.
Efsane, düzene karşı çıkarak, düzenle uyuşmaktan geçiyor Amerika’da.
MİSSİSİPİ’DEN BUGÜNE
Bir başkanın kimliğinde, kendine efsane arayan Amerika, Obama’yı seçmekle, efsaneyi asıl kendisi yaratıyor. Bir zenciyi seçerek.
Yüz yıl boyunca Amerika Missisipi Yanıyor filmini defalarca yaşıyor. Ülkenin her yerinde. Irk ayrımı, zenci-beyaz kavgası. 1960’lı yıllar ırk ayrımının patladığı dönem.
Zenci lider Martin Luther King’in öldürülmesi patlamanın zirvesi.
Bugün çok önemli. İnanılmaz gibi duran bir gerçek var.
Kırk yıl önce, her gün yeni cinayetlerle zirveye tırmanmış ırk ayrımı. Tıkanıyor ve sadece silahlarla, sokak kavgalarına dönüşüyor. Nasıl çözüleceği bilinmeyen etnik sorun, bugün bir zenciyi başkan seçmek olgunluğuna erişiyor.
Silahlı, sopalı ırk ayrımı yıllarından, Missisipi felaketlerinden, bir zenciyi başkan seçmek hoş görüsüne uzanan çetrefil bir süreç.
Gelinen nokta, hem beyazların, hem zencilerin zaferi. Zencilerin, ama beyazların zaferi.
Bizim ders alacağımız, almamız gereken bir sonuç.
Amerika açısından Obama’nın seçim kampanyası boyunca, kullandığı slogana denk düşüyor. Değişim.
Obama Amerika’yı değiştirmek isterken, Amerikan toplumu kendisini değiştiriyor. Obama ile değişimde buluşuyor.
IRAK’TA UZUN SÜRE
Obama sakin bir liman. Disiplinli. Gerçeğe ulaşmakta telaşlı değil. Geniş bir pencereden bakmasını biliyor.
Bizi ilgilendiren konularda bizim çıkarlarımızın tersini savunabiliyor.
Ama, bunun için bizim, "eyvah şimdi ne yapacağız" kaygısına kapılmamız yanlış. Çünkü, Amerikan sistemi, hangi iddia ile koltuğuna oturursa otursun, başkanlarını ehlileştirmekte usta.
Örnek çok taze. Obama, Irak’tan asker çekeceğini söylüyor. Oysa, Amerika Irak ile bir anlaşma yapmaya hazırlanıyor. Asker sayısı azalacak olsa bile, Amerikan birliklerinin Irak’ta çok daha uzun süre kalmalarını öngören bir anlaşma.
Bu da, bizim Kürt sorununda, Amerika’dan bağımsız davranamayacağımızı tekrarlayan bir işaret.
Obama iddialı. Sadece Amerika’yı değiştirmek değil, dünyayı değiştirmek iddiasında.
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2008
SONRAYI konuşmuyorlar. Önceyi konuşmadıkları gibi. Çünkü, önce ve sonrayı konuşmak solda hır çıkartıyor. Geçmişte örnekleri bolca görüldüğü gibi. Deniz Baykal ile Murat Karayalçın Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı için ikinci kez bir araya geliyor. Sadece bunun için bir araya geliyor. Nokta mutabakatı.
Ankara’yı Karayalçın kazanırsa ne olur? Kaybederse ne olur? CHP ile SHP birleşir mi? Bunları geçmek gerek. Şimdi sadece tek hedef var. Ankara’yı kazanmak.
HER YERDE FIRTINA
Önümüzdeki günlerde Karayalçın SHP Genel Başkanlığından istifa ediyor. Ama, SHP kapanmıyor.
Karayalçın’ın Ankara’dan CHP’den aday olacak olması SHP içinde fırtına yaratıyor. Bazı il başkanları istifa ediyor. Tabanda rahatsızlık doğuyor.
Buna karşılık, Karadeniz Bölgesinde de DSP’ye karşı fırtına kopuyor. Karayalçın Karadenizli. Karadenizliler, Ankara’da Karayalçın’ın bütün sol partiler tarafından desteklenmesini istiyor.
Gerçekte, bu sadece Karadenizlilerin değil, aklı başında her sol seçmen ve sol örgütün alması gereken bir tavır. Solda ortak bir adayı desteklemek.
