Yalçın Doğan

Obama ekibinin bize bir sorusu var

15 Kasım 2008
KOCAMAN bir kitap, ansiklopedi boyutunda, neredeyse üç, dört kilo geliyor. Parlak kağıda basılmış, bol fotoğraflı. 1850’lerden başlayarak, Kürtlerin macerasını, kitaptaki deyimle, Kürdistan’ı anlatıyor. Bol fotoğraf, bol tarih, bol bugün ve belki de yarının beklentisi.

Bu kitaptan her yerde yok. Ama, bir yer var ki, bulunduğu kütüphane gerçekten çok dikkat çekiyor.

Bu kitap Dünya Bankası kütüphanesinde. Dünya Bankası mı?

Amerika’da ve bu arada Avrupa’nın pek çok başkentinde Kürtlere dönük ilgi, her zamankinden daha fazla. Avrupa’da da herhangi bir kitapçıda, artık Kürt kitapları bölümü var. Ama Kürt tarihi, ama PKK.

DERSİNİ ÇALIŞ

Kürt kitabının olduğu yerde, ister istemez PKK soruları var.

Amerika’daki sivil toplum örgütleri, onların deyimiyle, düşünce kuruluşları ve buna ek olarak Amerikan bürokrasisi, görüştüğü her Türk’e aynı soruyu yöneltiyor:

"Haydi, PKK’yı yendiniz, şimdi Kürtlerle ilgili olarak ne yapacaksınız?"

Bu sorunun yanıtını bilen var mı? Türkiye’yi yönetenler bu soruya aklı başında, düzgün, olabilirliği yüksek bir karşılık verebiliyor mu? Hayır.

Aynı soruyu şimdi kim soruyor? Bundan sonra bizi asıl ilgilendirecek olan bu. Kim soruyor?

Obama’nın çevresi, Obama’nın ekibi.

Bunun anlamı şu. Başkanlık koltuğuna fiilen oturduktan sonra, Obama Kürt sorunu ile yakından ilgilenecek.

Amerikan resmi ideolojisi PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul ettiğine göre, Obama da, bu görüşten yola çıkacak. Sonra? Sonra bize soracak, siz şimdi ne yapacaksınız, diye. Evet, ne yapacaksınız? Var mı bir projeniz, bir politikanız, alternatifler içeren bir dosyanız?

Obama’ya, "Dik dur, kimseyle kavga etme" mesajları göndermek yerine, Tayyip Erdoğan Kürtlere dönük nasıl bir politika izleyeceği konusunda dersini çalışırsa, sanki çok daha iyi olacak.

ÖNCELİKLER

Obama ekibinden Türkiye’ye ya da şimdilik resmi olmayan kanaldan, Türklere, bu yönde soru gelmesinin nedeni var.

Başkanlık koltuğuna oturduğunda Obama’nın içerdeki önceliği ekonomi. Ekonomik krizin aşılması.

Dış politikada ise, Obama’nın önceliği Irak. Irak denilince, oradan asker çekmek, Irak’ın kendi iç sorunlarını çözmek, asker çektikten sonra bölgedeki Amerikan varlığının niteliği gibi sorular. Bunlar Amerika’nın doğrudan kendi politikasını ilgilendiriyor.

Ama, Irak denilince, bir yandan da, Kürt sorunu. Kürt sorunu denilince, PKK terörü ve Türkiye’nin Kürt sorununa bakışı.

Bu durumda, Obama ile Ankara arasında görüş alış verişinin eskisinden daha yoğun olabileceğini tahmin etmek mümkün. Ve o alış verişin askeri istihbarat paylaşımı ile sınırlı kalmayacağı şimdiden belli.

O alışveriş sırasında, sırt sıvazlamak, garip spor esprileri yapmak, dil bilmeden söylenenlere gülümsemeyle karşılık vermek, hele de masaya resmen oturulduğunda, klasik söylemleri dile getirmek, Obama ve ekibini tatmin edecek gibi görünmüyor.

Çare, o önemli soruya, Türkleri ve Kürtleri tatmin edecek yanıt bulmaktan geçiyor. Var mı bir yanıtınız? Yoksa, size yanıtı onlar hazırlar.
Yazının Devamını Oku

Parçalanmayı yaşayan biri anlattı

14 Kasım 2008
"Ne zaman ki, bize dışardan müdahale başladı, Yugoslavya o zaman parçalanmaya başladı". İnsanı sarsan bir gözlem ve açıklama. Tersinden okursak, dış müdahale olmaz ise, ülkenin parçalanması söz konusu değil. Parçalanmayı tetikleyen dış güçler.

