Yalçın Doğan

Gül, yetmiş STÖ’yü hiçe saydı

30 Ocak 2009
MEKTUP 23 Ocak’ta Çankaya’da.Orman, doğa, tarım, kırsal çevre koruması adına, hangi sivil toplum örgütü (STÖ) varsa, onların Abdullah Gül’e gönderdiği mektup. Toplam yetmiş STÖ, Ormanlarımıza Sahip Çıkalım Birliği adında şemsiye bir kuruluş altında toplanıyor. Saygın ve uzman bir birlik. Daha önemlisi, siyaset dışı. Mektubun iki amacı var. 1- Onay bekleyen bir yasanın teknik ayrıntılarını anlatmak. 2- Makul gelirse, o yasanın Meclis’e geri gönderilmesini önermek.

Mektubun tek hedefi var. Orman yağmasını önlemek.

BAŞLIK KARIŞIK

15 Ocak’ta Meclis’te bir yasa kabul ediliyor. Yine anlaşılmaz, yine her türlü sinsi amacı gözlerden kaçırmaya çalışan, bürokratik başlıklı bir yasa. Tapu Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun.

Hangi kanunlar, hangi değişiklik, ne amaçla? Biraz yakından bakınca, belli olan şu, yasanın kurgusu, Saraydan Kız Kaçırma, şey pardon, ormanlardan toprak kaçırma üzerine.

Yetmiş STÖ bunları anlatıyor.

GÖZ GÖRE GÖRE

Neresi orman, neresi değil, özel orman kadastro ekipleri belirliyor. Hayır, artık değil. Yeni yasaya göre, uzman olmayan kişiler de, orman kadastrosu yapacak.

Yani, bu kişiler, bir ormana göz göre göre, burası orman değil, diyebilecek.

Sonra? Sonrası yok, oralar imara açılacak. Rant ve devamında ne varsa.

2B’YE VEDA

Ve 2B. Nedir 2B?

1981’den önce orman niteliği kaybolan yerler. Toplam 3.5 milyon dönüm. Burada yapılaşma oranı yüzde beş. Çok değil.

Orman niteliği kayboluyor, ama kendi haline bırakılan bu araziler, zamanla yeniden ormanlaşıyor.

Şimdi bu ormanlaşma görmezden geliniyor. Bu yasa, "1981’den beri burası orman değil" denilen alanların satış kapısını açıyor.

ANAYASA’YA AYKIRI

Özeti şu.

1- Orman alanları daraltılıyor.

2- Bu işlem Anayasa’nın 44, 169 ve 170. maddelerine aykırı.

Yetmiş STÖ, Abdullah Gül’ü uyarmak istiyor, "Anayasay’a aykırı bir yasayı onaylamayın" diyerek, "ettiğiniz yemine aykırı" diyerek.

Yemin bu yemin, Anayasa’yı koruma üzerine yemin, Abdullah Gül için, yemin önemli olsa gerek. En azından buradan bakınca, öyle görünüyor.

Abdullah Gül yetmiş STÖ’ye randevu vermiyor, basıyor imzayı, yasayı onaylıyor. AKP’ye desteğini yine esirgemiyor.

Yarın bu yasa Anayasa Mahkemesi’nden, Anayasa’ya aykırıdır, diye dönerse, Abdullah Gül ne yapacak?

Yemin rafa kalkarken, bizler ormanlarımızla vedalaşıyoruz.

Bitmeyen kin

BİRİLERİ hapiste. Ergenekon’dan yargılanıyor.

Hapistekilerin eski yoldaşları var. Uzunca bir dönemin en devrimci, en keskin yazıları eski yoldaşlara ait. Lenin, Mao, Marx, Engels o yazılarda sular seller gibi.

Şimdi hapiste olanlarla eski yoldaşların içtikleri su, bir zamanlar ayrı gitmiyor. Polis peşlerine düştüğünde, aynı evde saklanıyorlar. Sadece devrimci siyasetin değil, özel hayatlarını da paylaşıyorlar.

Aradan yıllar geçiyor. Siyasal düşünceler değişiyor, yollar ayrılıyor. Olabilir.

Ama bakıyorum, şimdi olmayacak şeyler oluyor. Hızlarını alamayan eski yoldaşlar, Ergenekon’dan yargılanan eski liderlerine yazmadıkları hakareti bırakmıyor. Üstelik, Nazi ve faşist suçlamalarıyla.

