Yalçın Doğan

Erdoğan artık kırmızı çizgide

21 Ocak 2009
KİTAPLARA rahatlıkla geçer. Derslerde kesinlikle okutulur. Siyasal Bilgiler fakültelerinde örnek olay olarak mutlaka anılır. Bunu tahmin olarak söylemiyorum, dış politika dersleri veren bazı öğretim üyeleri ile dün konuşurken, onlar söylüyor. Hatırlanan başka örnek yok.

Tayyip Erdoğan yine bir ilke imza atıyor. Uluslararası politikada skandal yaratıyor, orada baş rolde.

İsrail ile temaslarını anlatırken, Erdoğan’ın suçlaması çok çarpıcı:

"İsrail’in en yetkili ağzı, Filistin lideri Mahmud Abbas’ın tutuklu Hamas milletvekillerinin serbest bırakılmasını istemediğini söyledi."

GİZLİLİK İHLALİ


Mahmud Abbas, Filistin lideri. Hamas karşıtı. Hamas da, ona karşı, düşman kardeşler.

Bu arada İsrail Gazze’yi bombalıyor, bazı Hamas milletvekillerini yakalıyor ve hapse atıyor.

Bombardıman öncesinde İsrail Başbakanı Olmert Ankara’da. Muhtemelen o görüşme sırasında, Olmert Erdoğan’a, Mahmud Abbas’ın tavrını anlatıyor.

Bu ikili ve gizli görüşme.

Uluslararası diplomasinin önemli kodlarından biri, gizliliğin asla ihlal edilmeyeceğine ilişkin. Bu konuda aslında Erdoğan’ın kendisi de, duyarlı. Zaman zaman kendisinin katıldığı herhangi kapalı bir toplantıdan sızan haberler karşısında, tepki veriyor. Bunun örnekleri çok.

Ama, şimdi gizlilik kuralını, hem de uluslararası bir sorunda, hem de kendisinin taraf olmadığı bir konuda kendisi ihlal ediyor. Pek çok kişiyi güç durumda bırakıyor.

GÜVEN KAYBI

Gizliliği ihlal ederek;

1- İsrail’in en yetkili ağzını satıyor.

2- Sürekli desteklediği Hamas taraftarlığını ilan ediyor. Mahmud Abbas’ın gitmesini istiyor.

3- Abbas-Hamas arasındaki uçurumu derinleştiriyor. Onların arasına bomba koymaktan farksız.

Filistin’le savaştığı halde, Abbas’ın tavrını İsrail açıklamıyor, Erdoğan açıklıyor. Gizliliği ihlalin dördüncü ve Erdoğan’ın kimliği açısından daha vahim bir sonucunu eklemek gerek:

Uluslararası ilişkilerde bundan böyle birilerinin Erdoğan’a güvenmesi güç.

Böyle bir açıklamayı bilerek yapıyorsa, Filistin’in iç sorununa müdahale etmiş oluyor. Türkiye’nin iç sorunlarına müdahale edildiğinde, nasıl kızıyorsa, kendisi şimdi benzer kızgınlığın hedefine dönüşüyor.

Yok hayır, açıklamayı bilerek yapmıyorsa, çok meraklı olduğu dış ilişkilerde altı yılda bir arpa boyu ilerlemediğini gösteriyor.

Bütün ülkeler bu açıklamayı kayda geçiyor. Kırmızı çizgiyle.

Nükleer lobi bu fiyatla dalga geçiyor

SANKİ, olmasın, diye, bilerek verilen akıl almaz yüksek bir fiyat.

Nükleer enerji üretiminde dünya ortalama fiyatı kilovatsaatte 7-9 cent arasında. Bize önerilen fiyat ise, 21.16 cent. On beş yılda toplam 86 milyar dolar.

Nükleer santral ihalesinde Türk-Rus ortaklığının önerdiği bu fiyat, sadece Türkiye’de değil, dünya nükleer lobisinde de, sürprizle karşılanıyor. Millet bizimle dalga geçiyor.

21.16 centlik fiyat inceleniyor. Kural gereği, ek öneri dikkate alınmıyor. İnceleme sonucu hazırlanacak raporu hükümet karara bağlayacak. Dün görüştüğüm yetkililerden aldığım izlenim:

1- Hükümetin bu fiyatı kabul etmesi mümkün değil.

2- Ancak, nükleer santral süreci durmayacak, yeniden ihaleye çıkılacak.

Nükleer santral kırk yıldır Türkiye’de tartışma konusu. AKP bu fikri hayata geçirmek için fiilen adım atan ilk hükümet. Ne var ki, fiyatın anormal olması herkesi durduruyor.

Firmanın böylesine anormal fiyat vermesinde bir iddia var. Dünya ekonomik krizi sırasında finansman kaynağı bulmaktaki güçlük.

