Yalçın Doğan

Aktütün akılları iyice karıştırdı

28 Ekim 2008
"Irak Basra Körfezi’ne batsa, PKK bitecek mi?" Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’ın PKK terörünün biteceğinden hiç umudu yok. Ona göre, Irak Körfez’e batsa bile, dünya öyle bir cevelan yaşasa bile PKK yine ayakta. Amerika’nın PKK ya yaklaşımını özetleyen sözler. Büyükelçi bu sözleri CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’e söylüyor. Öymen fırsatı kaçırmıyor:

"Afganistan Hint Okyanusu’na batsa El Kaide bitecek mi?"

Öyle ya, Afgan dağlarında sözüm ona yıllardır kuş uçurtmayan Amerika, elindeki teknolojiye rağmen, Bin Ladin’i bir türlü yakalayamıyor.

MASAYA OTURMAK

Demek, büyük müttefik Amerika dünya batsa, PKK’nın varlığını koruyacağından emin.

Ne zaman? Aktütün Karakolu saldırısı sonrasında ve devamında.

Amerikalıya destek bir Alman sivil toplum kuruluşundan geliyor:

"Aktütün saldırısı gösterdi ki, PKK ile masaya oturmak gerek."

Bu görüşü paylaşan çok kişi ve kurumun varlığı zaten biliniyor. İçerde ve dışarda. Şimdi, PKK ile masaya oturmak tezi daha yaygın hale geliyor.

Bu sözlerin gösterdiği çare bizi kırmızı çizgilerle dolu, vahim bir gerçeğe doğru sürüklüyor.

PKK artık terör boyutuyla Türkiye’nin sorunu, ama çözüm boyutuyla Amerika’nın, AB’nin ve Ortadoğu’nun sorunu.

Türkiye’nin 1999-2003 arasında kaçırdığı fırsatın ağır faturası.

SAHNEDE BARZANİ

Bu aşamada devreye eski zaman arayışları giriyor. Barzani muhabbeti. Olmayan muhabbeti zorlama denemeleri.

Barzani ile anlaşmaya çalışmak ne demek? Barzani’den, PKK’nın tasfiyesine yardım istemek demek. O da zaten çok meraklı. Günlerdir bu öneriyi bekliyor. Türkler gelse de, PKK’yı birlikte bitirsek, diye düşünüyor. PKK’yı bitirmek, lafı Barzani’ye herhalde Çince geliyor.

Türkiye koca bir devlet. Barzani bir kabile reisi. Koca devletin aklı bir kabile reisi kadar çalışmıyor. Muhabbet duvara toslamaya yol alıyor.

YENİ MAYINLAR

Güneydoğu’da yeni doğan çocuklara konulan isimler artık çok Kürtçe. Pek çok Kürt ismi, pek az Türk ismi.

Avrupa’da yaşayan Kürtlerde yabancı dil artık pek çok. İnternet eşliğinde. İyi eğitimli. Çoğu PKK paralelinde, eğitim ve görünüş ve diyalog türü dağdaki teröristin tam zıddı.

Avrupa kentlerinde dağdaki yaşama biçimini ve her şeyi tekzip eden bir PKK kuşağı yetişiyor. Amerika ve Avrupalılar onlarla konuşuyor.

Aktütün saldırısı ve devamı Türkiye’nin önüne yeni mayınlar döşüyor.

Parti-devlet Tunceli Valisi

TAYYİP Erdoğan geçen hafta sonu Tunceli’de. AKP örgütü, geziye hazırlık, Erdoğan için pankartlar asıyor. Çok normal.

Normal olmayan pankartlar ve tavır Tunceli Valisi Mustafa Yaman imzalı. Vali Yaman belli ki, hayli yaman, Tunceli’ye pankartlar asıyor:

"Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ilimize hoşgeldiniz."

Bu pankart vali beyin imzasını taşıyor. Valiler ne zamandan beri başbakanları pankartla karşılıyor. Valiler ne zamandan beri partinin sözcüsü oluyor.

Böyle bir sözcülük 1930’ların parti-devlet modeli. Parti-devlet modelinin demokraside yeri yok. O bir başka rejim. Devletin valisi, partinin sözcülüğüne soyunursa, sıradan vatandaşa ne kadar tarafsız davranabilir?

Vali Bey’in telaşını anlamak mümkün. Erdoğan’ın gözüne girmek istiyor.

Ama, bu arada karşımıza Türkiye’nin parti-devlet modeline kayışının tescilli fotoğrafı çıkıyor.
Yazının Devamını Oku

Yunan subayını kim heyecanlandırdı?