Bunlara liberal aydınlar deniyor, oysa bunun adı soysuzluk.
Yazının Devamını Oku

Madem ki öndesin neden paniktesin

29 Ocak 2009
BİR değil, birden fazla kamuoyu anketinde benzer sonuç var.<br><br>İstanbul’da şu anda Kadir Topbaş, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan önde. Bunu AKP Genel Merkezi biliyor, Tayyip Erdoğan havada, karada, denizde biliyor, Kadir Topbaş biliyor, AKP yandaşı medya biliyor.

Bu muhteşem bilgiye rağmen, Tayyip Erdoğan, Kadir Topbaş ve yandaş medya tam panik halinde. Aman yavaş olun, panik, Allah saklasın, panik atağa dönüşürse, birilerinin sağlığına dokunur.

Paniğin üç göstergesi var.

DÜN BİR, BUGÜN İKİ

Panik 1- Bir Başbakan, bir rakip belediye başkan adayını ilk kez muhatap alıyor. Cepheden saldırıyor. Kılıçdaroğlu, İstanbul’da dolaşmaya başladığı anda, parti grup toplantısında Erdoğan’ın eli, ayağı buz kesiyor.

Panik 2- Aynı gün Kadir Topbaş da, telaşlı. Kılıçdaroğlu varoşlarda çamur içinde dolaşırken, Topbaş ona yanıt yetiştirmeye çalışıyor.

Panik 3- Dün AKP yandaşı medyaya bakıyorum. Bazıları tam sayfa makale döşeniyor, Kılıçdaroğlu tahlilleri. Başkaları farklı boyutlarda haber ve yorumlarla Kılıçdaroğlu’na saldırıyor. Gündemleri Kılıçdaroğlu.

Kılıçdaroğlu piyasaya çıkalı daha dün bir, bugün iki, ama panik diz boyu.

TELAŞ VE DUMAN

Topbaş önde, ama bu panik neden?

Anketler, bugünlük ve şimdilik, Topbaş’tan yana. Mademki öndesin, neden paniktesin?

İstanbul’un içini, dışını AKP çok iyi biliyor, nerede rant, nerede jant, hiç kaçmıyor. Yeniden kazanacağından emin. Mademki kazanacaksın, neden heyecanlanacaksın?

Kılıçdaroğlu, Topbaş’la ilgili dosyalardan söz ediyor. Ortada henüz bir şey yok, sadece tüten bir duman. Buna Topbaş’ın yanıtı gecikmiyor. Mademki kendinden eminsin, neden telaşlı hanedesin?

TÜRKİYE PANİĞİ

Panik ve telaş boşuna değil.

Daha ilk günden Kılıçdaroğlu AKP’yi İstanbul’da oymaya başlıyor. Şiirdeki yağmur tasviri gibi, küçük, muttarit, muhteriz darbeler. Bitmez tükenmez, hırslı darbelerle.

Kılıçdaroğlu hafif hafif yukarı, Topbaş aşağı, bunun Türkiye için anlamı var. AKP’deki panik sadece İstanbul paniği değil, Türkiye paniği.

İstanbul’u kaybederim, iktidardan giderim,
paniği.

On beş yıl sonra ilk kez, İstanbul’da bir ihtimal daha var. Kılıçdaroğlu ihtimali.

Akşam Sefası’nda içimde buruk acı

TEKERLEKLİ sandalyelerinden kalkıp, aşağı salona inemiyorlar. Halk zaten onları arasına alıyor. 250 kişilik balkonun 65 sandalyesi onlara ayrılıyor. Güneydoğu’da yaralanan gazilere.

Geçen akşam TRT 1’de Akşam Sefası isimli müzik programı. Yapımcılığını Samim Şenyüz’ün üstlendiği programı izliyorum. Finalde Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısı. Ya sonra? Tekerlekli sandalyelerde mahzun yüzler.

Ankara’da TSK Rehabilitasyon Merkezi var. Güneydoğu’da yaralanan subay ve askerler GATA’da fizik tedavi sonrasında, bu merkezde psikolojik ve sosyal tedaviden geçiyor. Aileleriyle birlikte burada kalıyor.

Onlar ayda birkaç kez bu tür programlara davet ediliyor. Davetlere ayyıldızlı şapkalar ve tuttukları takımın kaşkolleriyle katılıyorlar. Müzik ve eğlencenin katkısıyla hayatla yeniden bağ kurmak.

Bir Başkadır Benim Memleketim şarkısı bittiğinde, en çok tezahüratta bulunan onlar. Gözlerimden yaş boşanıyor. O şarkı, özel olarak onlar için seçiliyor.