İhale tek bir firmaya kalıyor. Ciddi rahatsızlık. İkinci iddia, dünyada nükleer santral yapan firmalar Türkiye’ye güven duymuyor. Herhangi bir nedenle nükleer santraldan vazgeçebiliyor. Onun için başka firma ihaleye girmiyor.

Ya hükümet kabul ederse... Sanmıyorum. O zaman yeni bir dosya açılır.
Yazının Devamını Oku

İmrendim ben bu törene

20 Ocak 2009
KONSER aynı yerde, Amerika’da siyahların lideri Martin Luther King’in 1963’te unutulmaz konuşmasını yaptığı, "Benim bir rüyam var" dediği yerde. Bugün başkanlık koltuğuna oturacak olan Obama için düzenlenen konser ve töreni izliyorum. Amerikalıların Lincoln Memorial dedikleri anıtın önü.

Öldürülen siyahi lider King’in dün doğum günü. Obama’nın yemin töreni bugün, onun doğum gününden bir gün sonra. Bu tesadüfü yorumlayan Amerika, "Martin Luther King yürüdü, Obama koşuyor, çocuklarımız uçacak" umudunda.

Pazar günkü konsere yüz binlerce Amerikalı katılıyor. Bugünkü yemin törenine ise, iki milyon kişinin katılması bekleniyor. Amerika dört bir yönden Washington’a akıyor. Otellerde yer yok.

Obama’nın "değişim" sloganına görkemli bir başlangıç.

UYGARLIK BU

Konserde hem dünyaca ünlü starlar var, hem de kısa konuşmalarla halkın hissiyatını dile getiren sanatçı ve yazarlar.

Oscarlı siyahi oyuncu Denzel Washington, Oscarlı beyaz oyuncu Tom Hanks ve diğerleri konuşmalarında sık sık Lincoln’den, Roosevelt’ten, Kennedy’den, Jefferson’dan alıntılar aktarıyor:

- "Köle olmayacağım gibi, efendi de olmayacağım, eğer bundan bir sapma olursa, o aslında demokrasiden sapmadır."

-"Adaletsizlik gördüğünüzde sesinizi çıkartın, çünkü günün birinde o adaletsizlik sizin yakanıza da, yapışabilir."

-"Kendi değerlerimizden vazgeçmek, ülkemizden vazgeçmektir."

Hiç bir konuşmacı Obama’ya yılışıklık yapmıyor, cıvıklık yok. Halkın duygularına seslenme ve felsefe var. Bildiğiniz türde siyasetten eser yok.

Toplanan binlerce kişinin Obama’ya tezahüratında, aynı sahneler. Ne alkışlarken kendini kaybeden var, ne kavga, ne tatsızlık. Uygarlık bu.

ÖTEKİ YOK

Obama’nın hedeflerinden biri ülkeyi bütünleştirmek:

"Mavi ya da kırmızı Amerika yok, Amerika Birleşik Devletleri var."

Mavi, kendisine oy verenler, kırmızı, Cumhuriyetçilere oy verenler.

Senatodaki çoğunluğuna rağmen, partizanlığı ve kadrolaşmayı yok etmeyi amaçlıyor.

Konserdeki şarkılar da, aynı içerikte. Obama ve şarkılar insanlarda öteki duygusu yaratmadan, bizden ve sizden kavramlarını sözlükten siliyor. Törenin başlığı "Hepimiz Biriz" bunu ve başka ne varsa hepsini ifade ediyor. Ekonomik krize rağmen, insanlar güvenli ve umutlu. Çünkü, lider umut veriyor. Farklı düşünenlerin de, haklı olabileceğini bildiği için, herkese güven aşılıyor. Kendisini ve ekibini değil, ülkesini önde tutuyor.

Bütün bunların hepsi, size çok uzak geliyor değil mi?

Çöken bir Amerika

SEKİZ yıllık Bush döneminin Amerika’ya ve dünyaya faturası çok ağır. Amerika’ya dönük fatura, son otuz yıldır görülmeyen bir çöküşün resmi. Nüfusun yüzde onbeşinin sağlık sigortası yok. Eğitimin kalitesi ilk ve orta öğretimde gittikçe düşüyor. Altyapının yenilenmesi gerek ama, vergi indirimi ve savaş nedeniyle, altyapı için para yok. Yolsuzluk artıyor. Gelir bölüşümü hızla kötüleşiyor. Ve partizanlık.

Dünyada ise, Amerika’nın moral, sosyal, ekonomik üstünlüğü, fikri öncülüğü ve güvenirliği kayboluyor. Bunların yerine savaş ve sayısız insan hakları ihlalleri var.

Obama’nın seçilmesine, "Amerikan yenilenmesi" denilmesi bu yüzden.

Genel müdür fena kabadayı

MANTARDAN şamandıra, makine ipliğinden halat olmaz, ama bu İbrahim Şahin’den icabında cam gibi genel müdür olur. Helal olsun bu yollar ona.