26 Ekim 2008
Yunanlı bir subay Türk tarafında ölü bulunuyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde, Girne’de. Ve yeni bir "Soğuktan Gelen Casus" filmi başlıyor. Uluslararası bir serüven.

İşin içine Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, yetmiyor ve hatta Birleşmiş Milletler giriyor.

Sorular hep aynı. Yunanlı subayın KKTC’de işi ne? Ne zaman ve nasıl gidiyor Girne’ye? Kim gönderiyor? Hangi amaçla? Girne’ye gidişinden kimin haberi var? KKTC tarafı Yunanlı subayı nasıl tespit ediyor? Ve hepsinin ardından, subayın ölüm nedeni ne? Öldürüldü mü? Kim, neden? Yoksa, sıradan bir ölüm mü? Sıradan ise, ölüm nedeni?

Al başına belayı.

Doç. Dr. Coşkun Yorulmaz İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi. Adli tıp uzmanı. Otopsi yapıyor. Pek çok polisiye olayı otopsi ile aydınlatıyor.

İstanbul Üniversitesi ile KKTC arasında özel bir protokol var. Şüpheli durumlarda üniversitenin otopsi yapmasını öngören bir protokol. Sorular taşıyan ölümlerde KKTC Sağlık Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi’ne başvuruyor ve adli tıp uzmanı istiyor.

Doç. Dr. Yorulmaz’a gelen telefon KKTC Sağlık Bakanlığı’ndan. "Yunanlı bir subay ölü bulundu, ölüm nedenini öğrenmek istiyoruz".

BM İŞİN İÇİNDE

"İstiyoruz" derken, çoğul eki sadece KKTC için değil. Çoğul eki, pek çok kişi ve kurumun ölüm nedenini öğrenmek isteği ile eş anlamlı.

Subay Girne’de otel odasında ölü bulunuyor. Yalnız. Durum şüpheli. Sıradan bir Yunanlı olsa, belki mesele o kadar büyümeyecek. Ama, adam subay.

Üstelik, otelde subay olduğuna ilişkin kayıt yok.

Asıl sürpriz başka: Hastanede Birleşmiş Milletler’den askeri ve tıbbi bir ekip var. İki Amerikalı, bir Pakistan askeri doktor. Ölüm nedenini Birleşmiş Milletler de bilmek istiyor.

Adam ölü olarak bulununca, Yunanlı olduğu ortaya çıkıyor. Subay olduğu ortaya çıkıyor. Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan olaya katılmak istiyor. İş Birleşmiş Milletler’e yansıyor. Birleşmiş Milletler üç askeri doktoru Girne’ye gönderiyor. Otopside hazır bulunmak üzere. Ölüm nedenini öğrenmek üzere. Zehirleme mi, başka bir öldürme biçimi mi?

Doç. Dr. Yorulmaz otopsiye başlıyor. Kameralar çalışmaya başlıyor. Çift kamera. Yorulmaz’ın vurduğu her neşter, elde ettiği her bulgu kameraya kaydediliyor.

Subaydan çıkartılan her organ tartılıyor, inceleniyor, fotoğrafı çekiliyor. BM’den gelen Amerikalı:

"Çok iyi bir otopsi, ama Yunanlılar size güvenmez, onlar da ayrıca otopsi yapar".

Bunu dikkate alan Doktor Yorulmaz öyle otopsi yapıyor ki, daha sonra başkalarının da otopsi yapmasına olanak sağlıyor. Tarttığı ve ölçtüğü organları yeniden yerlerine yerleştiriyor.

Yorulmaz’ın teşhisi:

"Kalp öyle büyümüş ki, krize duyarlı hale gelmiş. Heyecanlı bir anda, subay kalp krizi geçirmiş. Ölüm nedeni kalp krizi, kriminal bir olgu yok".

Yunanlı subay neden heyecanlanmış? Araştırılıyor ve bulunuyor. Kumardan.

Subay Rum Kesimi’nden KKTC’ye başka bir kimlikle giriyor, sırf kumar oynamak için. Kumar için kimliğini gizliyor. Kumar oynarken kazandım, kaybettim, derken heyecana kapılıyor, fenalaşıyor, zar zor otel odasına dönüyor. Odada kalp krizi geçiriyor ve ölüyor.

BM’den gelen heyet raporun doğruluğuna imza atıyor.