Gerçekten başarılı ve baştan sona müzikle dolu Akşam Sefası, gazilerin görüntüleriyle İçimde Buruk Acı’ya dönüşüyor.

Ekrana el sallarken, aslında hayata asılıyorlar. Akşam Sefası iki-üç dakikalık son görüntüleriyle, Türkiye’nin son 25 yıllık tarihini anlatıyor.

Nereden nereye? Bir eğlence programından savaşın acımasızlığına.
Yazının Devamını Oku

Birinci ümük savaşı

28 Ocak 2009
YİNE de, tango değil. Onlar bir adım ileri, biz iki adım geri ya da bizden iki ileri adım, onlardan bir geri. Yine de tango değil. IMF ile Türkiye arasında yirmi gün süren görüşmeler tıkanıyor. Devlet Bakanı, Merkez Bankası, Hazine ve IMF ayrı ayrı açıklamalar yapıyor. Hepsinin ortak noktası aynı:

"Görüşmeler sürecek, yapısal reformlarda pürüz var, ama sonuçta bir anlaşma olacak umudu ile..."

Hatta, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek görüşmelerin bugün başlayacak Davos toplantılarında da, süreceğini ekliyor.

KRİTİK KONU

Bütün bu açıklamalarda kritik bir deyim var, yapısal reformlar.

Bu deyimi Türkçeleştirmek gerek. Anlaşılır kılmak gerek. Yapısal reform, gibi teknik bir deyim arkasına gizlemekten kurtarmak gerek.

AKP Hükümeti IMF ile nerede anlaşamıyor? Yapısal reformlarda. Nedir o? Türkçesi şu:

Devlet harcamalarının denetim altına alınması gerek, öyle istediğin gibi, istediğin yere harcama yapamazsın, demek. Ayağını, tam da kriz döneminde, yorganına göre uzat, demek.

ŞU SIRADA OLMAZ


Olmaz, mümkün değil. Tam seçime giderken, IMF’nin bu söylediğini AKP’nin kabul etmesi mümkün değil.

Tam seçime giderken, adam çıkmış, seçim umurunda değil, "sen istediğin gibi, kendi çıkarın için para harcayamazsın" diyor.

Oysa, AKP istim üstünde, seçimleri almak için, elde avuçta ne varsa, çoktan gözden çıkartıyor. Harcayacak ve harcayacak, sonra da belediyeleri alacak, hesap bu.

Ama, o hesap, IMF’den dönüyor. Ve "yapısal reformlar" adı altında teknik bir deyimle, olup biten, gözlerden kaçırılmak isteniyor.

SEÇİM KAÇABİLİR

AKP, seçimden önce IMF ile anlaşmak istemiyor. Seçim kazanmak, AKP için ekonomik krizden çok daha önemli. Kriz kaçmıyor, ama seçim kaçabilir.

Bununla birlikte, IMF ile anlaşma seçim öncesinde imzalansa bile, uygulaması yine de nisana kalacak. Yani, AKP isteğine kavuşacak. Hem seçim geçecek, hem anlaşma imzalanacak.

Bir Türkçe daha var: Ekonomik krizin temel çözümü seçimden sonra.

Büyüklerimiz, IMF ile görüşmeler ve anlaşma için, "kimse bizim ümüğümüzü sıkamaz, ümüğümüzü kimseye sıktırmayız" diyerek, kahramanca çarpışıyor.

Kahramanlık seçime kadar. Birinci Ümük Savaşı’nı bizimkiler kazanıyor.

Nihai zafer IMF’nin bile olsa, yine de yaşasın bizimkiler.

Ezan vakti anlaşma

TAM el sıkışmaya geçilecek. Her şey tamam. Eksik, gedik yok.

İki firma arasında her konuda anlaşma sağlanıyor. Firmalardan biri Türk, diğeri Balkan firması. Görüşmeler uzun sürmüş olsa bile, ticaret anlaşmasının yine de, sonuna geliniyor.

Yabancı, bizimkine ham metal satacak, Türk firması onu işleyecek. Bir bölümünü iç piyasaya satacak, bir bölümünü ihraç edecek. Sıradan, özelliği olmayan bir anlaşma. 50 milyon Euro tutarında.

Tam el sıkışmaya geçilecek, Türk firmanın temsilcisi "bir ricam var" diyor. "Namaz vakti, önce namazı kılayım, anlaşmayı sonra imzalarız."

Yabancılar şaşırıyor. Elbette, her insanın dini vecibelerini, inançları gereği yerine getirmesine kimsenin itirazı yok. Ama, üç-beş dakika sonra bitecek anlaşmayı beklemeden, neden bu acele? Bizimki: "Anlaşma öncesinde namaz kılarsam, işlerimiz daha doğru gider, Allah daha çok yardım eder."