Tuncay Güney adında ne idüğü belirsiz birini dört saat boyunca ekrana çıkarması üzerine TRT’ye eleştiri yağıyor. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin önceki gün Star gazetesinde öfkeli. Özetle:

"Sen de gazetecilik yap, yapamıyorsan kılıf uydurma. Bu baskılar bizi yıldırmayacak. Yemezler. (...) İşlerine gelirse."

Şahin
işportada çorap mı satıyor, vapurda tarak mı? Koca genel müdür kabadayı raconu kesiyor. Hazretin bir önceki görevi de, müsteşarlık.

İşine gelirse. Yer misin, yemez misin, onu bilemem, icabında.
Yazının Devamını Oku

Ayakkabılarımı şimdi fırlatacağım

18 Ocak 2009
Dünya şimdi yeni bir protesto çılgınlığıyla çalkalanıyor. Bağdat sonrasında ayakkabı fırlatmak, her fırsatta, dünyanın her yerini dolaşıyor. Doğu ve Batı, Bağdat ve Londra ayakkabı fırlatmakta birleşiyor. Öfkede birleştiği gibi. Askeri botlar sahipsiz. Washington’da bir parkta. Sahipsiz, ama gelişigüzel fırlatılmış değil. Özenle ve belli bir sıraya göre diziliyor. Rütbeye göre, sağdan say, hesabı. Ne yazık ki, artık sayacak kimse yok.

İki yıl önce. Irak savaşını protesto için Amerikalıların düzenlediği pek çok mitingden biri. Washington’da bir parka önce askeri botlar getiriliyor. Irak’ta savaşan askerlerin botları. Her bir botun kimlik cüzdanı var. Vaktiyle kime ait olduğuna ilişkin. Vaktiyle, çünkü o botun sahibi Irak’ta savaşırken, dünyaya veda ediyor.

Boş botlar, ölü askerler. Sessiz protesto.

Boş botlar protestoya katılan insanlarda derin bir hüzün yaratıyor. Boş botlar üzerinden hayat felsefesine kimse girmek istemiyor. Botlar felsefenin kendisi. Aynı zamanda öfkenin somut hali. Cismin üç hali gibi.

Bağdat’ta bir Iraklı gazeteci, Amerika’nın gelmiş, geçmiş en kötü başkanı Georg W. Bush’a ayakkabılarını fırlatıyor. Gazeteci bir anda savaş karşıtlarının, Bush ve Amerika karşıtlarının gözdesi haline geliyor. Ayakkabı fırlatmak ise, protestonun son dakika simgesi.

Ayakkabılar dünyanın her yerini dolaşmaya başlıyor. Ayakkabı zaten dünyayı dolaşmak için. Ama, bu sefer ayakkabıların dolaşması, protestonun yaygınlaşması faslından. Mecazi. Meksika, Kolombiya, Kenya, Çin ve Hint usulü.

Ayakkabı fırlatarak, siyasal protestoyu şova dönüştürmenin mantığı var. Ayakkabı, daha çok altıyla, ne de olsa kirli, tozlu, çamurlu filan.

Ayakkabı fırlatmak, kirli bir şeyi atmak, karşıdakini aşağılamakla eş anlamlı. Doğu felsefesinde kirli ayakkabılar, karşıdakini küçük ve hor görmenin üslubu.

Ama, bu sadece Doğu’da değil, Batı’da da öyle.

Resimde Londra’da bir meydan. Polisler meydanı çeviriyor. Bir protesto mitingi sonrasında, mitinge katılanlar ayakkabılarını meydana gelişigüzel fırlatıp gidiyor. Meydan yüzlerce ayakkabı ile doluyor. Yine hakaret, yine küçük görme üslubu. Polis şaşkın. Belediyeye haber veriliyor, belediye gelip topluyor. Sadece ayakkabıları. Hakaret meydana yapışıp kalıyor.

Miting Londra’da, 2007 Mayıs’ında. İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ın göreve başlamasından önce. İngiltere’nin İsrail politikasına karşı çıkan, onu eleştiren bir miting. O politikayı aşağılamak üzere, ayakkabı fırlatmak. Bush’a fırlatan ayakkabılarla arasında fark yok. Doğu ve Batı, Bağdat ve Londra ayakkabı fırlatmakta birleşiyor. Öfkede birleştiği gibi. Ama, ne Washington parkındaki asker botları, ne de Londra meydanındaki sahipsiz ayakkabılar, Bağdat’ta Bush’a fırlatılan ayakkabılar gibi etki yaratıyor.

Dünya şimdi yeni bir protesto çılgınlığıyla çalkalanıyor. Bağdat sonrasında ayakkabı fırlatmak, her fırsatta, dünyanın her yerini dolaşıyor.

Iraklı bir gazeteci dünyada "Ayakkabı Devrimi" yaratıyor.