Karadenzililer başta, solun önemli bir bölümü, DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in açıklamalarına tepki içinde. Yok, bağımsız olursa destek veririz, yok şu, yok bu, yaşananlardan ders alınmadığını gösteren boş laflar.
BİRLEŞME BECERİSİ
Nokta mutabakatına gelince.
Önümüzdeki yerel seçimlerde, Türkiye’nin herhangi bir yerinde, SHP’li bir adayın seçimi kazanma olasılığı yüksek ise, o kişi, orada seçime CHP adayı olarak girecek.
Bu, CHP-SHP birleşmesi değil. İlgisi yok. Sadece 29 Mart 2009 için geçerli olan nokta mutabakatı.
İşin içine birleşme girince, olay ihtiraslı hale geliyor. Protokoller, kendini olduğundan daha çok önemsemeler, bürokratik mekanizmalar alıp başını gidiyor.
Bir adım sonra, geriye hüsran kalıyor.
Türkiye’de sol birleşmeyi beceremiyor. Bırakın birleşmeyi, daha ortak aday çıkarma, ortak bir adayı destekleme becerisi bile yok. Çünkü, boş inat.
Son on beş yılın İstanbul ve Ankara belediye başkan seçimleri, soldaki inatlaşmanın ilahi anıtı gibi. İki solu topla, çoktan birinci. Ama, iki sol parçalı, karşı taraf belediyeye çoktan sahip.
Murat Karayalçın örneğinde, DSP aynı inadı tekrarlarsa, gitsin kendini kuyuya atsın.
Yüzde 22 zam, çünkü seneye enflasyon hesabı
2008’in sondan ikinci ayındayız. 2008 artık bitmek üzere.
Bir yıl içinde doğalgaza yapılan bu dördüncü zam. Yüzde 7.4, yüzde 7.4, yüzde 16.8, derken yüzde 22. Kümülatif (toplam) olarak yüzde 65’i buluyor.
Elektrikte üç ayrı zamdan sonra, bir yıl içinde toplam zam yüzde 58.
Enerji zamlarının özelliği var. Zincirleme reaksiyon gibi, tüm mal ve hizmet fiyatlarına anında yansıyor. Fiyatlar seri biçimde artıyor.
Global kriz nedeniyle, ekonomide hedefler tutmuyor. Enflasyon hedefi de tutmuyor. Öngörülenden daha yüksek. Şimdilik yüzde 11’leri aşıyor.
Hedef hazır bu yıl tutmuyor, AKP enerjide iyice insafsız davranıyor, hatta gelecek yılın muhtemel zammını bugüne ekliyor, doğalgaza keskin bir zam yapıyor. Gelecek yılın enflasyonunu kurtarmak adına.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2008
İmzasını Vietnam, Olay Yeri Dallas, JFK, Nixon gibi filmlere atan çağımızın en ünlü yönetmenlerinden Oliver Stone’un son filmi "W", Bush’u anlatıyor. Filmi izledikten sonra, iki türlü düşünmek mümkün. İlki, "bunlar boşuna başkan seçilmiyor" duygusu, ikincisi, "seçecek başka adam mı bulamadınız" alayı.
Gözlerini nişan alırcasına, kendisine soru soran gazeteciye çeviriyor. Ona ateş edecekmiş gibi. Ateş mi etsin, vazgeçip yoluna mı gitsin? İç dünyasındaki kavgayı olanca çıplaklığı ile sergilercesine.
Yanıttan vazgeçiyor: "Bu soruyu önceden yazılı olarak bildirmeniz gerek."
Güç sorularda her zaman olduğu gibi, ABD Başkanı George W. Bush bir kez daha kaçıyor. Soru, "11 Eylül’de New York’ta İkiz Kuleler’e saldırı sonrasında en büyük hatanız neydi?" Filmde bu sahne müthiş.
İmzasını Vietnam, Olay Yeri Dallas, John F. Kennedy, Nixon gibi filmlere atan çağımızın en ünlü yönetmenlerinden Oliver Stone’un son filmi "W". Bush’u anlatıyor.
Filmin özelliği, görevi hálá sürerken, bir ABD başkanını anlatması. Oliver Stone bu işe el atarken, Bush’un Amerikan kamuoyundaki imajından yola çıkıyor. Öyle bir biyografi ki, baştan sona tam politik hiciv. Bush iki kez seçiliyor, ikinci seçim hafif gölgeli. Onca oyu alıyor, ama Amerikan tarihine "en kötü başkanlar" listesinde, ilk sırada giriyor. Oy almak, sevilmeye yetmiyor. (Birilerinin kulakları çınlasın.)
