Yalçın Doğan

Mitinge katılanın hayatı kayacak

13 Mayıs 2009
SÖZÜM ona haber. Sözüm ona, o kanalda din, iman önde geliyor. Din, iman olunca yalan söylemek günah. O, size öyle geliyor. Önümüzdeki pazar günü Ankara’da Cumhuriyet Mitingi var. Bu mitinge karşı Samanyolu TV meşrebine uygun hazırlık içinde. Üç akşam önce mitingle ilgili bir "haber" veriyor.

Haber mi, korku yaratmak mı, hatta suç işlemek mi, hepsi birbirine karışıyor. O karışıklık içinde net bir olgu var. O TV tam militan tavır içinde.

Yayınladığı habere bakın.

MAHKEMEYE VERİRİM

Samanyolu haberinde, daha önceki Cumhuriyet mitinglerini "darbeye zemin hazırlamak" olarak niteliyor ve devam ediyor:

"Bu defa Ergenekon mitinglerinin PKK yandaşlarının yaptıkları mitinglerden çok da farkı yok. (...) Bu toplantıların Ergenekon Terör Örgütüne destek amacıyla yapıldığı aşikar."

Cumhuriyet mitingine katılmak, buna göre;

1-PKK ile aynı çizgiye düşmek,

2-Teröre destek vermek anlamına geliyor.

Bu mitinge ben katılsam, Samanyolu TV’yi mahkemeye veririm. Ama, bu militan kanala göre, fırsat bulursam.

CİNAYETE DESTEK

Çünkü, haberin devamı var:

"17 Mayıs’ta yapılacak miting savcıların silahlı terör örgütü dediği organize suç oluşumunun faaliyeti olarak dikkat çekiyor. Bu noktada işin en önemli yanı Ergenekon mitinglerine katılacakların düşeceği durum".

Samanyolu’na göre, Cumhuriyet mitingi hem PKK, hem Ergenekon, hem terör mitingi gibi. Aynı zamanda organize suça katılmak.

Bu kadarla kalmıyor, mitinge katılmak demokrasi karşısında yer almakla başlıyor, "darbecilerin, cephanelerin, suikast planlarının, cinayetlerin ve Danıştay saldırısının arkasındayız anlamına geliyor" diye devam ediyor.

Vay anasına. Bu bir haber. Dini ve imanı bütün, yalanı günah sayanların haberi. Mitinge katıldınız mı, cinayetleri destekliyorsunuz, demek.

Ardından hemen tehdit geliyor:

"Güvenlik birimlerinin Türkiye’yi kaosa sürüklemek için provokasyon peşinde koşan bir örgütün düzenleyeceği mitingi yakın takibe alacağı muhakkak."

Herhalde polisle işbirliği halinde, her şeyi biliyor. Katılma korkusu yaratıyor. Tehdit bir alt paragrafta daha net:

"Mitinge bilinçli şekilde katılanlar, Ceza Kanunundaki suç ve suçluyu övme, ayrıca yardım ve yataklık fiilini işlemiş olacaklar ve iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacaklar".

BUNUN ADI HABER


Önce zehir hafiyelik, ardından savcı ve yargıçlık taslıyor.

"Cezalandırılacaklar" diyerek, kararı şimdiden veriyor. Mitinge katılmanın ceza maddesi bile hazır. Ama, orada da kalmıyor:

"Mitinge katılacakların tek tek görüntülenerek Ergenekon Terör Örgütü ile bağlantılarının araştırılacağı tahmin ediliyor".

Mitinge katıldınız mı, hayatınız kayıyor. PKK, darbeci, örgütlü suç işlemek, artık ne varsa ve eh, o kadar suç işledikten sonra, hapis.

Böyle bir metnin adı "haber", böyle bir işin adı "habercilik". Geçiyorum haberi, bu "yorum" bile değil. Baştan sona tehdit.

Fethullah’a yakın bu kanal neden en militan kanal? İnsanların doğal demokratik haklarının neden bu kadar karşısında? Devlette kadrolaşma tamam, şimdi saldırı zamanıdır, diye bir yanılgı içinde mi yoksa?

Bu haber temel hak ve özgürlüğün kullanılmasını engellemeye yönelik değil mi? Katılacak olanları şimdiden karalayan bu haberin kendisi suç değil mi?

Başkanlık Türkiye’de ama başkan emekli

BİRLEŞMİŞ Milletler Güvenlik Konseyi’nde başkanlık her ay bir ülkeden diğerine geçiyor. Haziran’da sıra bizde. Bizim üyeliğimizden sonra sıra ilk kez bizde.

Başkanlığı fiilen B.M.’deki daimi temsilci, büyükelçi yürütüyor. Ancak, oradaki büyükelçi aylar önce emekli oluyor. Buna rağmen, oraya henüz atama yok. New York’taki B.M. temsilcilik aylardır vekaleten yönetiliyor. Üstelik emekli bir büyükelçi tarafından.