Yaşadığımız şu ülkede çevreme bakıyorum, olayları izliyorum, insanları süzüyorum, ayakkabılarımı fırlatmak geliyor içimden. Hemen şimdi.
Yazının Devamını Oku

Son dakika: Yeni savcı TRT

17 Ocak 2009
"HABERDEN biraz anlayanlar, TRT’nin yaptığı haberciliği övüyor." TRT dün sabah 09.00 haberlerinde, Tuncay Güney’le yayınlanan röportajı bu cümleyle savunuyor. Bu cümlenin ardından, TRT ekranında değişik konularda spot görüntüler ve TRT’nin habercilikle ilgili kendi kendine övgü düzen sözleri.

Pervasız ve saldırgan. Galiba böyle bir savunma bir devlet kurumunda ilk kez yaşanıyor. Kendilerine güvenleri öyle fazla ki, nasıl olsa arkalarında Tayyip Abileri var.

TAM HAZİNE

Tuncay Güney dolandırıcılıktan yargılanıyor.

Ruhsatsız silah, sahte nüfus cüzdanı bulundurmak, otoya sahte plaka takıp satmak, köy arazisini sahte belgelerle ele geçirip satmak, suç işlemek üzere çete oluşturmak suçlarından hakkında açılan dava Ağır Ceza Mahkemesinde.

Bu adam devletin TV’sinde. Dört saat. Ruh sağlığı yerinde olmayan birinin sözleri. Ağzına geleni söylüyor, saçma sapan, sersemlik diz boyu.

Onun ne mal olduğu belli. TRT, bunca saçmalığa rağmen, onu ekranda nasıl tutabiliyor? Adam herkesi suçluyor, TRT gel keyfim gel, zevkten dört köşe, çünkü herif, ne eski genelkurmay başkanı bırakıyor, ne muhalefet lideri, herkese bir kulp takıyor.

AKP, pardon TRT için bulunmaz hazine.

YA FİKRİ SAĞLAR

Mutlaka ruh doktoru muayenesinden geçmesi gereken o adam, haydi ne dediğini bilmiyor.

Ya ona soru soran Fikri Sağlar? Ona soru sorarken "sayın" demeyi ihmal etmiyor. Koca eski Kültür Bakanı Fikri Sağlar.

Herif CHP ve Baykal için söylemediğini bırakmıyor, Sağlar’dan hiç tepki yok.

Çünkü, o CHP ve Baykal’a karşı. Ne dediği belli olmayan biri üzerinden, abuk sabuk suçlamalara karşı susmanın sırası değil.

Eski arkadaşım Fikri Sağlar’a hiç yakışmıyor. Çok ayıp. Sağlar, bu tutumuyla, kendi siyasal yaşamına ağır darbe vuruyor.

İŞPORTAYA DÜŞTÜ

TRT’nin devlet TV’si olarak bu yayını, AKP hariç, herkesin tepkisi topluyor.

Bu yayınla TRT suçüstü yakalanıyor. AKP Borazanı olduğunu ilan ediyor. Bununla kalmıyor, yayınlarına son dakika ekleniyor. Şok haber dizisinin son dönemeci:

TRT Ergenekon’un son savcısı.

Kendisine yöneltilen eleştirilere karşı, abilerinden öğrendiği saldırgan üslupla karşılık veriyor. "Haberden biraz anlayanlar" diyerek, Tuncay Güney’in saçmalıklarına karşı çıkan cümle alemi, "bunlar bir halttan anlamıyor" diye, suçluyor. Çalsın sazlar, oynasın kızlar makamından.

Bu yayın ve bu savunma üslubundan sonra, TRT işportaya düşüyor. Zaten soru işaretleriyle dolu güvenirliği ve saygınlığını kendi elleriyle yok ediyor.

Kritik konularda susmayı tercih eden Abdullah Gül bile dün, TRT yayınını kastederek, isimlerin sorumsuzca ortaya atılmasına tepki gösteriyor.

TRT son dakikayı, herhalde hakkında açılacak davalarda geçirecek. Bundan sonra şok haber mahkeme salonlarında.

TRT’nin ’yeni misafiri’

DÜN sabah TRT 09.00 haberleri bütün iletişim okullarından ders olarak okutulması gereken malzeme ile dolu.

Haber nasıl çarpıtılır, nasıl taraf olunur, örneklerine emsalsiz katkılar. Olgun ve dolgun kadın spikerin yumuşak ses tonu, yalanı örtemeye yine de yetmiyor.

TRT, IMF’den yeni bir ekibin Türkiye’ye geleceğini" bildiriyor. Belki de, IMF Başkanı ya da yardımcısı. Ama nasıl veriyor bu haberi? Spikerin yumuşak ses tonu devrede:

"Sayın seyirciler, IMF’den yeni misafir bekleniyor."

Ah, yapma canım.

Bu misafir denilen IMF, Tayyip Erdoğan’ın, "bizim ümüğümüzü sıkmalarına izin vermeyiz" dediği IMF değil mi?

Acı reçeteleriyle dünyanın çeşitli bölgelerinde halkın ayaklanmasına yol açan IMF değil mi?