BUSH’UN OKUL ARKADAŞI
Filmde Bush’u Josh Brolin canlandırıyor. Hani, şu "No Country For Old Men" filmiyle ünlenen aktör. Çekimlerden önce ve çekim sırasında, Brolin’in tüm hayatı TV’lerde Bush’un tüm davranışlarını tekrar tekrar izlemeye, gazetelerde Bush ile haberleri en ince ayrıntılarına kadar okumaya, yeniden ve yeniden Bush’u keşfetmeye endeksli geçiyor. Her sahnenin çekiminden sonra Brolin sigara üzerine sigara tüttürüyor. Gerilimli. Gerçeği olduğu gibi yansıtmak hırsı.
Hayır, Brolin Bush’u oynamıyor. Filmde o Bush rolünde değil. O, filmde onunla kavga ediyor. Çünkü o da, Amerikan toplumunun çoğunluğu gibi, Bush’un Amerika’ya ve dünyaya verdiği zararın farkında.
Filme damgasını Bush’un iç dünyasındaki gelgitler vuruyor. Muhteşem yansımalar. Her mimik, her tebessüm, her kızgınlık öyle yansıyor ki, ortaya bir profil çıkıyor. Bir başkan kendisini sadece kendi dünyasına hapsediyor. Etrafı duvarlarla kuşatılmış bir karakter. Top atsan, yıkılmayan duvarlar. Liderleri gerçeklerden kopartan, gerçekleri görmek ve asla duymak istemeyen hastalıklar. Doğru sözlere kulak tıkamalar. (Birilerinin kulakları çınlasın.)
Bush ve Oliver Stone aslında okul arkadaşı. Yale Üniversitesi’nden. Ancak, üniversitede hiç karşılaşmıyorlar. Sonra Vietnam’a giden Stone:
"Bush öyle bir insan ki, üniversiteyi bitirirken ahlar ve vahlar içinde, başarısız. Ruhsal olarak inişleri ve çıkışları fazla. Antik tiyatro gibi, komedi ve tragedya birlikte. Onu izlerken, insan neşeleniyor, ama neşe sırasında hüzün duyuyor. Öyle bir insanın Amerikan başkanı olmasını anlamak güçleşiyor, bir talihsizlik."
Stone’nun bu tarafgir yaklaşımı filme olduğu gibi yansıyor. Bush’la baştan sona alay ediyor. Brolin, hakkını teslim etmek gerek, bu bakışı olduğu gibi veriyor. Buna rağmen, Stone Bush ile ilgili yorumu yine de izleyenlere bırakmayı biliyor. Filmi izledikten sonra, iki türlü düşünmek mümkün. İlki, "bunlar boşuna başkan seçilmiyor" duygusu, ikincisi, "seçecek başka adam mı bulamadınız" alayı.
BEYAZ SARAY KULİSLERİ
Filmde ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ı Thandie Newton, Başkan Yardımcısı Dick Chenney’yi Richard Dreyfuss, Savunmaeski Bakanı Donald Rumsfeld’i Scott Glenn canlandırıyor.
Filmin ilginç bölümleri arasında, Beyaz Saray kulisleri var. Örneğin, Irak Savaşı’na karar verdiğinde, dönemin Rusya Devlet Başkanı Putin ile Alman Başbakanı Schröder’in savaşa karşı çıkmaları üzerine, Bush’un onlar hakkında ettiği ağır sözler. Komik kaçıyor. Komedi, dünyanın nereye sürükleneceğini ikinci plana atan bir başkanın dramına dönüşüyor.
Filmde kahkaha gırla. Bush rüyasında, Doğu masalları gibi, bir halıya biniyor ve Bağdat üzerinde uçuyor. O sırada karşısına Saddam çıkıyor. Tam kabus.
Aslında kabus olan Bush. "W" sekiz yıllık kabusun özeti.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
HER şey Mehmet Akif’in şiirinde anlattığı gibi. Doksan üç yıl sonra Çanakkale yeniden yaşanıyor. Doksan üç yıl sonra Çanakkale’de aynı manzara.