Baki İlkin New York’ta büyükelçi iken, emekli oluyor. Sonra Cumhurbaşkanı danışmanı sıfatıyla temsilcilik görevine devam ediyor. İlkin, yine büyükelçilik kolaylıklarından yararlanıyor. Ankara’da bazı siyasiler "bu durumu kurallara aykırı" görüyor ve dosya tutuyor. Daha sonra hukuku işletmek üzere.

Bir başka aykırılık ve diğer ülkelere ayıp, başkanlığın emekli büyükelçi eliyle götürülecek olması. Eğer 15 gün içinde bir atama olmazsa.
Yazının Devamını Oku

Meydan korucuların

12 Mayıs 2009
UYUŞTURUCU kaçakçılığı, silah kaçakçılığı ve devamı. Şemdinli ve Yüksekova’da. Biri subay, on dördü korucu, on beş kişi yakalanıyor. Her biri hakkında altmış yıla kadar hapis isteniyor. Mahkemede sanıklar beraat ediyor. Buna itiraz ediliyor.

Beraat, itiraz, yeniden mahkeme, derken ta 1990’ların ikinci yarısında görülen davanın dosyası şu anda Yargıtay Ceza Genel Kurulunda.

Yaşandığı dönemde büyük gürültü çıkartan bu kaçakçılık olayı, daha sonra CHP’nin bir Güneydoğu Raporunda yer alıyor.

TANLA’NIN RAPORU

Bilge Köyü’nde 44 kişinin katliamı sonrasında koruculuk yeniden mercek altında. Koruculukla ilgili çok sayıda olay, dava ve rapor var. Devletin, partilerin ve sivil toplum örgütlerinin raporları.

Örneğin, bir DSP raporu var. Aralarında Bülent Tanla’nın bulunduğu bir DSP heyeti, Ecevit’in talimatı üzerine, Güneydoğu’ya gidiyor. Koruculuk sistemini incelemek üzere.

Raporun kendisi kadar, bölgeye giden DSP milletvekillerinin yaşadığı çarpıcı sahneler var.

YANITSIZ SORULAR

Heyet dönemin Olağanüstü Hal (OHAL) Valisine gidiyor. Heyetin valiye sorusu şu:

"Kaç korucu var, bunlar kim, ne kadar aylık alıyor, aylıklar nasıl ödeniyor?"

OHAL Valisi derhal emir veriyor, yanıtların heyet üyelerine Ankara’ya Meclise gönderileceği bildiriliyor.

Aradan on yıl geçiyor, o yanıtlar hálá gelecek. Derin devlet iş başında.

Benzer olay Şırnak’ta. Aynı sorular Şırnak çerçevesinde Şırnak Valisine soruluyor. Dönemin valisi, saymanı çağırıyor, sayman, "bir kaç kişi geliyor, hepsi adına parayı alıp gidiyor" yanıtını veriyor. Kaç kişi adına? O rakam yok. Kaç para? O da, yok.

ÇEŞİTLİ SUÇLAR

Köy yakma, kadınlara tecavüz, cinayet, soygun, korucuların işledikleri suçlardan bazıları.

Korucular bölgede belli bir görevi yerine getiriyor, tamam. Ama, Western filmlerinde gördüğümüz ya da bizde köy romanlarında çizilen tipler gibi, eli kamçılı, çizmeli beyler insanlara kan kusturuyor.

Resmi kıyafetlerle otobüs soyuyorlar, halk, "asker bizi soydu" diyerek avazı çıktığı kadar ve haklı biçimde bağırıyor.

Bölgede bazı yöneticiler, vali ya da kaymakam, kendi il ya da ilçesinde korucuları durdurmak için zaman zaman önlem alıyor. Geçici ve kendi çapında. Sistematik değil.

"Kalksın ya da kalsın" ekseninde, koruculuğun yeniden düzenlenmesi gerektiği ortada. Çünkü, meydanı çok boş buluyorlar.

Reha Oğuz Türkkan müthiş, çarpıcı

PROF. Dr. Reha Oğuz Türkkan ünlü milliyetçilerden. Bir dönem aşırı milliyetçiliğin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinin başında geliyor. Yaşı sanıyorum şu anda 80’in üstünde.

1940’larda Alparslan Türkeş ve Nihal Atsız’la birlikte tutuklanıyor, emniyette işkence görüyor, o günün zalim kuralları dahilinde, tabutluk denilen ve ancak nefes alınabilen, bir insanın kıpırdamasına bile olanak vermeyen, hücre diyelim, ama işte tabutlukta kalıyor. Yedi aylık tutuklama sonrasında, açılan davada beraat ediyor.

Prof. Türkkan geçen akşam Fatih Altaylı ile Murat Bardakçı’nın Habertürk TV’de konuğu. Anlattığı işkence sahneleri ve emniyette kaldıkları mahzenler ki, lağım akıyormuş, dehşet verici. İşkence ve diğer fiziki koşullar insanın tüylerini diken diken ediyor.

Türkkan’ın anlattıkları biliniyor. Ancak, tanıklık ilk elden olunca iş değişiyor. Son zamanlarda izlediğim en çarpıcı söyleşilerden biri.