Serüvende son sahne ölen subayın eşinden Doktor Yorulmaz’a yazdığı mektup:

"Sizin yaptığınız otopsiye burada güven duyuldu. Ölüm nedeni, kalp krizi. Bana emeklilik aylığı bağlandı, size teşekkür ederim".
Yazının Devamını Oku

Şiddet haritasına red

25 Ekim 2008
Haritayı devlet reddediyor. Burada devlet yerine ve adına Sağlık Bakanlığı var. Haritayı Sağlık Bakanlığı reddediyor. <br><br>Doktorların bir önerisi var. Makul, mantıklı ve insani duygu taşıyan herkesin desteğini alan bir öneri: "Şiddet haritası hazırlayalım, işkenceyi önlemeye katkıda bulunmak üzere, bir şiddet haritası"

İyi fikir.

NE İŞE YARAR

Ne demek şiddet haritası?

Çok yalın. Nerede ve ne tür bir şiddet varsa bunların tamamı Türkiye çapında haritaya dökülüyor. Şiddetin coğrafyası ortaya çıkıyor.

Örneğin, işkence. İşkence yapılan karakollar, cezaevleri ve neresi ise bir harita çıkarılıyor. Harita üç tane gerçek ortaya çıkartıyor.

1-İşkence türü,

2-İşkencenin nerede yapıldığı,

3-İşkencenin kimler tarafından yapıldığı.

Böyle bir haritaya ilk bakışta şiddetin yoğunlaştığı bölgeler hemen göze çarpıyor.

Hükümet işkenceyi önlemekte gerçekten kararlı ise, o zaman işkencenin yoğunlaştığı karakol, cezaevi, artık neresi ise onların üzerine gidiyor. Harita bu kolaylığı sağlıyor.

Benzer haritalar bazı AB ülkelerinde var. Özellikle İskandinav ülkelerinde.

YENİDEN ARTTI

"İşkenceye sıfır tolerans" lafıyla kendini ortaya atan Tayyip ERDOĞAN, son zamanlarda bu alanda bol tekzib alıyor. İşkence Türkiye’de yeniden artıyor.

Araştırıyorum , neden arttığı konusunda kimsenin en ufak bir fikri yok. Ama , artıyor. Eskisi gibi, üstü kapatılmak istense de, artık gizli kalmıyor.

Ancak ve ne yazık ki , sorumlular yine al takke-ver külah , tatsız durum, cezasız kalıyor. O bilinen labirentlerdeki ilişkiler.

İşte, bu aşamada şiddet haritası, işkenceyi önlemek üzere. İnsan hakları ve hukuk ayrı. İşkence pratikte insan vücudu ile ilgili olduğu için, şiddet haritası önerisi Sağlık Bakanlığı’na gidiyor.

Sağlık Bakanlığı öneriyi geri çeviriyor.

Bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Hem , "işkenceye sıfır tolerans" diye yola çıkan bir hükümette olacaksın, hem de şiddet haritasını geri çevireceksin.

Geri çevirmek, dolaylı yoldan göz yummak anlamına geliyor. İşkencecilere hayatı kolaylaştırıyor.

Krizin kredi kartı yüzü

KRİZİN pek çok yüzü var. İnsanı birebir vuran iki yüzü var, biri işsizlik, öteki kredi kartları.

Merkez Bankası kaynaklı bilgilere bakıyorum. Kredi kartı borcunu ödeyemeyen insanların sayısına bakıyorum, yıllar itibarı ile.

2003 yılında kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı 7.764 makul bir rakam. 2004 de kredi kartı borcunu ödeyemeyenler 41.257 ye çıkıyor.

2005 de 107.285 , 2006 yılında 133.807 , 2007 yılında 180.953 .

Geliyoruz 2008 e . Ne tahmin ediyorsunuz? 2008 Ocak-Ağustos arasında , yani daha Eylül’e Ekim’e gelmiyoruz. Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı 322.953 .

2007 de 180 bin , bu yılın bitmesine henüz 2 ay var 322.953.

Hamdolsun, bize bişey olmaz . Bize bişey olmuyor, kredi kartı borcu olanlara oluyor. Ve bankalara ve şirketlere oluyor.
Yazının Devamını Oku

Jeologlar ve iktisatçılar

24 Ekim 2008
JEOLOGLARDAN örnek veriyor Ben Bernanke, Amerikan Merkez Bankası Başkanı. "Jeologlar en çok depremle ilgilenir, çünkü jeolojinin insanı büyüleyen en muhteşem alanı depremlerdir."

Amerika’da bir üniversitede iktisat hocalığı yaparken Federal Reserve’in (ABD Merkez Bankası) başına gelen Ben Bernanke, jeolojiyi iktisata bağlıyor:

"İktisatın da, en ilgi çeken alanı ekonomik krizlerdir".

Üniversitede hoca iken, en çok ekonomik kriz araştırmaları üzerinde duran Ben Bernanke, kaderin cilvesi, dünya çapında bir ekonomik krizle karşı karşıya kalıyor. Kriz ve Ben Bernanke ikiz kardeş gibi. Bernanke şimdi kardeşini iyileştirme çabasında.