Şimdiye kadar Türklerle kim bilir, kaç kez benzer anlaşma imzalamış olan yabancı firma yöneticileri, ilk kez böyle bir manzara ile karşılaşıyor.

Neyse, namaz kılınıyor, imza atılıyor.

Şimdi, o malum çevrenin, "ne var bunda" diye nara attığını duyar gibiyim. Elbet, bir şey yok. Adam, namaz kılmak istiyor, kılıyor ve anlaşma yapılıyor.

Daha önce benzer binlerce anlaşma ve ticari ilişki var. Geçmiş yıllarda olağan işlerden biri. Ama, son birkaç yıl içinde, olağan işler değişiyor, işin içine bu tavırlar giriyor.

Geçmiş yıllarda bazı Arap ülkelerinde görülen bu tavır, son zamanlarda bizde her fırsatta zuhur ediyor.

Bu bir düzen değişikliği. O değişikliğin bir uzantısı.
Yazının Devamını Oku

Son film, son şarkı, elma şekeri

27 Ocak 2009
EN iyi film dalında Oscar adayı Slumdog Millionaire Türkiye’de henüz vizyonda değil. Tayyip Erdoğan filmin DVD’sini çoktan buluyor. Eve geç gelmesine rağmen, o gece oturup filmi heyecanla izliyor. Henüz Türkiye’de kitapçılarda yok. Deniz Baykal dünya listelerinde başı çeken Stephenie Meyer’in Fascination Tentation kitabını internetten ısmarlıyor ve kitabı iki günde bitiriyor.

Devlet Bahçeli dilinden düşürmediği Beyonce’nin son şarkılarından Greenlight ile Bob Sinclair’in çok tutan Fireball şarkısını i-Pod’una yüklüyor, gece yatarken, son bir kez daha onları dinliyor.

Ne fantezi ama. Keşke, bunlar gerçek olsa. Ne yazık, bunlara teğet bile geçmiyor bizimkiler.

TERAPİST

Obama’nın kendisi gibi siyah, bir sağ kolu var, Reggie Love.

Günün büyük bölümünde birlikteler. Spor, müzik, araba modelleri, film ve belki magazin dedikoduları üzerine konuşuyorlar. Ama, siyaset asla.

Reggie Love, Obama’nın terapisti gibi. Onu dinlendiriyor. Obama’nın her gün zaten yoğunlaşmak zorunda kaldığı siyasete girmiyor, onu belli süre için de olsa, siyasetten uzak tutuyor.

Obama siyasette o zaman daha verimli. Karar alırken, ilişki kurarken, genel anlamda yönetirken çok daha insani.

George Orwell’in
siyaset sözlüğüne kazandırdığı politik hayvan (political animal), otokratik ve bürokratik yapılarda gelişiyor.

Donuna kadar siyasetçi olduğu halde, (bir anlamda yine de political animal), siyaset dışı işlerle uğraşarak, siyaset yapanlar politik hayvan kategorisi dışında kalıyor.

SCHMIDT’İN TORUNLARI

Siyasetin zirvesinde iken, Alman Başbakanı Helmut Schmidt çekilmeye karar veriyor. Herkes şaşkın ve meraklı, neden? Schmidt çok insani:

"Mozart dinlemek istiyorum, kitap yazmak istiyorum, torunlarımla oynamak istiyorum."

Adam Başbakan, ama şu düşündüklerine bakın. Delirmiş mi, ne?

Schmidt bugün doksan yaşında. Her hafta Die Zeit’ta yazıyor. Ve bilcümle siyaset tellalı onun düşüncelerinden ders alıyor.

BİZİMKİLER

Bizimkiler siyasi gösteriş olarak değil, ama gerçekten amatör heyecanla şu ya da bu maça gitseler, son çıkan bestseller peşine düşüp, o kitabı okusalar, herkesin ilgisi çeken şu filmi izleyip, bu şarkıyı dinleseler, belki hem kendilerine terapi, hem hepimize mola.

Bizimkiler farklı bir kategori. Bizimkilerin hayatı varsa siyaset, yoksa siyaset. Onun için o kadar kuru, o kadar bıktırıcı, o kadar kısır, dar şablonlar içinde zigzaklarla yanılgı bohçası.

Onların hayatından siyaset çıktığı anda, elde geriye elma şekerinin kazığı kalıyor.