Şimdi IMF’ye mecburuz, tamam, ama ümük sıkmakla ünlü IMF, halka ne zamandan beri "misafir" diye yutturulmaya çalışılıyor? Misafir olduğuna göre, IMF’ye kahve ve lokum ikramını artık TRT yapar.

TRT, partizanlıkta ve taraf olmakta Tayyip Erdoğan’ı bile solluyor.
Yazının Devamını Oku

Kriz çözen adamlar Türkiye’de

16 Ocak 2009
NOBEL Barış Ödülü sahibi. Ödülü 2008’de. Ayrıca, UNESCO Barış Ödülü sahibi, yine 2008’de. Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari. Beraberinde sıkı bir ekiple birkaç gündür İstanbul’da.

Pek kimsenin ilgisi ve haberi yok. İlgi ve haberler bizim ülkede başka yerde. Ergenekon’da, ne olduğu belirsiz bir adamın hezeyanları mı, ihbarları mı, ajanlığı mı, artık nesi ise, onun saçmalıkları peşinde. Adam koca bir ülkeyi peşine takmış, neresi doğru, neresi eğri, güvensiz ve karanlık bir tünele doğru koşuyor. Herkes de, onunla birlikte.

Nobel ve UNESCO Barış Ödülü almış biri, bir ülkeye gitse, medya onunla görüşmek için yarışa giriyor, burada çıt yok.

AKİL ADAMLAR

Ahtisaari Türkiye’ye Açık Toplum Enstitüsü’nün daveti üzerine geliyor.

Beraberinde sıkı bir ekip var. Hollanda eski Dışişleri Bakanı Van Der Brook, ayrıca bir İtalyan, bir İspanyol ve bir Avusturyalı, uluslararası alanda dişli ve sözü geçen insanlar.

Beş kişilik ekip, Ahtisaari’nin kurduğu Uluslararası Kriz Grubu’nu (CMI) temsilen İstanbul’da.

Aynı kriz grubu daha önce dünyanın değişik bölgelerinde görev yapıyor. Kosova’da, Kuzey İrlanda’da, Endonezya’da. Kriz bulunan ülkelerde, krizi çözmek üzere.

Çünkü, onlar akil adamlar. Akil, yani akıllı adamlar.

AB MANEVRASI

Ahtisaari Finlandiya Cumhurbaşkanı iken, Türkiye’nin AB’ye getireceği güçlük ve fırsatları inceleyen bağımsız bir komisyonda görev yapıyor.

Şimdi İstanbul ve Ankara’da Türkiye’nin AB üyeliğine destek için çalışıyor. Ama, grubu kriz yönetimi. Yani, Türkiye’nin üyeliğinde kriz var. Bilinmeyen değil. Grup, bu krizi aşmak için, Türkiye’de veri topluyor.

Bunun için çeşitli görüşmeler yapıyor. Onlar sadece soruyor. Değişik gruptan insanlar onlara görüşlerini anlatıyor.

Muhtemelen Ergenekon’dan laikliğe, AKP kadrolaşmasından yolsuzluklara kadar her şey. Ne de olsa, bizde krize dönüşmeyen tek bir konu yok.

Gazze’de ’Son dakika’ palavrası

HAMAS yeraltında. İsrail saldırısı başladığından bu yana, liderleri fiilen yeraltında.

Telefonları kapalı. Geçmişte, İsrail cep telefonu üzerinden Hamas’ın bazı yöneticilerini vurduğu için, şimdi telefonları kapalı. Haklılar.

Ancak, bu haklılık, dünya medyası ve Hamas için risk. Çünkü, gazeteciler Hamas’tan bilgi alamıyor. Haberler sadece İsrail kaynaklı.

Gazze’yi uzaktan gören tepeler. İsrail saldırısını izlemek üzere, dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler bu tepelerde. İsrail onların içeri girmesine izin vermiyor.

İsrail ordusundan birileri geliyor, tepelerde bekleyen gazetecilere brifing veriyor. Buna karşılık, tek bir Filistin TV’si var, dünya basınına destek vermeye çalışıyor, olanakları hayli sınırlı.

Dün TV’ler yine son dakika anonsuyla normal yayınlarına ara veriyor, Gazze ateş altında haberiyle.

İlgisi yok. Gazze zaten günlerdir ateş altında.

Son günlerde bir aldatmaca yaşanıyor. "On günlük ateşkes ilan edildi" yalanıyla. Baştan sona ve iki taraflı palavra. O kadar ki;

ÆBM Genel Sekreteri Banki Moon Kudüs’te ateşkesi görüşürken, İsrail Gazze’de BM Ofisini vuruyor, BM’yi filan salladığı yok.

ÆBir İsrail heyeti, ateşkesi görüşmek üzere Mısır’a gittiği saatlerde, İsrail Gazze’yi yine bombalıyor. Şimdiye kadar en ağır bombardıman.