"O ne müthiş tipidir, savrulur enkaz-ı beşer/ Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak/ Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak".
Manzara aynı, bir farkla. Doksan üç yıl önce, Akif’in dediği gibi, "en kesif orduların yükleniyor dördü, beşi". Onun için insanlık dört bir yana savruluyor, enkaz halinde, kafa, göz, gövde, bacak.
Bugün yüklenen ise, Orman Bakanlığı’na bağlı Milli Parklar İdaresi. Ya bugün savrulan? Doksan üç yıl önce sırtlara boşanan kafa, göz, gövde, bacaktan geriye kalan kemikler.
Akif’in diliyle, "ne hayasızca tahaşşüd", bir araya gelme, anlamında.
TARİHİ YAĞMALAMAK
Çanakkale’de Kabatepe’den Conkbayırı’na giden bir yol var. Savaşın yapıldığı alan. Tam şehitlerin yattığı alan.
Şimdi o yolda inşaata başlanıyor. Yolun iki yanı kazılıyor. Kazdıkça şehit kemikleri çıkıyor. Kafa, göz, gövde, bacak sağnak sağnak.
O kadar kemik çıkınca, panik başlıyor. Bir gece operasyonu ile kemikler çöp torbalarına dolduruluyor ve enkaz-ı beşer savruluyor. İnsandan, insanlıktan geriye kalan ne varsa.
Oysa, yolun genişletilmesine gerek yok. Yolun genişletilmesi eşittir tarihin yağmalanması anlamında.
Durup dururken, şimdi Çanakkale’de neden bu yol genişletme, bu inşaat, bu çalışma?
Her yıl 18 Mart’ta Çanakkale kutlamaları var. Önümüzdeki yıl için de, farklı kutlamalar düzenlemek sevdası.
Bu sevda yeni değil. Geçen yıl yine benzer faaliyetler var, geçen yıl tarih yine ayaklar altında.
AVUSTRALYA ÖFKELİ
Bu ısrar neden?
Seddülbahir’de Nuri Yamut Anıtı var. Onun hemen yanı başında on dönümlük arazi, yine savaş alanı. Kazdıkça kafa, kol, gövde, bacak, sağnak sağnak.
Oraya da, inşaat yapılıyor. Şehitlik Projesi adı altında.
İnşaata başlanıyor, 700 metrelik hata yapılıyor, olmuyor, şimdi yeniden yapılıyor.
Projenin maliyeti bir trilyon liraya yakın.
Çanakkale nedense, AKP iktidarının bir biçimde değiştirmek istediği bir yer. Değiştirmek istediği anda, Çanakkale Savaşlarına katılan ülkelerden tepki yağıyor. Yeni Zelanda, Avustralya, İngiltere’den. Binlerce kilometre uzaktan tarihi korumak adına.
Son tepki Avustralya’dan. Bizim Dışişleri ile adamlar yine kapışıyor. Adamlar uygar. Adamlar kültür ve tarih anlayışına sahip. Adamlar savaş alanı ortasındaki inşaata ciddi itiraz halinde. Avustralya basını ise, bizimkilere verip veriştiriyor.
GENERAL İNCELİYOR
Türkiye’de tarihe ve kültüre vurdum duymazlık çerçevesinde, Çanakkale, şehitler, anıtlar kimsenin umurunda değil.
Bir kurum hariç. Genelkurmay’dan bir general Çanakkale’ye geliyor, ne oluyor burada, sorusu eşliğinde.
Avustralya ve Genelkurmay itirazını sürdürürken, Orman Bakanlığı’na bağlı Milli Parklar İdaresi hiçbir şey yokmuş gibi, faaliyetine devam ediyor.
Bir başka ülkede olsa, ne Kültür Bakanı kalır, ne Orman Bakanı, ne bilmem ne idaresi.
Enkaz-ı beşer asıl bu olsa gerek.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2008
DEVLETİN koruması altındaki çocukla konuşmak yetiyor. Belki fiziki zarar yok, ama ruhsal zarar kesin. Bunu belirlemek için, doktor olmaya ihtiyaç yok. Ama, doktor öyle düşünmüyor.
Hüseyin Üzmez adındaki kişi, Vakit yazarı, dinci kesimin efelerinden, kendi ifadesiyle, gazeteci vuran adam, 14 yaşında bir kız çocuğuna tacizden yargılanıyor. Bir süredir hapiste.