Muhasebe defterine merak

HAFTA sonunda pek çok yerde, her zamanki gibi, pek çok konuşuyor. Tayyip Erdoğan bunlardan birinde:

"Türkiye’de kimsenin kimsenin cebinde gözü olmamalı, hesabı olmamalı. Maalesef şu anda durum öyle değil. Bakıyorsunuz, birileri adeta birilerinin muhasebe defterini tutuyor. Arkadaş, bırakın da muhasebe defterimi kendim tutayım."

Dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde, ülkeyi yönetenlerin muhasebe defterlerini kendileri tutmuyor. Halk tutuyor. Halk adına, siyasal partiler, sivil toplum örgütleri ve medya tutuyor. Anonim ve hep birlikte. O defter ama maddi, ama manevi bilançolardan oluşuyor.

Tam tersine. Dünyanın herhangi bir yerinde, bir başbakan, muhasebe defterimi kendim tutarım, dediği anda, sivil toplum kurumları o deftere hücum ediyor, ne var acaba, nasıl acaba, soru ve sorgusuyla.

Bu laf üzerine, Erdoğan’ın muhasebe kayıtlarını merak ediyorum. Aktif ve pasifiyle birlikte.
Yazının Devamını Oku

Türkiye yarın Avrupa’ya giriyor

25 Ocak 2009
1699’da Karlofça Anlaşması ile Osmanlı ilk ve ağır toprak kaybına uğruyor. 1800’lerin başında anlaşmanın imzalandığı tepedeki çadırın yerine bir kilise yapılıyor. Kilisenin de, çadır gibi, dört kapısı var. O kapılardan biri, iki yüz yıldır kapalı. Avrupa Türklere kapalı kalsın diye. Müthiş bir sembol.

Kapı iki yüz yıldır kapalı. Kilisenin dört kapısından üçü açık, ama biri zinhar kapalı, duvarla örülü.
Kilise Karlofça’da. Karlofça, Sırbistan’ın dokuz bin nüfuslu kasabası. Bir zamanlar Sırp Ortodoks Kilisesi’nin merkezi. Şimdi şaraplarıyla ünlü.
Osmanlı tarihi açısından ise Karlofça tam hicran. 1697-98’de Osmanlı arka arkaya ağır yenilgiler alıyor. Avusturya Zenta’da Osmanlıları yenilgiye uğratırken, Venedik Mora ve Dalmaçya’ya, Lehistan Boğdan’a, Rus Çarı Petro Azak Kalesi’ne saldırıyor. Dört bir cephede kuşatılan Osmanlı pes etmek zorunda kalıyor ve Karlofça’da anlaşmaya zorlanıyor.
Karlofça Osmanlı’nın kuruluşundan dört yüz yıl sonra, toprak kaybettiği ilk anlaşma.
Anlaşma için görüşmeler Karlofça’da bir tepeye kurulan çadırda yürütülüyor. Osmanlı’yı temsilen görüşmeye Sadrazam Amcazade Hüseyin Paşa ile Reis-ül Küttap (Dışişleri Bakanı) Rami Mehmed Efendi katılıyor.
Çadırın dört kapısı var. Her kapıdan bir ülke giriyor. Birinden Venedik, ötekinden Avusturya ve Lehistan, üçüncüsünden Rusya, son doğu kapısından da Osmanlı giriyor. Kapılar ayrı, ama aynı zamanda giriliyor.
Aynı zamanda girmek bile, Osmanlı’da çöküşün işareti. Dört yüz yıl boyunca, masaya son oturan, içeri son giren hep Osmanlı. Çünkü hep galip. Karlofça’da dört yüz yıllık bir başka gelenek daha bozulmuş oluyor.

Yazının Devamını Oku

İstanbul’da elli yıllık ezber

24 Ocak 2009
AKSİ ne görülüyor, ne duyuluyor. 1960’dan bu yana, bu böyle. Elli yıldır, İstanbul’da iki kez üst üste seçim kazanan, iki kez üst üste belediye başkanlığı yapan hiç kimse yok. 27 Mayıs 1960 sonrasında üçü asker, biri sivil dört belediye başkanı atanıyor. İhtilal var, seçim yok, atama var. Sırayla:

Orgeneral Refik Tulga, Albay Şefik Erensü, Albay Turan Ertuğ. Sivil kökenli Necdet Uğur.

1963’teki seçimi Haşim İşcan (CHP) kazanıyor. 68’de Fahri Atabey (AP), 73’te Ahmet İsvan (CHP), 77’de Aytekin Kotil (CHP).