Osmanlının torunu olarak dış güçler kavramını en iyi bilenlerden biri, biz olsak gerek. Osmanlı Tarihi dış müdahalelerin göbeğinde. Savaşa girmesi, savaştan çıkması, elindeki toprakları kaybetmesi, mali güçlük içinde kıvranması, genel anlamda zayıflaması dış müdahale sonucu. İçerde yönetimin aczine ek olarak.

Yaklaşık seksen-doksan yıl sonra, aynı gerçeği çok başka bir coğrafyada ve en yetkili ağızdan dinliyorum.

Halen Sırbistan’da çok önemli siyasal pozisyonda bulunan bir yetkili ile sohbet ediyorum. Konu, terör ve dış bağlantıları. O bağlantılara içerdeki yönetimin refleksi.

İÇERDEKİ AYMAZLIK

Biraz daha özele inildiğinde, sohbet PKK’ya ve Amerika’nın Kuzey Irak’taki varlığına kayıyor.

Sırp yetkili işte o anda kendi yaşadıklarını aktarıyor:

"Eski Yugoslavya’da yaşayan farklı etnik gurupların her biri, kendi devletini kurmak üzere, Yugoslavya’dan ayrıldı. Hepsi de, devlet kurdu. Bu, iyi bir şey olmalı, ama değil. Şimdi çoğu eski günlerini arıyor."

Daha sonra dolaylı yoldan bir başka gerçeği anlatmak istiyor:

"Bir ülkede etnik sorun varsa, başka bir şeye dikkat etmek gerek. Bir süre sonra etnik ayrımcılık dış güçlerle işbirliğine gidiyor. Dış güçler de, o ayrımı tahrik ediyor. İşin dramatik yanı, ayrımcılığa karşı çıkan ülkeyi yönetenler o dış güçlerle körü körüne işbirliğine gidiyor. İyi niyetle, sorunun çözümüne yardımcı olurlar, diye. Oysa, tam tersi oluyor."

Bu sözleri duyunca ürperiyorum.

ADIM ADIM

Bir süredir, Kürt sorunu yine iç polemik konusu. Politikacıların fos düellosu. Öyle dedin, demedin, kavgası. Getirisi olmayan bir ağız dalaşı.

Oysa, tehlike çok başka yerde. Tehlike, sohbet ettiğim Sırp yetkilinin işaret ettiği yerde.

Kürt sorunu hızla uluslararası boyuta taşınıyor. Zaten çoktan taşınmış, şimdi her önüne gelen, kendine göre bir çözüm hazırlıyor. Başta Amerika ve AB.

Onların söylediklerine, kural olarak tepki duyuyoruz. Ancak, her tepkiden sonra, onlar sanki bir adım daha ilerliyor, gibi bir duyguya kapılıyorum.

Dış güçler artı içerdekilerin aymazlığı gibi, ürperten bir denklem.

Nasihat verene bak

OBAMA belki şu anda dünyanın en dik duran adamlarından biri. Obama belki şu anda dünyanın hiç kavga etmeyen adamlarından biri.

Ona, "dik dur ve kavga etme" diye nasihat veren Tayyip Erdoğan ise, belki şu anda dünyanın en dik durmayanlarından, en çok kavga edenlerden biri.

Şu feleğin işine bak.

Örneğin, fizik olarak dik duramıyor. Bel ağrısı, omurga ağrısı, öne doğru hafif eğik.

Kavga derseniz, kavgadan bol nesi var? Karşıdakinin konumu, kimliği, görevi, onunla ilişkisi hiç fark etmiyor, kendisi gibi düşünmeyen herkesle, ama herkesle kavga ediyor. Cumhuriyet tarihinin en kavgacı Başbakanı.

Şimdi Obama’ya, kavga etme, diye nasihat ediyor. Obama, "sana ne, sen kendi işine bak" derse, ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Cadı kazanları bu akşam devrilir

13 Kasım 2008
BİR Türk kızı bir Kürt erkeğe aşık oluyor. Hooop, o nasıl söz öyle? Ne zamandan beri bir Türk kızı böyle bir halt karıştırıyor? Aşık oluyorsa ne oluyor? Hooop, o kız belli ki, çiğ süt emiyor. Bu durumda tekme, tokat, aç bırakmak, damdan atmak, vs. O Türk kızı, bir Kürt erkeğe aşık olarak, cezanın her türlüsünü hak ediyor. Kahpelik parayla mı?

Ya bu bir film ise? Bir Türk kızının bir Kürt erkeğe aşık olduğunu anlatan bir film ise? Çok basit, o film sansüre uğruyor.