KREDİ KARTLARI

Ben Bernanke, "Kriz bize teğet geçer, bize bir şey olmaz" demiyor.

Bize ise, pek çok şey oluyor. Olmaya devam ediyor. Üç örnek bize ne olduğunu anlatmaya yetiyor.

İlk örnek, kredi kartları. 26 Şubat 2005’te kredi kartı borçlarına taksitle ödeme kolaylığı getiren yasa çıkıyor.

Yasa çıktığı tarihte, 26 Şubat 2005’te, 727 milyon YTL tutarında sorunlu kredi kartı var. Sorunlu, yani ödenemeyen.

İki hafta önce 10 Ekim 2008’de sorunlu, yani ödenemeyen kredi kartı miktarı 2 milyar 104 milyon YTL. Sorundaki artış oranı yüzde 189.

Rakamlar Merkez Bankası kaynaklı.

TÜKETİCİ KREDİLERİ

İkinci örnek, tüketici kredileri. Kaynak yine Merkez Bankası.

Yine yasanın çıktığı 26 Şubat 2005’te sorunlu, yani ödenemeyen tüketici kredileri 101 milyon YTL.

İki hafta önce, 10 Ekim 2008’de sorunlu yani ödenemeyen tüketici kredi miktarı 1 milyar 670 milyon YTL. Artış oranı %1.557.

PROTESTO VE SENET


Üçüncü örnek, protesto edilen senet tutarı. Rakamlar Merkez Bankası kaynaklı.

Geçen yıl ocak-ağustos döneminde protesto edilen senet tutarı, 3 milyar 585 milyon YTL.

Bu yıl ocak-ağustos protesto edilen senet tutarı, 4 milyar 70 milyon YTL. Banka Genel Müdürü arkadaşlarımla konuşuyorum. Onlar:

"Protesto edilen çek ve senetler, ödenmeyen kredi kartlarını takip etmekte bile zorlanıyoruz."

Bu rakamlar krizin soğuk yüzü.

Krizin sıcak yüzü, doğrudan insana dair. İşten çıkarmalar ve artan işsizlik.

Aslında bizde iyi jeologlar var, depremleri iyi analiz eden. Ama onlar teknisyen. Demagoji ile bizi kandıracak zamanları yok.

Bir de YİMPAŞ var

HEP Deniz Feneri. Doğru, Deniz Feneri. İnsanları aldatmak, soymak.

Bir tarihte, bir de YİMPAŞ
var. Dini duyguların sömürülerek halkın soyulmasında ilk örneklerden biri.

Bürokrasi ve siyasi bağlantıları nedeniyle Deniz Feneri davası ön planda. Oysa, şu sıralarda Almanya’nın çeşitli eyaletlerinde görülen bir dava daha var, YİMPAŞ.

Almanya’da yaklaşık 80 bin Türk, İsviçre’de 6 bin Türk YİMPAŞ’a kaptırdığı paranın peşinde. Paralar Deniz Feneri ile karşılaştırıldığında o kadar büyük değil. Almanya’da 1 milyar Euro, İsviçre’de 27.7 milyon İsviçre Frangı iç ediliyor.

İnsan ister istemez sormak ihtiyacını duyuyor. YİMPAŞ ve benzerlerinden ağzı yananlar hálá nasıl oluyor da Deniz Feneri’ne para kaptırıyor.
Yazının Devamını Oku

Şehitlerin yüzde 26.8’i Kürt

22 Ekim 2008
DOĞUM yerleri Adıyaman, Ağrı, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari, Iğdır, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Tunceli, Van. Onlar Kürt. Terörle mücadeleye Türkiye’nin dört bir yanında doğan asker, polis ve köy korucusu katılıyor. Türkiye vatandaşı olarak.

Terörle mücadeleye katılan eden asker, polis ve köy korucularının bir bölümü yukarda sayılan illerde doğuyor. Onlar Kürt ve Türkiye vatandaşı.

Terörle mücadele sırasında hayatlarını kaybediyor. Yukarda sayılan illerde doğan asker, polis ve köy korucusu, doğum yerleri dikkate alındığında, doğum yerleri üzerinden kimliklerine gidildiğinde, ortaya çarpıcı bir sonuç çıkıyor.

Şehit düşen asker, polis ve köy korucusu arasında 2 bin 800’ü bu illerde doğuyor. Onlar Kürt. Onlar terörle mücadelede şehit düşüyor.

O şehitler Kürt.

ÜMİT ÖZDAĞ ARAŞTIRMASI

PKK’nın iddiasını ve amacını yerle bir eden bir gözlem bu. Bir araştırmanın sonucu.