12 Eylül gelip çatıyor. Belediye başkanları yine atama ile. 1980-84 arasında İsmail Hakkı Akansel, Ecmel Kutay, Abdullah Tırtıl.

84’te Bedrettin Dalan (ANAP), 89’da Nurettin Sözen (SHP), 94’te Tayyip Erdoğan (RP), 99’da Ali Müfit Gürtuna (FP) ve 2004’te Kadir Topbaş (AKP).

94’te Tayyip Erdoğan’ın rakibi, CHP adayı Ertuğrul Günay. Şimdi AKP’li ve Kültür ve Turizm Bakanı olan Ertuğrul Günay. Hayat böyle. Günay ancak yüzde bir nokta dört oy alabiliyor.

Şimdi Topbaş AKP’den yine aday. Bu bir ilk. Karşısındaki güçlü rakip CHP’den Kemal Kılıçdaroğlu.

İstanbul’u on beş yıldır RP, FP, AKP aynı ve aynı kökenden gelen partiler yönetiyor.

Bu partiler oylarını on beş yıldır, bir zamanlar sosyal demokratların kalesi olan varoşlardan alıyor. Dinci partiler varoşları teslim alıyor. Bu işin sırrı var.

Örgüt ve çalışmak, örgütlü çalışmak ve bire bir halkla buluşmak.

Varoşları ele geçirmek çalışması 1995-97 arasında başlıyor. Tayyip Erdoğan döneminde. Bakın nasıl çalışıyorlar:

"İki yılda partiye iki yüz binden fazla üye kaydediliyor. 3 bin 465 seminer, 1572 konferans, 1564 video gösterisi düzenleniyor." (Ali Eşref Turan, Türkiye’de Yerel Seçimler, s.306).

YÜZ YÜZE

O dönemde örgütlü çalışmanın çok daha çarpıcı bir yönü var.

"Evlere düzenlenen sohbet sayısı 14.231, doğum ziyareti 3.740, taziye ziyareti 4.215, evlilik töreni 2.656, çay sohbeti 18.628, piknik 310 kez, sinema 210 kez, 75 kermes, ayrıca beceri kursları, okul, hastane ve esnaf ziyaretleri". (a.g.k., aynı yerde).

İyi günde de, kötü günde de, belediye halkın yanında. Bilanço müthiş.

"Bu ve benzeri faaliyetler sonucu, İstanbul’da belediye bir milyon 226 bin 575 kişiye ulaşıyor, birebir, yüz yüze". (a.g.k., aynı yerde).

İstanbul’da varoşlara temel böyle atılıyor. Bu faaliyetler hiçbir zaman eksilmiyor, tersine çeşitli biçimde hızlanıyor.

SANDIĞA GÖTÜRMEK

İstanbul’u şimdi AKP’den almak için tek yol var. Reçete ortada.

Gidilebildiği kadar, tek tek insanlara gidilecek, ulaşılabildiği kadar, birebir insanlara anlatılacak. Yüz yüze, örgütle ve örgütlü olarak.

Yoksa, iki TV kanalında üç laf, üç-beş gazetede sekiz-on cümle ile seçim kazanmak mümkün değil. Elbette medya da, kitlesel ulaşımın parçası. Ama, seçim kazanmak yüz yüze ve birebir görüşmekten geçiyor.

Kılıçdaroğlu’nun bir şansı daha var. İstanbul’da 2004’te AKP ile CHP arasında 700 bin fark var. Ama:

İki milyon seçmen sandığa gitmiyor. CHP’nin görevi iki milyon seçmenin hiç olmazsa yarısını sandığa götürmekten geçiyor.

Gitmeyenler AKP’li değil. AKP’liler gidiyor ve oylarını kullanıyor.

Ben CHP İstanbul Örgütünü burada göreceğim. Çok şişirilen il başkanı Gürsel Tekin’in boyunu, bosunu burada göreceğim.

Sandık başına çekilecek her oy, gerçekte CHP’ye bir oy.

Araştırma diye buna derim

YEREL seçimler üzerinde düşünmek, konuşmak, bilgi edinmek için müthiş bir kitap var.

Araştırmacı Ali Eşref Turan’ın yazdığı Türkiye’de Yerel Seçimler kitabı, bu konuda tam başucu niteliğinde. Geçen yıl yayınlanan kitap, 1923’ten bu yana bütün belediye seçimleri, ilgili yasalar, seçim sonuçları, başkanlar, çeşitli iktidarların belediyelerle ilgili aldıkları kararlar ve değişik analizleri içeriyor. Hepsi hap gibi elinizin altında. Yerel yönetimlerle ilgili, ne ararsanız var.