Ne yani, koca Türkiye Cumhuriyeti bir Türk kızının bir Kürt erkeğine aşık olmasını anlatan bir filme izin mi verecek? Bizim kırmızı çizgilerimiz var. O çizgiler arasında, böyle bir aşka yer yok. Filmde bile yok.

Onun için elbette sansür. Ancak, sansür sorunu çözmüyor, daha büyütüyor. Hatta, ele güne bizi rezil ediyor.

Bununla birlikte, ortada çelişki var.

GİTMEK

Yaptığı filmlerle çeşitli ödüller kazanan yönetmen Hüseyin Karabey son olarak "Gitmek" adında bir filme imza atıyor.

Film, bir Türk kızının bir Kürt erkeğe aşkı çevresinde, belli olayları anlatıyor. Birilerini rahatsız edecek siyasi, askeri vs. bir şey yok.

O kadar ki, filmi Kültür Bakanlığı destekliyor. Bakanlığın Tanıtma Fonu filme katkıda bulunuyor. Üstelik, Frankfurt Kitap Fuarı’nda gösterilmesine öncülük ediyor.

Ne var ki, aynı filmin İsviçre’de bir festivalde gösterimine Kültür Bakanlığı izin vermiyor, film İsviçre’de sansüre uğruyor ve kıyamet kopuyor.

İSVİÇRE’DE FESTİVAL

Aralık başında İsviçre’de bir festival var. Festivalde konu bu yıl Türkiye. Türk edebiyatı, Türk tiyatrosu ve Türk filmleri. Festivali İsviçre Cumhurbaşkanı ile Abdullah Gül’ün birlikte açması bekleniyor.

Filmler arasında Yılmaz Güney’den Yol ve Sürü, Nuri Ceylan’ın hemen tüm filmleri ve Hüseyin Karabey’in "Gitmek" filmi var. Buraya kadar her şey iyi.

20 Ekim günü sahneye Kültür Bakanlığı Tanıtma Genel Müdür Yardımcısı çıkıyor. Herhalde kendiliğinden çıkmıyor. Festival sorumlusu İsviçreli’den "Gitmek filminin programdan çıkartılmasını" istiyor. Aksi halde, "festivale verilecek maddi yardımın kesileceğini" bildiriyor.

Tipik sansür. İsviçre basınında patlıyor. Sansürün nedeni sorulduğunda, o genel müdür yardımcısının ağzından inciler dökülüyor:

"Ben Türkiye’deki duyarlığın temsilciyim. Bir Türk kızının bir Kürt erkeğine aşık olması, Türkleri rencide eder."

Neresinden tutacaksınız bu lafın?

GALA BU AKŞAM

Bakanlık filmi önceden biliyor. Kimse itiraz etmiyor. Zaten edecek bir şey yok. Ne var ki, festival programı hazırlanırken, Türkiye’de her zaman olanlar oluyor, birileri sahneye çıkıyor ve perdeler kapanıyor.

Derin devletin her yerde temsilcisi hazır ve nazır. Film festival programından çıkartılıyor.

İsviçre’de sansüre uğrayan "Gitmek" filminin, bu akşam İstanbul’da galası var.

Yarından itibaren de, Türkiye’de yirmi kentte gösterime giriyor.

Bu bağnazlığı, bu akılsızlığı, bu sersemce milliyetçiliği herkesin gözüne sokmak için, "Gitmek" filmine gitmek gerek.

Cadı kazanlarını devirmek gerek. Bu akşamdan başlayarak.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin doktorları, birleşiniz

12 Kasım 2008
"HEKİMSENİZ ve şiddete uğradıysanız, .... numarayı tuşlayınız".<br><br>İstanbul Tabip Odasına telefon ediyorsunuz, karşınıza çıkan bant kaydındaki ilk cümle bu. Çünkü, son zamanlarda hekimlere yönelik şiddet, belki medyaya o kadar yansımıyor, ama hızla artıyor. Şiddetin yanı sıra AKP ile gelen sağlık sistemi ilk anda halkın yararına işliyor. Hatta, 22 Temmuz seçimlerinde bu uygulama AKP’ye oy olarak geri dönüyor.

Türkiye’nin her gün tartışılan binbir sorunu arasında, şu anda gerilerde gibi görünen sağlık düzenlemeleri, içten içe kaynayan kazan gibi. Yakında patlarsa, kimse şaşmasın.