PKK’nın maskesini düşüren çalışma Prof. Dr. Ümit Özdağ’a ait. Uzun süredir PKK, terör, Kuzey Irak ve istihbarat konularında çarpıcı kitaplar yazan Ümit Özdağ, son olarak ilginç gözlemlerde bulunuyor.

Prof. Özdağ terörle mücadele şehit düşenlerin kimliklerini araştırıyor. Ve hepimizin yeniden düşünmesini, siyasal denklemlerin yeniden yazılmasını gerektiren bir sonuca varıyor.

Terörle mücadelede şehit düşenlerin yüzde 26.8’i Kürt.

Müthiş bir oran. Bu yüksek oranın pek çok tercümesi var. İlk tercümesi şu.

PKK’ya karşı sadece Türkler değil, aynı zamanda Kürtler de savaşıyor. Ve ölüyor. Ve ölenlerin sayısı hiç de az değil.

Bu oran, bu bulgu, Türkiye’deki Türk-Kürt ayrışmasına çok başka bir bakış açısı getiriyor.

Kürt çocuklarının bir bölümü dağa çıkarken, bir bölümü askere, polise yazılıyor. Ve onlar birbirlerine karşı savaşıyor. Belki de, iki kardeş, iki akraba, iki arkadaş.

PKK işte burada zayıflıyor. Kentleri burada yakmaya çalışıyor. Terörü bu nedenle daha da azgınlaştırıyor. Korkuyu bu nedenle yaygınlaştırıyor.

MERSİN-SİVEREK HATTI


Araştırmanın bir başka tercümesi şu. Bunu destekleyen farklı unsurlarla birlikte. İki dikkat çeken anektod.

Kürt karı, koca. Kürt erkek evde ROJ TV’yi izliyor. Kürt kadın evde, Kürt kocasına itiraz ediyor:

"Kapat şu PKK’nın televizyonunu."

Siverek doğumlu bir Kürt vatandaş uzun süredir Mersin’de seracılıkla uğraşıyor. Siverek’e gelip giderken, bir şey fark ediyor. Siverek’te seracılık daha çok para getiriyor. On yıl sonra, Mersin’den Siverek’e dönüyor.

Hayatın normalleşmesi. Ülkeyle bütünleşme. Asimilasyon değil, bütünleşme.

İdrara bakarak karakter tahlili yapmıyorum. İki örnekten yola çıkarak, Kürtlerin hayatın normale dönmesini istemeleri ve ülkeyle bütünleşme arzuları gibi bir tez değil. Bunu destekleyen pek çok örnek ve olgu var.

RAFA KALDIRMAK DEĞİL

Kürt vatandaşların bütünleşme ve normalleşme istekleri PKK’yı çılgına çeviriyor. Onun için bu kadar saldırıyor. Onun için kentlerde terör estiriyor, kendi yandaşlarını ayaklandırıyor.

Prof. Özdağ’ın görüşüne göre, nihai bir bulgu var:

Devlette, PKK ile mücadele zor biter, gibi yanlış bir psikoloji var. Oysa, teröre rağmen, hayatın normalleşmesini isteyen, ülkeyle bütünleşmek isteyen ve hatta ülkeleri için şehit düşen Kürtler varken, PKK adım adım sona yaklaşıyor.

Mesele bunu görüp, ona göre politikalar üretmek.

1999’da Apo yakalanıyor, terörü kökünden kazımak için iki yüze yakın önlem belirleniyor. Sonra hepsi rafa kaldırılıyor. Öyle değil.
Yazının Devamını Oku

Kepenk ve kontak olmadı baştan

21 Ekim 2008
AKP Diyarbakır listesinde sekinci sırada. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde milletvekili adayı. Prof. Dr. Ayşegül Jale Saraç, Diyarbakır AKP listesinden milletvekili olamıyor. Ama, Dicle Üniversitesi’ne rektör oluyor.

Rektör adaylığı seçiminde üçüncü sırada olmasına rağmen, Abdullah Gül Prof. Saraç’ı Dicle Üniversitesi Rektörlüğü’ne atıyor.

Dicle Üniversitesi dün yeni öğretim yılına giriyor. Açılışa Tayyip Erdoğan da katılıyor. Ne de olsa, partisinin adayı, şimdi rektör. Onu orada yalnız bırakmak olmuyor.

Erdoğan, rektörü yalnız bırakmıyor, ama Diyarbakır ve onun ötesinde Güneydoğu, Erdoğan’ı yalnız bırakıyor. Üstelik, belleklerimizden silinen protestolarla. Unuttuğumuz kitlesel eylemlerle.