Ali Eşref Turan’ı kutluyorum.
Yazının Devamını Oku

Fahrenheit 451 düzen değişiyor

23 Ocak 2009
KIZGIN bir düzenin, yeni bir düzenin ayak sesleri. Hayır bu, bizim yaşadığımız düzen değil. Bu artık yeni bir düzen. Filmi de çekilen, Fahrenheit 451 romanındaki gibi. Sabahları durup düşünmeyi önlemek için, giysilerde düğme yok, yerine fermuar var.

Kitaplar tablet gibi. Örneğin, Hamlet tek sayfadan ibaret. Okullarda felsefe ve tarih artık okutulmuyor. Okumak gibi bir zırvayla yitirilecek zaman yok. Fahrenheit 451, kağıdı ateş gerektirmeden tutuşturan ısı derecesi, kızgın bir düzenin simgesi.

EN TEMEL KURAL

Bugün bizde kimin başına, ne zaman, ne geleceğinin bilinmeyişine denk, hızla ısınan bir toplumun simgesi.

Sabah yeni dalga Ergenekon’u duyduğumda, aklıma ilk gelen kavram, Fahrenheit 451. Türkiye’de düzen değişiyor.

İlk dalga Ergenekon üzerinden on dokuz ay geçiyor. Duruşması on yedi ay sonra başlıyor. Emekli paşaların gözaltına alındığı dalganın üzerinden yedi ay geçiyor. İddianame hálá yok. İnsanlar hangi suçtan dolayı içeri alınıyorlar, onu bile bilmiyorlar.

Kanunsuz suç olmaz, gibi hukukun en temel kuralı çiğneniyor.

Ve dün yeni bir dalga.

Daha bir gün önce Abdullah Gül yasama, yürütme ve yargı başkanlarını topluyor. Mesaj, hukukun üstünlüğüne, temel ilkelere bağlı kılınsın, usul hukukuna azami özen gösterilsin, yönünde.

Bunlar hep birlikte bizimle dalga geçiyorlar. Bu mesajın mürekkebi kurumadan, polis yine sabahın köründe görev başında.

Gözaltına alınan asker ve polisleri bilmiyorum. Ama, gözaltına alınan sivillerin ortak paydası var: AKP’ye muhalefet ve ulusalcı çizgi.

Aslında, çok daha temel bir olayı yaşıyoruz.

Türkiye’de düzen değişiyor.

İçki yasağıyla, değişen günlük selamlaşma biçimiyle, okullarda müsamerelere yansıyan dualarla, canavar öldürme saçmalıklarıyla, sermayenin el değiştirmesiyle, her anlamda kadrolaşmayla, en büyük kentlerin gözde lokantalarında namaz kılma bölümleriyle ve mahalle baskısıyla Türkiye’de düzen değişiyor.

Ergenekon adında, demokratik rejimi tehdit eden bir örgüt belki var. Ama, olaylar bir anda toplumu korkutan niteliğe bürünüyor. Daha önemlisi, bunlar Türkiye’de düzen değişikliğine rastlıyor.

Kanlı mı, kansız mı, gibi bir soruya şimdi yanıt var. Kansız.

Fahrenheit 451.

Sivil kesime en ağır darbe

TÜRK Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek’in gözaltına alınması paşaların gözaltına alınması kadar önemli. Ulusalcı sivil kesime vurulan en ağır darbe.

Özbek, Türkiye’nin en eski sendikacılarından. 1961’den beri sendikacı. 34 yıl gibi rekor süreyle Türk Metal’in başkanı. Türk Metal, 320 bin üyesiyle, Türkiye’nin en büyük sendikası. Otomotiv, elektronik, beyaz eşya, demir çelik ve yan sanayide yetkili.

Türk Metal dış politika, Atatürkçülük, küresel gelişmeler, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili 45 bin işçiyi eğitiyor. Ulusalcı açıdan. Eğitimler devam ediyor.

Özbek’in üç ayrı genel başkanlığı daha var.

1- Türkiyem Topluluğu. Vatan, millet, bayrak diyen 600 ulusalcı sivil toplum kuruluşu bu çatıda birleşiyor. Topluluk 55 ilde örgütlü.

2- Türk Boyları Federasyonu. Yörük ve Türkmen derneklerinin birleşmesi sonucu oluşan bu federasyonda, ulusal nitelik yine ön planda.

3- Uluslararası Avrasya Metal İşçileri Federasyonu. Ulusalcı çizgide.