AKP’nin sağlıkla ilgili aldığı kararlar bir yandan hastaneleri, bir yandan doktorları, bir yandan da hastaları, yani geniş kitleleri çıkmaza sokuyor.

Ekonomik kriz, Kürt sorunu, günlük polemikler derken, sağlık sistemi her geçen gün içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Ve özel bir konumda; doktorlar.

CLİNTON’UN DANIŞMANI

Bardak öyle doluyor ki, geçen cumartesi ve pazar İstanbul Tabip Odası Özel Hekimlik Komisyonu bir çalıştay düzenliyor. Hekim Emeği başlığı altında. Çalıştaya katılan ilginç bir konuk var.

ABD eski başkanı Clinton’ın sağlık danışmanı Robert Valdez.

Konuşmaları dinledikten sonra, Valdez kendi deneyini aktarıyor:

"Siz Kanada benzeri bir model üzerinde çalışmalısınız. Özel çalışanlar ile kamu çalışanları bir arada davranmalıdır. Maaşlı kamu hekimleri bürokratik düşünce biçimini terk etmeli, özelde çalışanlar da, hükümetin rolünü anlamalıdır. Hükümetin sunduğu sağlık modellerinde hekimler hükümet görevlisi değildir, onlar yaptıkları işi sahiplenmelidir".

Clinton’un danışmanı Türk doktorlarına Marx’ın düşüncesini öneriyor. "Dünyanın bütün işçileri birleşiniz" yerine, modele uygun, "Türk doktorları birleşiniz" diyor.

SİSTEM TÖKEZLİYOR

Sağlık sistemi şu anda tökezliyor.

- Özel hastanelerde hastalara gerekli olmayan tetkikler yapılıyor. Bunun parasını siz ve biz, vergi olarak ödüyoruz.

- Bir doktor günde elli hastaya bakmaya başlıyor. Tedavi kalitesi düşüyor.

- Devletin sağlık için harcadığı para yetmiyor, doktorlar hastanelerden kaçıyor, kaçmasın diye, devlet özel hastanelere doktor kadrosu veriyor. Bir anlamda, özel hastaneleri devletleştirme adımı atılıyor.

- Devlette hasta, devlette doktor azalıyor.

- Özel hastane sayılarını il ve ilçelerde bakanlık belirliyor. Kim isterse açar, bakanlık neden karışıyor, belli değil.

- 15 Şubat 2008’de çıkan bir genelge sistemi işlemez hale getiriyor.

Bütün bunların sonucunda, ortaya çıkan gerçek şu.

Doktorlar, mesleki dayanışma çerçevesinde bir araya gelmek zorunda. Hastalara iyi hizmet vermek, kendi mesleklerine sahip çıkmak ve AKP’nin ters uygulamalarını geri çevirmek için.

O balıklar kokar

MECLİS Çevre Komisyonu üyeleri balık çiftliklerini incelemek için, Bodrum’a gidiyor. Soru şu:

Hala nesini inceliyorlar, merak ediyorum. İnceleme bir yana, balık çiftliklerinin bulundukları koylara verdiği zararı önlemek üzere, daha Mayıs 2007’de taşınması gerektiğini bilmiyorlar mı? O zaman ne incelemesi?

İnceleme bitiyor, bir balık çiftliği sahibi milletvekillerine kilolarla balık armağan ediyor. Soru şu:

Balık çiftliğini incelemeye gidenlerin, o balıkları kabul etmeleri doğru mu?

Üç-beş kilo balık rüşvet yerine bile geçmez. O balıkları daha otobüse yüklenirken, geri vermek daha doğru değil mi?

Zaten, bu yönde çıkan haberler üzerine, balıkların çocuk esirgeme kurumuna gönderilmesi, yanlışın kabulü anlamında.
Yazının Devamını Oku

O haberi cebinde unutacak

11 Kasım 2008
İNGİLİZ asker Afganistan’da bir çocuğu öldürüyor. Terör örgütü Taliban ile savaşırken. İngiliz yargıç çocuğun ölümüne yol açan o asker, askerin komutanı ve Savunma Bakanı hakkında soruşturma açıyor. Çocuğun ölümüne sebep oldukları gerekçesiyle. Kullanılan silahtan, verilen emirden, askeri taktiğe kadar uzanan bir soruşturma zinciri.

Hukukun üstünlüğüne ilişkin çarpıcı bir haber.

Mehmet Altan bu haberin bir kopyasını geçen akşam yenilen özel yemekte Tayyip Erdoğan’a veriyor. Başka ülkelerde demokrasinin nasıl işlemekte olduğunu gösteren örnek olmak üzere.