FARKLI RÜZGARLAR

AKP 2002 seçimlerinde Diyarbakır’da 67 bin oy alıyor. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde oyunu 190 bine çıkartıyor. Müthiş destek.

Ama, dün o destekten eser yok. Sadece Diyarbakır’da değil, Güneydoğu’da AKP’ye verilen destek, seçimdeki gibi değil.

Sınır ötesi harekata izin verdiği için.

Güneydoğu’da 22 Temmuz öncesinde Erdoğan’ı karşılayan coşku, yerini şimdi sessizliğe bırakıyor. Rüzgar Güneydoğu’da AKP için farklı esiyor.

PKK bildiri yayınlıyor, "Erdoğan’ı karşılamaya gidenler hedefimizdir" diyor ve yeni bir korku yaratıyor.

YİRMİ YIL ÖNCE

Coşku ve ilgi azalıyor, siyaseten olabilir.

Ne var ki, geçen hafta başlayan ve dün Diyarbakır’a uzanan daha tatsız bir protesto var.

Diyarbakır, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Derik’i kaplayan coğrafyada dün kepenkler iniyor. Diyarbakır’da dün dükkanların yüzde doksanı kapalı.

Dükkanlar kepenk indirirken, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi otobüsleri çalışmıyor, onlar da kontak kapatıyor.

Kepenk indirmek ve kontak kapatmak 90’lı yılların kitle protestosu.

Yirmi yıl geriye gidiyoruz. Kepenk ve kontakla başa dönerken, sınır ötesi harekatta da, başa dönülüyor.

Terörde ve terörle mücadelede olmadı baştan, diyoruz, başa dönüyoruz.

İktidarlar değişiyor, terör ve terörle mücadele aynı yerde. Hatta, daha kötü, çünkü yirmi yılın sonunda terör eylemi aynı, protesto biçimi aynı, buna karşı devletin refleksi aynı.

Hüzün dolu ve her açıdan bu çok pahalı serüvende siyasetçileri arıyorum.

Nasıl en büyük dava

ERGENEKON davası dün bir skandalla başlıyor.

Kaç kişinin yargılanacağı, duruşmada kaç kişinin bulunabileceği belli iken, bu basit fizik kuralını bile hesaplayacak bir yetkili çıkamıyor, salon davaya küçük geliyor.

Bunun ötesinde, dün TV’lerdeki haberler. Bazı kanallar haberi verirken, "tarihin en büyük siyasi davası" deyimini kullanıyor.

Tarihin en büyük siyasi davası mı? O arkadaşlar tarihe bakmayı herhalde unutuyor. Demokrat Parti, MHP, MSP, DİSK, Barış Derneği, 1938, 1944, 1951 tutuklamaları, çeşitli sol ve sağ davalarda yüzlerce kişi yargılanıyor. O davalar siyasetin, aynı anda Türkiye’nin kaderini değiştiriyor.

Ergenekon çok önemli bir dava, ama tarihin en büyük davası değil.

DSP’de bıktıran tekrar

CHP Ankara’da büyükşehir belediye başkanlığı için Murat Karayalçın’ı aday gösteriyor.

DSP Genel Başkanı Zeki Sezer açıklama yapıyor, "Karayalçın bağımsız aday olursa destekleriz" diyor.

Ankara’da Melih Gökçek’i indirmek için, solun bütünleşmesi şart. Aksi halde, son on beş yılda Ankara ve İstanbul’da görüldüğü gibi, soldaki parçalanmadan RP-FP-AKP çizgisi yararlanıyor ve seçimi o adaylar kazanıyor.

Tarihin bu bıktırıcı tekrarından Zeki Sezer ve DSP hiç ders almıyor. Ankara’daki bu gerçek, hiç kuşku yok, İstanbul için de geçerli.
Yazının Devamını Oku

Hiçbir zaman bu kadar zengin olmadılar

19 Ekim 2008
Son zamanlarda Marx’a ilgi boşuna değil. Dünyadaki eşitsizlik yeni bir sınıf yaratıyor. Zenginlik ve kriz yan yana geldiğinde, sınıflar arası uçurum daha çok derinleşiyor. Daha çok açılıyor. Kumsalda şu kadını rahat rahat öpemiyorsan, öpersen ve bu suç ise, hapse girmek tehlikesi varsa, milyon dolarların varmış, ne işe yarar?

St. Petersburg’da Volga Nehri’ne nazır kahvaltı ettikten sonra, denize girmek için özel jetine atlayıp, Cote d’Azur kıyılarına uzanmıyorsan, paran hangi gün için?