Örgüt, maddi olanaklar ve üye sayısı açısından, Mustafa Özbek en önemli isimlerin başında geliyor. Onun gözaltına alınması, ulusalcı sivil kesimin damarlarını kesmek gibi.
Yazının Devamını Oku

Öfkeye İsrail’den yanıt: İntikam

22 Ocak 2009
ERMENİLERDEN daha çok Ermeni sevdalısı. Ermenilerden daha çok soykırım iddiasının savunucusu. Ermenilerden daha hızlı lobici. Kim?<br><br>Amerika’daki Yahudi lobisi. Başkan Obama’nın gündeminde ilk sırada değil. Ama, açıklamalarından biliniyor, Obama, 24 Nisan’ı soykırım günü ilan etmekten yana. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da aynı görüşte.

Washington’dan gelen ilk haberler Türkiye’nin canını sıkıyor. Bazı Amerikan ve İngiliz gazeteleri, her yıl gündeme gelen Ermeni tasarısının bu kez Kongre’den geçeceğine ilişkin haber ve yorumlar yayınlıyor.

KAFA, GÖZ YARMAK

Gazetelerin hatırlatmasına gerek yok. Ermeni değil, Yahudi lobisi çoktan işbaşında.

İsrail’in Gazze’yi vurmasına en büyük tepki Tayyip Erdoğan’dan. Ayrıca, Türkiye’nin pek çok kentinde düzenlenen İsrail’i protesto mitingleri, bu tepkinin toplu gösterisi. Erdoğan hemen her konuşmasında bir yerinden tutuyor ve İsrail’e yükleniyor. Aslında haklı.

Ama, o sıradan bir vatandaş değil. Ülke yönetmekle sorumlu.

Dış politikada kafa, göz yararken, kalbi ve beyni ihmal etmek yanlış.

ŞARKIDAKİ GİBİ

Şimdi o saldırgan üslup, bize yol, su, elektrik olarak geri dönüyor. Ermeni soykırım tasarısının kabulü yönünde baskı olarak.

Başrolde Amerika’daki Yahudi lobisi var. Büyük olasılıkla, Kudüs’ten gelen işaret üzerine.

Kayahan’ın şarkısındaki gibi, sevdanın yolları olmasa bile, Erdoğan’a şimdi Washington yolları, kurşunlar olmasa bile, bize şimdi bir öfkeye mahkûm ettik her şeyi vaziyeti.

Yalnızım, pişmanım, alın yazım
demek belki artık çok geç.

Yandaş medyaya fırça

"Ülkemizde maalesef yargısız infaz yapan kuruluşlar, kişiler ve medya yazarları var".

Tayyip Erdoğan, intihar eden Albay Abdülkerim Kırca ile ilgili çıkan haberlere duyduğu tepkiyi bu sözle dile getiriyor. Yargısız infaz yapan yazar ya da medya kuruluşu kim? Erdoğan’ın "bizden" dediği yandaş medya.

Yandaş medya bunu ilk kez yapmıyor. İsimleri kimlerden alıyorsa, yandaş medya isim yazıyor, üç-beş gün sonra, o isimlerin başına mutlaka bir şey geliyor. Gözaltılardan intihara kadar, her şey.

Bugüne kadar yandaş medyanın yargısız infazına ses çıkarmayan Erdoğan, bir albayın intiharı ve ordu komuta kademesinin albayın cenaze törenine gösterdiği ilgi üzerine, kendi medyasına "hizaya gel" diyor.

Gelir mi? Belki birkaç günlüğüne, sonra imam bildiğini okur.

Sadaka ile dünyaya bakış

TEK bir sözcük, aradaki farkı göstermeye yetiyor. Sadaka.

Tek bir kavram etrafında, iki liderin, iki kültürün, iki ülke yönetme biçiminin farkı paaat diye ortaya çıkıyor.

Başkan Obama konuşmasının bir bölümünde:

"Fırsatları herkese götürebildiğimiz sürece zenginleşeceğiz. Bu sadaka vermek şeklinde olmayacaktır".

Obama, sadaka yok, diyor. AKP’li belediyelerin kömür ve yiyecek dağıtımı eleştirilerine karşı Tayyip Erdoğan:

"Sadaka kültürü diye bir şey tutturmuşlar. Arkadaşlar bizim kültürümüzde sadaka meşrudur. (...) Biz adil paylaşımı nasıl sağlarız, onun gayreti içindeyiz".

Biri adil bölüşümü ve zenginleşmeyi iş olanakları yaratarak, öteki sadaka dağıtarak sağlamayı düşünüyor. Fark bu kadar basit.
Yazının Devamını Oku