Erdoğan haberle ilgileniyor ve kopyayı cebine koyuyor. Mehmet Altan’ın uyarısı yerinde ama, bence Erdoğan o kopyayı cebinde unutacak. Çünkü:

Erdoğan yorgun ve bitkin ve bu saatten sonra yeni bir şey yaratması çok güç.

YALNIZ BİR ADAM


Türkiye’nin toplumsal bir rüyası yok. Erdoğan, Türkiye’ye böyle bir rüya sunmaktan çok uzak. Tersine, kabus sunmakla meşgul. Tayyip Erdoğan:

- Sadece doğal destekçilerinin değil, farklı sebeplerle destek verenlerin de umutlarını boşa çıkartıyor. Belli bir görüşe mahkum oluyor. O görüş katı bir ideolojinin ürünü.

- Erdoğan kendisini eleştirenleri tümüyle dışlıyor. Karşı fikre tahammülü kalmıyor. Yakın çevresinde hiç kimse farklı bir düşünce dile getiremiyor.

- Sinirli üslup herkesle ilişkilerini bozuyor. Hızla yalnızlaşıyor.

- İç ve dış politikada ciddi hatalar birbirini izliyor. İçerde örneğin, Güneydoğu’da milliyetçi politikaya dönüyor. Kürt sorununda çözüm için, dönüp dolaşıp Barzani’ye bel bağlıyor.

- Ekonomik krizi kötü yönetiyor.

BERBAT BİR ÇEVRE

Daha farklı alanlarda, daha başka şeyler söylemek mümkün. Ama, bu kötü gidişte önemli bir etken var:

Yakın çevresi berbat. Cahil, yeteneksiz, kompleksli, dünyayı anlamaktan uzak, kendine güvensiz. O çevre, onu yanlış bilgilendiriyor.

Artık bürokratik bir iktidar var. Nefesi Türkiye’yi yönetmeye yetmeyen yalnız adamın dramı, gerçekte ve ne yazık ki, hepimizin dramı.

NTV’de ölüm yıldönümü

DÜN 10 Kasım. Atatürk’ün ölümünün 70. yılı.

Atatürk’ü anma törenlerini verirken, bazı TV’ler ölüm yıldönümü deyimini kullanıyor. Yanlış. Yıldönümü mutlu bir anmayı vurgulamak için kullanılan bir deyim. Oysa, ölümü anmak mutlu bir olay değil.

Dilbilgisi hatası. Özellikle NTV’ye hatırlatmakta yarar var.

Konuşmak yerine piyano çalmak

PİYANONUN tuşlarında parmaklarını gezdiren heyecanlı adamı dışardan görenler, onun politikadan geçen biri olduğuna güç inanır.

Geçen cuma akşamı. Antalya 9. Piyano Festivali açılışı. Piyanodaki genç adam Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel. Festivalde klasik açış konuşması yapmak yerine, 27 yıllık amatör uğraşını sahneye taşıyor. Şef Gürer Aykal yönetiminde Bach’ın fa minör piyano konçertosunu çalıyor. Türk politikacısı için çok farklı bir festival açılışı.

Menderes Türel belediye başkanı olsa bile, sanatçı kimliği ağır basıyor. Kendi deyimiyle, "hayatı, sanatın, estetiğin ve üretimin güzel kıldığına" inanıyor.

Kusursuz organizasyon eşliğinde, festival açılışı tam şölen. Fazıl Say resitali ile. Her zamanki gibi, Fazıl Say’ın büyüleyen konseri insanı sihirli dünyalara taşıyor. Aşkla bütünleşen bir aleme.

Teşekkürler Menderes Türel.
Yazının Devamını Oku

Dünyanın en zengin adamı Beyaz Saray yolunda

9 Kasım 2008
63 milyar dolarlık varlığı ile dünyanın en zengin adamı. Ondan daha zengini yok. En yakın arkadaşı, zenginler listesinde onu izleyen Bill Gates. Seçimi kaybeden McCain de, başkanlığı kazanan Obama da, gözünü Warren Buffett’e dikiyor. İkisi de aynı kanıda: "Warren’dan iyi bir ekonomi bakanı olur."

Henüz on bir yaşında. 25 sente satın aldığı Coca Cola şişesini, beş sent kárla 30 sente başkasına satıyor.
/images/100/0x0/55eaaad2f018fbb8f88f05eb
Yıllar sonra işe sadece 100 dolarlık sermaye ile başlıyor. Borsaya giriyor, piyasayı çok iyi kokluyor. Parasını nereye yatırırsa, sonuçta mutlaka kár ediyor. Ufak tefek zararlar devede kulak kalıyor. Böyle böyle yatırdığı 100 dolar, yıllar içinde milyon dolarlara yükseliyor. Büyük bir tekstil firmasının ortağı oluyor. Allah’ın "yürü ya kulum" dediği an.