Öğle yemeğini Paris’te yedikten sonra, akşama Grönland’da kalmak üzere yer ayırtmamışsan, geceliği 10-15, belki de 20 bin Euro’luk otellerde çılgın partiler vermiyorsan, seni zengin yerine koyan kim?

İtalya’da ortaçağ şatolarında ya da İskoçya mahzenlerinde şarap alemlerine adını yazdıramıyorsan, hálá, "ben de zenginim" diye ortada dolaşmanın ne fiyakası var?

Zenginin malı züğürdün çenesini yoruyor. Ancak, zenginlerin malı da, son yıllarda alıp başını gidiyor. Birileri "küresel mali kriz" derken, birileri bu krizin tadını fena halde çıkartıyor.

"Küresel mali zenginlik" dünya ekonomi tarihinde, bugüne kadar olmadığı biçimde patlıyor. Gerçi, patlama yine de sınırlı. Ama, patladığı insanlarda öyle patlıyor ki, varlık varlık üstüne biniyor. Özel jetler, yatlar, katlar, özel ısmarlanmış arabalar, yaşama biçimi zaten elde var bir.

Onun üstüne en pahalı taşlar, en pahalı kürklerle bezenmiş rüya gibi kadınlar. Dolçe vita!

38 BİN DOLAR MİLYONERİ TÜRK

Zaman zaman gerçek aşklar. Zaman zaman "nasıl olsa, bu aşkın sonu gelmeyecek mi" şarkıları. Hayır gelmeyecek, direnmeleri. Sözünde duranlar ve sözünden kaçanlar. İnsanlık hali.

Önce küresel zenginlik patlıyor, ardından küresel mali kriz. Küresel zenginlik, mali krizden daha çabuk yayılıyor. Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya zenginlikten nasibini alanların yaşadığı ülkeler. Zenginlik ve kriz yan yana geldiğinde, sınıflar arası uçurum daha çok derinleşiyor. Daha çok açılıyor.

Amerika’da yayınlanan Forbes Dergisi’ne göre, dünyanın en zengin üç kişisi Warren Buffet (ABD, 62 milyar dolar), Carlos Slim Helu (Meksika, 60 milyar dolar), Bill Gates (Amerika, 58 milyar dolar). Onları İngiliz Lakshmi Mittal (45 milyar dolar), Hintli Mukesh Ambani (43 milyar dolar), Hintli Anıl Ambani (42 milyar dolar), İsviçreli Ingvar Kamprad 31 milyar dolar), Hintli KP Singh (30 milyar dolar), Rus Oleg Deripaska (28 milyar dolar) ve Alman Karl Albrecht (27 milyar dolar) izliyor. Dünyanın en zengin on adamı.

Tek tek kişilerden ayrı olarak, dolar milyonerlerinin ülkelere dağılımı daha ilgi çekici.

Elbette, önde ABD geliyor. 3 milyon 114 bin dolar milyoneri var Amerika’da. Japonya’da 765 bin, İngiltere’de 557 bin, Almanya’da 375 bin, sürpriz Çin’de 373 bin, Fransa’da 304 bin, İtalya’da 280 bin, Kanada’da 266 bin, Brezilya’da 199 bin, İsviçre’de 189 bin, Avustralya’da 180 bin, Hindistan’da 141 bin, Rusya’da 131 bin, Hollanda’da 125 bin, İspanya’da 121 bin, Güney Kore’de 109 bin, Güney Afrika’da 107 bin, Singapur’da 74 bin, Suudi Arabistan’da 62 bin, Arjantin’de 56 bin, Polonya’da 54 bin, Venezüella’da 44 bin, Şili’de 31 bin, Birleşik Arap Emirlikleri’nde 23 bin, Kolombiya’da 21 bin, Kuveyt’te 13 bin, Kazakistan’da 12 bin dolar milyoneri var.

Ya Türkiye’de? Forbes dergisine göre, 38 bin dolar milyoneri. Eh, fena sayılmaz.

DOLARINA DOLAR KATANLAR

Çünkü, anılan ülkelerde petrol, diğer madenler, yüksek teknoloji üretenler, hammadde yatakları sahipleri ve değişik alanlarda yatırım yapanlar büyük varlıklara kavuşuyor. Farklı alanlarda ticaret yapanları bunlara eklemek gerek.

Türkiye’de daha çok yurt dışı müteahhitlikler, yine değişik alanlarda yatırım yapanlar önde gidiyor. Herhangi bir yeraltı zenginliğinden dolayı dolarına dolar katanların sayısı Türkiye’de parmakla gösterilecek kadar az.