Bir anda ne oluyorsa oluyor, Adli Tıp’tan gelen bir rapor, kız çocuğunun beden ve ruh sağlığı üzerinde olumsuz bir etki bulunmadığını belirtiyor. Ve hazret, bu rapor sonrasında tahliye ediliyor.
Tahliye, kamu vicdanında derin yara açıyor. Yara yaygınlaşıyor. Aileden ve çocuktan sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu rapora itiraz edeceklerini açıklıyor.
ÇUBUKÇU’NUN İTİRAZI
Kendisiyle dün sohbet ederken, Nimet Çubukçu:
"Türkiye’de çocuk hakları artık korunuyor. Çocuk hakları ve korumasıyla ilgili yasalar var artık. Onlar şikayetçi olmasalar bile, biz tarafız ve şikayetçiyiz. Bu gibi durumlarda çocuk ortada kalıyor."
Çubukçu’nun verdiği bir bilgi var:
"Bizim kurumun psikologları o çocuk üzerinde çalışıyor. Çocuk üzerinde ruhsal bir zarar var. Çalışmadan sonuç alınca, muhtemelen yarın (bugün) adli tıp raporuna itiraz edeceğiz ve yeni bir bilirkişi isteyeceğiz."
İtirazın hukuki tercümesi var. Yeni yasalar, bedenen zarar dışında, asıl ruhsal zarara karşı ciddi cezalar öngörüyor. Yargılaması süren Üzmez’in ceza alması hayli mümkün.
Kız çocuk koruma altında. Nerede korunduğu açıklanmıyor. Koruma mantığı gereği.
GERİ DÖNEN RAPORLAR
Gerçekte, adli tıp raporlarına çok sayıda itiraz var. Çocuğu mağdur durumda bırakan raporların haddi hesabı yok.
Adli Tıp Kurumu fena çuvallıyor. Ve artık buna dur demek gerekiyor. Adli Tıp Kurumu artık eski. Artık ve ne yazık ki, güvenirliğini hızla kaybediyor. Bunun sonucu olarak:
Adli Tıp tarafından yazılan raporların çoğu mahkeme ya da bakanlıktan geri dönüyor. En çok ruhsal nitelikte olanlar.
Üzmez’in tahliyesine yol açan adli tıp raporu, Adli Tıp Kurumu içinde de, rahatsızlık yaratıyor. Dün görüştüğüm bir uzman:
"Bu raporlar bu kadar çabuk yazılmaz. Kaldı ki, bu tahliye bile, çocuk üzerinde travmatik bir etki yaratmış olabilir."
Adli Tıp, hekimlik üzerinden adaletin yerine gelmesine yardımcı olması gereken bir kurum. Bunca güvenilmezlik varken, şimdi hangi adalet?
ERDOĞAN BİLİYOR
Üzmez raporuna itiraz edileceğini Tayyip Erdoğan biliyor. Rapor devletin tepesinde de, rahatsızlık yaratıyor.
O rahatsızlığın dumanı tüterken, Üzmez’in TV’de yaptığı açıklamalar, tuz biber ekiyor. Bir yandan, "ben gazeteci vuran adamım", bir yandan "Allahın kitabı, Resulüllahın sünneti" gibi sözlerle, dine sığınma çabaları bunların takkesini bir kez daha düşürüyor.
Ve şimdi bu adam yazı yazmaya devam edecek. Helal olsun.
Bu haberlerin ötesi
DEVLET Bakanı Nimet Çubukçu bu haberlere itiraz ediyor:
"Bu haberler çocuk lehine bile verilirken, zararlı oluyor. İki biçimde.
Önce, haberlerin kendisi sadece mağdur olan çocuk üzerinde değil, diğer çocuklar üzerinde de olumsuz etki yaratıyor. O çocuk görüntüleri yanlış. O çocukların ifadelerinin yazılması da, yanlış.
İkincisi, bu gibi haberler, sapıkları harekete geçiriyor ve başka çocuklar üzerinde tehlikeye yol açıyor."
İlk anda, akla gelmeyen tehlikeler. Demek ki, dikkat etmek gerek.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2008
SOKAKTA, bakkalda, kasapta ve herhangi bir yerde ve herhangi bir kişinin sorusu aynı. Milim sekmeden, aynı sözcüklerle: "Tayyip’e muhalefet eden kim olursa olsun, hemen arkasından, bu Ergenekon, diyorlar ve onlara tutuklama geliyor. Abi, bu iş nereye gidiyor? Tayyip’e her karşı çıkan, cezasını Ergenekon’da mı ödüyor?"