Tekstil firmasını bir sigorta şirketi izliyor. Sigorta primleri, aynı anda tekstil şirketinin güvencesi. Yasal açıdan engel ya da yolsuzluk yok.

Dört bin dolardan başlayan tekstil firmasının hisse senetleri kısa sürede 119 bin dolara kadar yükseliyor. Tam patlama. Müthiş bir varlık.

Wall Street denilen o baş döndüren mekanizmanın en önde gelen, en çok aranan, en çok danışılan, fikrine en çok saygı duyulan ve en çok dinlenen aktörü haline geliyor. En çok o aranıyor, ama telefonlara bizzat kendisi çıkıyor. Arada asistan yok. Doğrudan, kendisi.

Derken dünyanın en büyük firmalarının ortakları arasında. Bir zamanlar şişesini sattığı Coca Cola’nın ortağı oluyor. Yetmiyor. American Express ile General Electric gibi devlerin ortakları arasında onun da adı var.

Bugün 78 yaşına gelen Warren Buffett, dünya zenginler listesinde başı çekiyor. 63 milyar dolarlık varlığı ile dünyanın en zengin adamı. Ondan daha zengini yok.

En yakın arkadaşı, zenginler listesinde onu izleyen Bill Gates.

GARSON ASTRID İLE BÜYÜK AŞK

Eşi Susan’la hayat arkadaşlığı Wall Street gibi başarılı değil. 1977’de evlilik fiilen sona eriyor. Susan evden ayrılıyor. Ama, boşanma yok. 2004 yılında Susan hayata veda ettiğinde, mezarı başında, elinde çiçeklerle gözyaşı döken Warren’dan başkası değil.

Gözyaşları, geride kalan yıllar içinde, Warren’ın başka kadınlarla ilişkisini engellemiyor. O kadından bu kadına koşan Warren’ı bir lokantada garsonluk yapan Astrid Menks durduruyor. Astrid’e bıraktığı bahşişler her geçen gün, herkesi şaşırtan miktarlarda artarken, karşılıklı duygulara gem vurmak artık imkansız. Aşk. Hem de, çok ateşli bir aşk.

Her erkeği durduran bir kadın var. Ama er, ama geç. Erkek bir yerde duruyor. Kadın da. Durdukları yer, farklı açılardan toplumda yerleşmiş kuralların ötesine geçmiş olsa bile. Çevrelerinden bazen içten destek, bazen sinsice dudak bükmeler. Mesele, araya herhangi bir kavram sokmadan, aşka sahip çıkmak. İnanmak. Saygıyla.

Onun artık Astrid’i var. Bununla birlikte, Susan’a duyduğu garip saygı, Susan’dan boşanmasını önlüyor. Aşkına saygıyla bağlı. Hukuki eşi Susan’dan, benzer saygıyla söz ediyor.

Susan’ı toprağa verdikten iki yıl sonra, 2006’da Astrid’le hayatının imzasını atıyor. "Hayatımın en önemli kadını" dediği Astrid’in istekleri var, normal. Ama, kaprisleri yok. Warren’ı gelgitlere süreklemiyor. Warren’a destek veriyorsa, veriyor. Vermediğinde, mantıklı açıklamanın gelmesi uzun sürmüyor. Açıklamalar, Warren’da boşluk doğmasına izin bırakmıyor.

DÜNYANIN EN İYİ KALPLİ KAPİTALİSTİ

Bu yılın başına gelindiğinde, büyük ekonomik kriz. Herkes çözüm peşinde koşarken, gözler Warren Buffett’a çevriliyor. O ne öneriyor? Krizden nasıl çıkılacak?

Arka arkaya bir kaç TV ve büyük gazetelerde röportajlar. Warren sesini yükseltiyor. Beyaz Saray’dan duyulacak biçimde. "Batanları kurtarmak gerek." Ek olarak, belli vergi ayarlamaları ve yeni bir ekonomik program.

Amerika’da 700 milyar doları aşan kurtarma paketi arkasında Warren Buffett’in imzası var. Bir anda "dünyanın en iyi kalpli kapitalisti" gibi, kapitalist mantıkla pek bağdaşmayan titrin sahibi oluyor. Bunlar Amerikan başkanlık seçimi kampanyası sırasında yaşanıyor. Seçimi kaybeden McCain de, başkanlığı kazanan Obama da, gözünü Warren Buffett’e dikiyor. İkisi de, aynı kanıda: "Warren’dan iyi bir ekonomi bakanı olur."