ÆBuna karşılık, Hamas’ın ateşkesi kabul etmesi, İsrail’den daha zor. Varlığını inkár etmek gibi. İsrail’in yok etmek için, manifestosu var. Ateşkes, onca ölüm ve yıkıma rağmen, Hamas için şimdilik uzak bir amaç.

Ne son, ne ilk dakika, hepsi yalan. Orada daha çok ölüm var.
Yazının Devamını Oku

Türkçe çeviriyle hukuka yolculuk

15 Ocak 2009
BAKINIZ İsviçre Lehman Davası. Bakınız İspanya Tejero Davası. Bakınız Fransa şu davası, bakınız İtalya bu davası ve devamı.<br><br>Bunlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) verdiği kararlar. Hangi ülkede, hangi davaya bakıldığını gösteriyor. Kararlar evrensel hukuk açısından ve bizim için önemli. Çünkü, başka ülkeleri ve bizi bağlıyor. Teknik deyimle, içtihad oluşuyor.

Ancak, bir sorun var. AİHM kararları İngilizce ve Fransızca. Yani, bakmak için dil bilmek gerek. Bizde benzer bir davada yargıç karar verecek, bakınız bilmem ne kararı, ama yargıç İngilizce ya da Fransızca bilmiyor. Nasıl bakacak?

O davanın Türkçe çevirisini okuyarak. Ama, çeviri yok.

YARSAV EL ATTI

Ergenekon’da hukuk faciası yaşanıyor, iddiası pek çok hukukçunun dilinde. Oysa, evrensel hukuk tüm kurallarıyla uygulansa, Ergenekon normal işleyecek.

Ergenekon’da evrensel hukukun işlemesini savunduğu için, yandaş medyada çok eleştirilen YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu devletin iki kurumuna başvuruyor:

"AİHM kararlarını Türkçeye çevirin, o kararlar yargıçlara yol gösterir."

Dışişleri Bakanlığı sürpriz değil: "Bize ne?"

Adalet Bakanlığı sürpriz değil: "Bize ne?"

Devletin ilgili kurumları oralı bile değil.

İKİYE BİR LEHTE KARAR

Eminağaoğlu
dava açıyor, AİHM kararlarının Türkçeye çevrilmesi için.

Aralık sonunda Ankara İdare Mahkemesi bire karşı iki oyla, "çeviri yapılmalı" yönünde karar veriyor.

İlgili bakanlıkların sırt çevirmesi çok tipik, "başımıza bir de bu mu çıkacak" gibi, klasik devlet bıkkınlığı. Hukuk diye bol bol nutuk atan Tayyip Erdoğan ve şürekasının evrensel hukukla ilgisi işte bu kadar.

Bundan sonra AİHM kararları çevrileceğine göre, yargıç ve savcıların önünde somut örnekler olacak. Türkiye belki o zaman evrensel hukuka daha çok yaklaşacak. Şikayetler azalacak.

YARSAV Başkanı Eminağaoğlu’nu kutlamak gerek. Bu ciddi bir katkı.

Bizim Hollywood’da faşizm

MTTB, Milli Türk Talebe Birliği, bir dönemin aşırı milliyetçi ve tutucu öğrenci örgütü.

Abdullah Gül sinema dünyasından sanatçı ve yönetmenleri yemeğe davet ediyor. Yemekte politika yok, sinema ve sanat var. Gül sinemaya yakınlığını anlatırken, "MTTB’nin Sinema Kulübünü ben yönetiyordum" diyor. Fırsat buldukça sinemaya gittiğini söylüyor.

Yemekte radikal çıkış yönetmen Sinan Çetin’e ait:

"Sinema kurulları, RTÜK ve benzeri kurulları kaldırın, bunlar özgürlükleri kısıtlıyor, toplumu bunlarla terbiye etmek faşizmdir."

Gül
bu söze gülümseyerek karşılık veriyor. Kural yoksa, toplumda düzen nasıl sağlanacak? Her şeyi kurala bağlamak faşizm mi, yoksa neyi, nasıl bağladığına mı bakmak gerek.

Sanatçılar dizilerden ve oradaki koşullardan yakınıyor. Haliç Camialtı Tersanesi gündeme geliyor. O tersanede sinema stüdyoları kurulması fikri ortaya atılıyor. Camialtı, bizim Hollywood hayali. Gül, bu fikri takip edeceğini söylerken, yönetmen Erden Kral Almanya’dan örnek veriyor, devletin sinemaya müdahale etmediği bir sistemi savunuyor.

Gül, Türk sinemasından mutlu:

"Sevinçliyim, Türkiye Hollywood’la yarışıyor, Türk filmleri şimdi bizim piyasada yabancı filmleri geçiyor. Türkiye’nin tarihi çok zengin. Batılılar kendi kaynaklarını tüketti, oysa bizim işlenecek kaynaklarımız var."