Sıradan gibi görünen sorular, aslında en tehlikeli sorular. Sıradan yurttaşlar bu soruları soruyor. Onların kafasında Ergenekon bu sorularla örtüşüyor.
Aynı zamanda, Ergenekon milletin gırgır malzemesine dönüşüyor. Birbiriyle dalga geçenler, birbirine takılanlar, "seni Ergenekon’a veririm" derken, anneler ve babalar çocuklarını, "bak Ergenekon geliyor" diye korkutuyor. Ergenekon toplumda bir öcü. Siz, bir davanın böyle algılandığını hiç anımsıyor musunuz?
Ama, öte yandan, örgütlü çete kurmak, demokratik rejimi tehlikeye atmak, gibi, iddialarla tutuklananlar ve yargılananlar. Çok ciddi bir siyasal dava.
EKSİK RAPOR
AB Ergenekon’a kayıtsız kalamıyor. İlerleme Raporunda:
"Soruşturma sürecinde yargı, medya ve siyaset çevrelerinden savunma haklarının yeterince güvence altında olmadığı ve sanıkların herhangi bir suçlama yapılmaksızın aşırı uzun sürelerle gözaltında tutuldukları yönünde şikayetler oldu".
Raporda geçen bu cümleler aylardır yazılıp çiziliyor. Gerçeğin ta kendisi. İnsanlar ne ile suçlandıklarını bilmeden, aylarca gözaltında tutuluyor. "Çetenin kasası" denilen bir yurttaşımız, hapiste birinci yılını doldururken hayatını kaybediyor. "Kasada" hiç para yok, adamın cenazesi eş-dosttan toplanan parayla kaldırılıyor.
Ergenekon üzerinden, toplumda korku fırtınası estiriliyor. Herhangi bir anda, kime, ne olacağı belli değil. Demokrasiye ve hukuk devletine taban tabana zıt olaylar.
İlerleme Raporu bu açıdan yine eksik.
YUMUŞATMA
Eksik, çünkü ve ne de olsa, AB Genişleme Komiseri Olli Rehn Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın kadim dostu, kankası.
Olli Rehn görevini yerine getirirken, kankalık vaziyetinin etkisi altında. Babacan Rehn’i, Rehn raporu yumuşatıyor.
AB ülkelerinden herhangi birinde, suçlama yapılmadan insanlar aylarca gözaltında tutulsa, demokratik rejim adına, o ülkede hükümetler devrilmez mi?
Başta Adalet Bakanı ve devamında sorumlular görevlerinden istifa etmez mi? Olli Efendi, o zaman nasıl bir rapor yazar?
Bütün bunları çoktan unutmuş olduğumuz için, o değerler ve o anlayış bize teğet bile geçmediği için, biz kanıksıyoruz.
Oysa, salt hukuk açısından, ortada insan hakları ihlalleri var.
İlerleme Raporu belki bu açıdan işi yarayabilir.
ÇOK TAZMİNAT
Ergenekon’un ne zaman ve nasıl biteceği belli değil. Ama, bittiği zaman, çok başka bir fırtınanın eseceği şimdiden belli.
Mahkeme kararları ne olursa olsun, Ergenekon davası bittiğinde, mahkum olan ve olmayan pek çok kişinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceği kesin. Suçunu bilmeden aylarca tutuklu kalanların ciddi miktarlarda tazminat davası açacağı kesin.
Daha oraya çok var ama, AİHM’in benzer kararlarına bakarak, dava açacak olanların devletten yüklü tazminat alacaklarını şimdiden söylemek mümkün.
O paralar kimin cebinden çıkacak? Kim sorumlu olacak?
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2008
MUSTAFA Kemal Serbest Cumhuriyet fırkası kurucusu Fethi OKYAR’ yazıyor: "Gençliğinden beri sayılı kişi ve partilerin, ülkenin yararına olan fikirleri parlamento veya millet önünde serbestçe söyleyebilecekleri bir sistemin taraftarıyım. Parlamentoda milletin sorunlarına serbestçe tartışabilecek yeni bir partinin bulunmasını Cumhuriyetin temellerinden biri sayarım."