Olur mu? Şu anda bilinmiyor. Obama sanki bu görüşte. Ya Warren? O, bu sorulara henüz net karşılık vermiyor.

Bakan koltuğuna oturmasa bile, dünyanın en zengin ve bu arada en iyi kalpli kapitalistinin Beyaz Saray’da danışmanlığı kesin gibi.
Yazının Devamını Oku

İyi ki izin vermediniz Sayın Bakan

8 Kasım 2008
TELEFONDA Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, haklı olarak mesafeli bir sesle:<br><br>"Oğlu öldürülen Mehmet Tursun hakkında 301’den dava açılması için izin vermedim. Üç ay önce de reddettim, bir ay önce de reddettim." Oysa, önceki gün pek çok gazetede tam ters haberler yer alıyor, dava açılması için bakanın izin verdiğini anlatan haberler.

İzmir’de, polisin dur ihtarına uymayan üniversite öğrencisi Baran Tursun, polis kurşunlarıyla can veriyor. Ateş ettiği iddia edilen polis ilk sorgusunda serbest bırakılınca, baba Mehmet Tursun çılgına dönüyor ve "Polis memuru sahte raporla serbest bırakıldı, adalete güvenim kalmadı" diyor.

Bunun üzerine savcılık harekete geçiyor ve Tursun hakkında 301’den dava açılması için Adalet Bakanı’ndan izin istiyor. Son düzenlemeye göre, 301’den dava açmak için, Adalet Bakanı’nın izni gerek.

AÇIKLAMA VAR

Önceki gün pek çok gazete aynı haberi veriyor:

"Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Mehmet Tursun hakkında 301’den dava açılması için izin verdi."

İçim fena halde burkuluyor. Polis kurşunuyla oğlunu kaybeden babaya, şimdi bir de 301 darbesi. Olmaz böyle bir şey. İnsanlığa, adalet ölçülerine sığmıyor.

Adalet Bakanı Şahin’in izin vermesini eleştiren bir yazı yazıyorum. Dünkü yazı. Dün sabah saatlerinde Adalet Bakanı Şahin arıyor:

"Mehmet Tursun’a dava açılması istemini iki kere geri çevirdim. İki sebepten dolayı. Önce, fikir ve düşünce özgürlüğü açısından. Mehmet Tursun düşüncesini açıklamış. Davaya gerek yok. İkincisi de, oğlunu kaybeden bir babanın infiali, tepkisi. İnsani bir tepki."

Çok iyi, çok güzel. O zaman, Bakan izin verdi, haberleri ne? Bakan Şahin:

"O haberler nereden çıktı, ben de bilmiyorum. Ama, akşama doğru o haberlerin doğru olmadığını açıkladık."

Bu açıklamayı bakandan öğreniyorum. Ve kendisini haksız yere eleştirdiğimi görüyorum. Onun için Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin’den özür diliyorum.

İyi ki izin vermediniz Sayın Bakan. Çok iyi ettiniz Sayın Bakan.

Erdoğan’ın kulakları çınlasın

ABD’de başkanlık seçimini Obama’nın kazanması, hepimizde bir özlem yaratıyor. Çünkü, düzgün bir adam. Ne dediğini bilen bir adam.

İşte, seçimi kazandıktan sonra, halka seslenirken konuşmasından bir cümle:

"Sizlerle ayrı düştüğümde, size kulak vereceğim."

Kısa, öz, ama çok anlamlı. Tevazu var, iddia yok. Yanılgıyı kabul var, ısrar yok. Kendisiyle ters düşenlere kapıları yine de açık tutmak var, kör inat yok.

Farklı düşünenlere, farklı tepki gösterenlere, "ananı da al git" gibilerinden küfür benzeri laflar hiç yok. İşine gelmeyen soruları soran gazetecilere, "hıı, sen radikalsin" diye fırça atmaya kalkmak yok. Yalın habercilik karşısında, küplere binerek, basın özgürlüğünü tehdit eden tavırlar yok. İşine gelmeyen her konuda, kendi siyasi ekibi ve hatta IMF dahil, istisnasız herkese, bağırıp çağırmak yok.

"Size kulak vereceğim" bizim çoktan unuttuğumuz bir yaklaşım. O anlayış bizde çoktan Kaf Dağı’nın ardında.