Sanatçı ve yönetmenler, "içinden çıkamadıkları için", Ergenekon’a hiç girilmiyor. Gül’ün canına minnet.
Yazının Devamını Oku

Firari Yarbay’ın krokisi

14 Ocak 2009
BU kez petrol için kazmıyoruz, bu kez silah için kazıyoruz. Petrol için kazarken, petrol bulamıyoruz, ama silah için kazarken, çok silah buluyoruz. Kazı sırasında antik testilere rastlayıp, kazıyı sürdürmek için, Anıtlar Kurulu’nu devreye sokuyoruz. Yağmur yağarsa, Devlet Meteoroloji, kağıt, kalem çıkarsa, Devlet Malzeme Ofisi’nden de yardım almak mümkün.

Ergenekon bir yanıyla traji-komik. Ama, bulunan silahlarla ilgili de, çok ürkütücü. Bu arada ciddi sorular da var.

KARIŞIK SORULAR

Herkesin kafasını karıştıran sorulardan, özet bir demet:

- Bir yarbay firar ediyor. Sonra teslim oluyor. Evinde silahların yerini gösteren bir kroki bulunuyor. Aranan biri, silahları sakladığı yerin krokisini çizecek kadar acemi mi? Arandığı halde, o krokiyi hálá evinde tutacak kadar çaylak mı?

- Ama, ortada bir dolu silah var. Bu silahlar kime ait? Ait olduğu yerden nasıl dışarı çıkarılıyor? Kim ya da kimler, hangi amaçla? Ergenekon’un en can alıcı düğümlerinden biri burada mı?

- Onuncu dalga gözaltılardan sonra Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ görüşüyor. Ardından, son gözaltına alınan paşalar serbest bırakılıyor. Görüşme ile serbest bırakma arasında bağ var mı?

- Yoksa, mesele yok. Varsa, bu yargı bağımsızlığına gölge düşürmüyor mu?

- Özel Harekat Dairesi eski Başkan Vekili İbrahim Şahin MİT’le ilişkisini açıklıyor. MİT ertesi gün, kurumsal ilişkimiz yok, sosyal ilişkimiz var, diyor. MİT, bu laflarla İbrahim Şahin ile ilişkisini kabul etmiş olmuyor mu? Kurumsal ilişki için, mutlaka damgalı, numaralı, tarihli yazı mı gerekiyor?

- Ergenekon’da Tayyip Erdoğan savcı, Deniz Baykal avukat mı? Böyle çete davası olur mu? Bir politikacı savcı, öteki avukatsa, yargıya gerek var mı?

POSTMODERN JURNAL

Son soru bizim dünyamızla ilgili.

Bazı gazeteciler muhbir vatandaş rolünde mi? Kimin, ne zaman gözaltına alınacağını nereden biliyorlar?

Örneğin, Fehmi Koru temmuzda İlhan Selçuk’un adını yazıyor, üç gün sonra İlhan Selçuk gözaltına alınıyor. Şimdi, yine muhbir vatandaş ya da polisçilik oynayan gazeteciler, meslek ahlak ilkelerini çiğnemiyor mu? Bu malum gazetecilerle siyasal iktidar ve polis arasında ne gibi ilişkiler var?

Postmodern jurnalleme, nasıl oluyor da, yüzde yüz isabet kaydediyor? Postmodern darbenin yerini şimdi post modern jurnalleme mi alıyor?

Jurnalde bulunan, sözüm ona, gazeteciler hiç mi utanmıyor? Utanmazlığın karşılığında bu sefiller siyasi iktidardan ne sağlıyor? İdeolojik kaynaşma daha mı pekişiyor, ucu açık çıkar zinciri mi? Yoksa, ikisi birden mi?

İlgililer bu sorulara, Erkan Yolaç’ın yıllarca sürdürdüğü, evet-hayır oyunundaki gibi, makul ve mantıklı yanıt verirlerse, olaylar yerli yerine daha iyi oturabilir.

İzmir AKP’nin Názım aşkı

İZMİR AKP il örgütü yandaş bir gazeteye günlerdir tam sayfa ilan veriyor.

Nazım Hikmet’in yeniden Türk vatandaşlığına kabulünden sonra, şimdi de onun mezarının Türkiye’ye getirilmesi söz konusu. Nazım’ın ailesi buna karşı ama, AKP’nin aklında belli ki, bu da var.

İzmir AKP il örgütü dünkü ilanda boydan boya Nazım resmi altına, onun şiirinden hareketle, "bizim çınarlı tepemiz var Nazım" diyerek, Nazım’ın mezarının İzmir’e taşınmasını istiyor.

İzmir’de sosyal demokrat kimlik ağır basıyor. AKP İzmir’de büyükşehiri kazanmak istiyor. AKP il örgütünün Nazım aşkı, asıl seçim aşkından.

İzmir halkı şerbetli, sahte aşklara kanacağını hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku

Sisler Bulvarı’nda izler karıştı

13 Ocak 2009
BİR kısım devlet birini üç ay önce çok kritik bir göreve çağırıyor.<br><br>Öteki kısım devlet ise, aynı kişiyi üç ay sonra içeriye atıyor. Bu ülkede kaç devlet var? Derin devlet, sığ devlet, aşkın devlet, şeffaf devlet. Soğuktan Gelen Casus filmi gibi.