Dünyadaki bu eşitsizlik, yeni bir sınıf yaratıyor. Sınıf deyince, önce Marx. Son zamanlarda Marx’a ilgi boşuna değil. Ruhun şad olsun Marx.
Yazının Devamını Oku

Kutsal devletimizden bize düşen pay

18 Ekim 2008
MESLEKTEN geçici süreyle men cezası yolda, ama doktorun ismi bir türlü ortada yok. Türk Tabipler Birliği doktorun ismini bir tülü bulamıyor. Çünkü, her zaman, her yerde hazır ve nazır olan yetkililer, doktorun ismini saklıyor.

Ettiği Hipokrat yeminine ihanet ettiği sanılan, o zan altında bulunan birinin ismini saklamak, o kişiyi korumakla eş anlamlı.

Engin Ceber bir dergi satarken gözaltına alınıyor. Önce karakolda, sonra cezaevinde işkence görüyor ve hayatını kaybediyor. Ceber’in dramıyla birlikte, işkence hayatımızın yeniden ayrılmaz parçası.

İşkenceden ölen Ceber’e doktor "sağlam" raporu veriyor. Muayene bir yana, doktor belki de, Ceber’i görmeden sağlam raporuna imza atıyor.

Görmeden sağlam raporu vermek, günümüzde kurala dönüşüyor, o kadar yaygın.

Oysa, gözaltına alınanların önce doktor muayenesinden geçtiği, savcılık soruşturmasına giderken bir kez daha muayene götürüldüğü, tutukluluk halinde bir daha muayeneden geçtiği haberleri ve buna ilişkin görüntülerle beynimiz yıkanıyor.

Palavra dizisi.

Ceber
’in işkencede ölmesi üzerine, Adalet Bakanının özür dilemesi, 19 kişinin açığa alınması ile doktorun korunması birbiriyle çelişiyor.

TİKSİNDİREN RAKAMLAR

Ceber’in ölümü insan hakları raporlarını yeniden harekete geçiriyor. O raporların her sayfasında kan var.

2008 yılında ilk dokuz ayın bilançosu, aynı zamanda AKP’nin bilançosu. İşkenceye sıfır tolerans nutukçusu Tayyip Erdoğan’ın bilançosu. O Başbakan Yardımcısının, o İçişleri Bakanının, o Adalet Bakanının, o Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanının, o bilcümle insan hakları nutukçularının bilançosu. Sadece 2008 ile sınırlı bir bilanço. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na göre:

Yargısız infaz: Dur ihtarına uymayarak, rastgele açılan ateş sonucunda 31 kişi hayatını kaybediyor.

Faili meçhul: Olağanüstü hal dönemlerinde yaşanan rakamlar. 35 faili meçhul ölüm var.

Gözaltı ve cezaevinde ölüm: Karakolda işkence, cezaevinde işkence. Engin Ceber’le birlikte, bu yılın ilk dokuz ayında 29 kişi işkencede ölüyor.

İşkenceye sıfır tolerans nutukçusu Tayyip Erdoğan’ın hanesine, sadece 2008’in ilk dokuz ayında yazılan rakamlar.

KİM CEZA GÖRDÜ

Hálá derin devlet, hálá iğrenç alışkanlıklar, hálá her birimizi kutsal yurttaş olarak görmeyi bilmeyen bir zihniyet.

Sadece o poliste, bu gardiyanda, öteki müdürde, beriki bilmem kimde değil, hükümete uzanan bir zihniyet. Belgesi var.

Birleşmiş Milletler İşkencenin Önlenmesi Sözleşmesi Seçmeli Protokolü. İşkence ve insan hakları ihlallerinin en aza indirilmesi ve ortadan kaldırılmasını öngören protokol. Gerçi, anlı şanlı başlıklı bu protokoller pratikte ne kadar yarar sağlıyor ortada, ama yine de, bu protokolün imzalanması önemli.

Hükümet 2005 yılında bu protokolü imzalıyor. 2008 bitmek üzere, protokol hálá Meclis’in onayını bekliyor.

Protokol ve öteki kağıtlar ve diğer başlıkları geçiyorum, soru şu:

Yargısız infaz, faili meçhul, gözaltında işkencede sonucu toplam 95 kişi hayatını kaybediyor. Bu haltı yiyenlerden kaçı ceza görüyor? Bu insanlık suçunu işleyenler hangi cezaya çarptırılıyor? Kaçı mahkemede, kaçı hakkında soruşturma var? Kaçı sonuçlanıyor?

Her anlamda, Türkiye sanki ilan edilmemiş olağanüstü hal (OHAL) dönemini yaşıyor.

Kutsal olan birey. Oysa, bizde kutsal olan devlet. Kutsal devletimizden bize düşen pay bu.
Yazının Devamını Oku