Bizim ülkemizde, "bizimle ayrı düştüğünde", bizi yönetmek iddiasıyla sahneye çıkanlar, kulak vermek bir yana, öfkeleniyor, tehdit ediyor, iktidar olanaklarını sonuna kadar zorluyor.

Bunun adına, uygarlık farkı deniyor.
Yazının Devamını Oku

Adalet Bakanı insanlığı unuttu

7 Kasım 2008
İZMİR’de üniversite öğrencisi Baran Tursun polisin "dur" ihtarına uymuyor ve öldürülüyor. Tursun’u öldürdüğü iddia edilen polis memuru önce tutuklanıyor. İlk duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.

Tursun Ailesi ayağa kalkıyor. Baba Mehmet Tursun, polis memurunun serbest bırakılmasından sonra basına açıklamalarda bulunuyor.

"Sahte raporla serbest bırakıldı, adalete güvenmiyoruz" tarzında, tepki içeren sözler. İçi yanan bir babanın isyanı. Eşik biraz aşılıyor, ama o sözler, boş yere oğlu öldürülen bir babanın feryatları.

Savcılık harekete geçiyor. Mehmet Tursun ile yakınlarına 301. maddeden dava açılması için Adalet Bakanlığı’ndan izin istiyor.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin izin veriyor, baba ve yakınlarına 301’den dava açılıyor.

Tursun Ailesi’ne bir ateş daha düşüyor. Oğullarına yanan aile şimdi de, akla gelmez bir nedenle mahkeme kapılarını aşındırmak zorunda.

Adalet, sadece hukuk kurallarından ibaret değil. Adalet aynı zamanda felsefi bir kavram. Her felsefi kavram gibi, insanlık durumu ve anlayana hoşgörü içeriyor. Adalet, neye göre adalet? Hangi ölçüye göre adalet?

Bir babanın isyanını devlete karşı hareket gibi görüp, ona 301’den dava açılmasına izin vermek, adalet anlayışına sığmıyor.

Adalet Bakanı Sayın Mehmet Ali Şahin, size yazıklar olsun. İnsanlık öldü mü be Sayın Bakan? Bu şimdi adalet mi Sayın Bakan? Adalet, hepimiz için değil mi be Sayın Bakan?

Memura hasis belediyelere cömert

KRİZ yok, ama seçim var. Krize karşı özel bir tavır yok, ama seçime karşı özel bir tavır var.

2009 Bütçe tasarısı Meclis’te görüşülüyor. Görüşmelerde eğer kavga çıkarsa, medyaya o zaman, o kavga yansıyor. Yoksa, koca bir bütçede ne gibi özellikler var, bütçe nereden geliyor, nereye gidiyor, kimsenin umurunda değil.

Oysa, bütçe tasarısına genel bir bakış, AKP’nin 2009 yılına bakışını yansıtıyor. Kime, nasıl baktığını gösteriyor.

AKP önce mart ayındaki yerel seçimleri düşünüyor. O nedenle, yerel yönetimlere daha dikkatli bakıyor. Dikkatli bakış, yerel yönetimlere daha çok para vermekten geçiyor.

MEMUR EZİLİYOR


Birkaç rakam.

2009’da AKP yerel yönetimlere 19 milyon 919 bin YTL aktarıyor. İçinde bulunduğumuz yıla göre, artış yüzde 22. Gayri safi milli hasılada öngörülen artışın iki katı.

Seçim öncesinde belediyelere nefes aldıracak para. Cömert davranış.

Seçime rağmen, AKP memura aynı cömertliği göstermiyor, hatta hasis bile davranıyor. Önümüzdeki yıl memur aylıklarında öngörülen artış yüzde 8.7. Oysa, enflasyon hedefi yüzde 11. Memur aylığında artış enflasyonun altında. "Biz memuru enflasyona ezdirmeyiz" nutukları boş çıkıyor. Bal gibi eziliyor. Bütçe öyle yazıyor.

Memur aylıklarına IMF’nin gölgesi düşüyor. IMF memuru iplemiyor, her zamanki gibi. IMF ile kavga biraz da, buradan geliyor.

KRİZ YOK

Yeni bütçenin garip bir özelliği var.

Bütçede küresel krizin etkisi görülmüyor, global krize karşı önlem de yok. Yani, krizin k’sı yok. Hamdolsun, bizebişeyolmaz durumu.

Krizde üretim düşüyor, ödenen vergi azalıyor. Buna rağmen, bütçe 2009’da vergi gelirlerinin yüzde 15 artacağını öngörüyor. Garip.

Şimdilik, hamdolsun deyip, durumu kayda almaktan başka çare yok.
Yazının Devamını Oku