Biz hangi devletin vatandaşıyız?

Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili İbrahim Şahin;

1-Doğru konuşuyorsa,

2-İfadesi ile ilgili haber doğru ise, Ergenekon’u solda sıfır bırakan, çapı çok daha geniş, her türlü dolabın çok rahat döndüğü bir ülkede yaşıyoruz. Ürkütücü bir tablo.

Hele de, o dolap sadece yolsuzluk filan değil ise.

ŞAHİN’İN İFADESİ

İbrahim Şahin ifadesinde şunu söylüyor:

"Devlet beni üç ay önce, terörle mücadelede yeni bir oluşum için göreve çağırdı."

1-İbrahim Şahin daha önce Susurluk nedeniyle ceza alıyor. Şimdi yeniden göreve çağrılıyorsa, Susurluk devam ediyor. O raporlar, o gürültüler, o siyasi açıklamalar, hepsi bizi aldatmaktan ibaret.

2-Birileri İbrahim Şahin’i göreve çağırıyor, birileri içeriye atıyor. O zaman bu birileri arasında çatışma var.

Onlar birbiriyle ne uğruna çatışıyor? Göreve çağıranlar kim, içeriye atanlar kim? Ergenekon onlar arasındaki çatışmanın hesaplaşması mı? Tutuklananlar, gözaltına alınanlar bu hesaplaşmanın neresinde? Neden onlar? Onlar neyi ifade ediyor? Kimilerini kızdırmak, kimilerini sindirmek için mi onlar seçiliyor?

Karşınızda Sisler Bulvarı.

EVDEKİ KROKİ

Yine İbrahim Şahin’in evinde bulunan kroki üzerinden kazılan yerlerde çok sayıda silah ele geçiriliyor.

Şahin gibi, kırk yılın istihbaratçısı bu saatten sonra evinde bir yerlere sakladığı silahların krokisini bulundurur mu?

Bu soru mantığı zorluyor.

O zorlamanın dumanı tüterken, Şahin, "O kroki ile ilgim yok" diyor. Yani, birileri bir yere silah saklıyor, onun krokisini çiziyor, kroki Şahin’in evinden çıkıyor. Şahin’in ifadesine göre, bulunan krokinin Türkçesi bu.

Şahin doğru söylüyorsa, kroki ile Şahin arasında garip bir ilişki var. İçinden çıkılmaz sorularla dolu ilişkiler manzumesi.

ŞEFFAFLIK

Tayyip Erdoğan bütün bu süreci tanımlarken "Şeffaflıktan neden korkuyorsunuz" diye soruyor. Demek ki, Tayyip Erdoğan’a göre Ergenekon şeffaflık süreci. Güzel.

O zaman bu şeffaflık sürecinde suyu çıkmış Susurluk çıkmazının yeri ne?

Susurluk kirli ve karanlık ilişkiler sisteminin somut örneği. Madem şeffaflık, bir kısım devlet eski bir Susurlukçuya görev verirken, öteki kısım devlet aynı kişiyi neden içeri atıyor?

Şeffaflık bu soruların açıklanmasını gerekli kılıyor.

Ankara bildim bileli, Sisler Bulvarı. Bana hep meşum casus filmlerini hatırlatıyor. Sisler Bulvarı şimdi arapsaçından farksız.

Hayatlar sorgulanıyor

YİRMİ saat soruşturma sonunda Yalçın Küçük tutuklanıyor.

Yalçın Küçük’e sadece bugün değil, 10 yıl önce, 20 yıl önce yazdığı kitaplarla ilgili sorular da yöneltiliyor. Kural olarak, sorgulamanın yöneltilen suçu ve iddiayı içermesi gerekiyor.

Oysa, yansıyan haberler doğru ise şimdi görülüyor ki, Ergenekon adı altında hayatlar sorgulanıyor. Yirmi yıl önce yazılan kitap üzerinden Ergenekon izi sürülüyorsa, bundan sonra herhalde birkaç milyon insan bu serüvenden payını alacak demektir.

Jurnalcilik

ŞİMDİ sıra medyada. Yandaş medyanın avukatları bazı gazeteleri ima ederek Ergenekon’la bağlantı kurmaya çalışıyor. Hele biri açık açık gazete adı veriyor.

Türkiye’de büyük çoğunluk demokrasinin önünün açılmasını istiyor. Türkiye’de büyük çoğunluk şeffaflık istiyor. Türkiye’de büyük çoğunluk çetelerden kurtulmak istiyor. Türkiye’de büyük çoğunluk hukuk istiyor.

Türkiye’de, Ergenekon sürecinde hukuku sorgulamak, yandaş medyaya göre suç oluşturuyor. Üzerlerine örttükleri şal, sözüm ona demokrasi.

Şalın adı jurnalcilik.
Yazının Devamını Oku