Demokrasiyle Cumhuriyet arasındaki bağın Türkiye’de temelini atan cümlelerden biri. Cumhuriyet yönetim biçimi , demokrasi bir siyasal rejim olmak üzere.
Oysa, sancı var. Cumhuriyet kurulmuş iken 1927 de İstanbul’a ilk gelişinde Mustafa Kemal :
"Demokrasi ilan ettim, herkes istediği gibi konuşabilir" (Nuri Ulusu’nun hatıraları, Atatürk’ün Yanı Başında s. 38)
Oysa, sancı var. İlan etmekle yerleşmeyen demokrasi daha uzakta iken, 1923’lerde Cumhuriyet’te sancı var.
PEK KAVRAYAMADIK
Cumhuriyet fiilen ilan ediliyor. Ama kimse Cumhuriyet’i ağzına alamıyor. Çünkü toplum geçmişle olan bağların mümkün olduğu kadar sessiz sedasız kopartılmasını zorunlu kılıyor. (Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, s.102).
Kimse ağzına alamıyor, çünkü Cumhuriyet ve laiklik toplumda açık bir oy birliğine dayanmıyor.
Cumhuriyet’in 10. yılında , 1933’te o görkemli kutlamalarda bu toplumsal itiraz dikkat çeken ayrıntılara yansıyor.
Bir yaz günü Florya’da geziye çıktığında , Atatürk’ü gören bir ihtiyar hiç istifini bozmuyor:
"Sağ olun Paşam bizi düşmanlardan kurtardın, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdun. Kurdun da, biz bu Cumhuriyetçiliği, Devrimciliği, Laikliği pek kavrayamadık." (Nuri Ulusu’nun Hatıraları, a.g.k. , s.190)
O kadar kavrayamıyoruz ki, TBMM üzerinden çok ciddi bir müdahale kaçınılmaz hale geliyor.
O kadar kavrayamıyoruz ki, Meclisin ikinci döneminde , 1923-1927 arasında, ciddi bir tasfiyeye gidiliyor.
MÜDAFAA-İ HUKUK
Cumhuriyet ve laikliği yerleştirmek üzere, daha farklı bir müdahale geliyor.
Mustafa Kemal Mecliste Müdafaa-i Hukuk Grubunu kuruyor. 1923’te Halk Fırkası , sonra Cumhuriyet Halk Fırkası , 1935 de Cumhuriyet Halk Partisi adını alan grup.
Fiziğin ve sosyolojinin kaçınılmaz kuralı. Kendi çelişkisini yaratmak. Bu grup kurulduğu anda kendi muhalefetini yaratıyor.
1924 de Terakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası kuruluyor. Devamı bugüne uzanan merkez sağ çizgisinin temellerini atıyor. Bazı farklar saklı kalmak üzere, DP AP AKP çizgisi .
Terakkiperver’in kurucuları "Halifelik ve Saltanatın kurtarıcısı" adını almak istiyor. Gönülleri orada . Bu ismi almak değil zor, imkansız. Ama tohum öyle.
Partinin dikkat çeken ilkeleri liberal ekonomi, liberal dış politika, özgürlüklerin genişletilmesi. Sanki bugün gibi. Daha çok dikkat çeken kafalardaki düşünce:
Toplumun laik yasalarla yönetimine karşı çıkmak. Ve hatta Cumhuriyet’e.
SİSTEMİN SAHİPLERİ
Mustafa Kemal çok hiddetli:
"Söz konusu olan egemenliği millete bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Mesele zaten olup bitmiş bir gerçeği açığa vurmaktan ibarettir."
Olup bitmiş olan gerçek , Cumhuriyet’in ilanından başka bir şey değil.
Daha ilanında ve daha ilanı izleyen yıllarda bu kadar sancılı.
İki temel akı, Cumhuriyet ve karşıtları. İkisi arasında yaşanan siyasal, kültürel, sosyal anlaşmazlıklar adına ne varsa, bugün hala var.
Sayısal olarak üstünlük başka yerde olabilir. Ama sistemin mutlak sahibi Cumhuriyetçi çoğunluktan oluşuyor.
Cumhuriyet’in 85. yılında hala bu hesaplaşmaya girmek zorunluluğu insana hüzün veriyor.
Cumhuriyet’in 85. yılında bu üstünlük insana sevinç veriyor.
Yazının Devamını Oku