Yalnız anlayamadığım bir nokta var. Reha Oğuz Türkkan bu sahneleri anlatırken, Murat Bardakçı sürekli gülüyor, belki şaşkınlıkla, ama garip, yeri olmayan bir tavır.

Bu bir yana, bana kalırsa, o söyleşi bir kez daha yayınlanmalı.
Yazının Devamını Oku

Bir FBI ajanı, Korsanlık A.Ş. ile pazarlıkta

10 Mayıs 2009
Eski FBI ajanı sarı bir botta. Tek başına. Yaklaşan sandalda, elleri Kalaşnikoflu beş korsan. Ajanın yanında, korsanların istediği üç milyon dolar. Fidyeyi verecek, korsanların tuttuğu rehineleri kurtaracak.

Nefesler tutuluyor. Londra’da, New York’ta, Paris’te, Amsterdam’da. Korsanların ele geçirdiği gemi artık nereye aitse. Ve Hint Okyanusu dalgalarında hafif hafif sallanan sarı botta.

Parayı aldıktan sonra, korsanlar rehineleri gerçekten serbest bırakacak mı? Yoksa, parayı getireni de mi rehin alacak? Ne yapacaklarının güvencesi yok.

Kritik dakikalar. Sadece dalgaların hışırtısı.

Jack Cloonan bir zamanlar FBI ajanı. Bir zamanlar "Soğuktan Gelen Casusların" peşinde. Bir zamanlar gangster avında. Bir zamanlar, hele de 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısında sonra, El Kaide’ci teröristlerin izinde. (Der Spiegel, 20.04.09, sayfa 100).

Cloonan emekli olduktan sonra, kendine modaya uygun bir iş buluyor, daha doğrusu yaratıyor. Korsanlarla, onların ele geçirdikleri gemi firmaları arasında arabuluculuk yapmak.

Üç aşağı, beş yukarı derken, fidye miktarı üzerinde anlaşma sağlanıyor. Korsanların kesin bir talebi var. Cloonan ele geçirilen gemiye tek başına, bir botla gelecek. Botta para olacak. Parayı verecek, rehineleri alacak. İşte, yine böyle bir alışveriş.

Tam o sırada gemiden bir haykırma. "Durun, öldürmeyin". O haykırış, telefon üzerinden Londra’da, New York’ta, Paris’te, artık gemi nereye aitse, orada yankılanıyor. O merkezlerde ister istemez bir telaş.

Telefondaki ses, korsan taktiği. Fidye miktarını artırma taktiği. Ama Cloonan’ın yapacağı bir şey yok. Yanında başka para yok.

SIRIUS STAR KORSANLARLA İSLAMCILARIN ARASINI AÇTI

Uzun bir pazarlık, neyse sekiz, on gemici serbest kalıyor. Cloonan’ın hayatından birkaç yıl gidiyor.

Aden Körfezi’nin güneyinde, Hint Okyanusu’nda korsanlar uzun süredir cirit atıyor.

O kıyılar onlara ve İslamcı teröristlere ait. Hem El Kaide var, hem başka İslamcı terör örgütleri.

Korsanlar fidyeyle silah satın alıyor, o silahları teröristlere satıyor. Korsanlar terör örgütlerinin himayesinde. Onlara karada ölüm yok, denizlere zaten onlar egemen. NATO ülkeleri savaş gücü yüksek muhriplerle bir süredir o kıyılarda devriye gezse bile, güvenlik henüz tam sağlanmış değil. Mesele, korsan-terör örgütü bağını çökertmekten geçiyor.

O bağı güçlü kılan çok farklı bir neden var. Şeriat. İslamcı terör örgütleri korsanların şeriat yasalarına uymalarını istiyor. Korsanlara göre, hava hoş. Onlar aldıkları paraya ve karadaki güvenliklerine bakıyor.

Silah getirdikçe, örgütlerin gözünde korsanlar birer "mücahit". Çünkü, onlar "Allah’ın düşmanlarına karşı savaşıyor".

Toplara, her türlü silahla donatılmış helikopterlere sahip muhripler okyanusta devriye gezmek yerine, körfezin güney kıyısında yer alan limanları tutuyor. Yine de nafile.

O da ne, mucize gibi.

Korsanlarla İslami terör örgütlerinin arası açılıyor. Suudi Arabistan’a ait Sirius Star tankeri yüzünden.

Korsanlar bileyerek ya da bilmeyerek, Sirius Star’a el koyuyor. Tankerdeki herkesi rehin alıyor.

Terör örgütleri ateş püskürüyor, "İslamcı kardeşlerimizin gemisini kaçırmak da, ne demek?" (Der Spiegel, aynı sayı, sayfa 101).

Yaptıkları işin keyfiyle kıyıya dönen korsanları kırbaç cezası bekliyor.

Jack Cloonan’ın burada yapacağı bir şey yok. Çünkü fidye düşüyor. Emir kesin, rehineler serbest bırakılacak, tanker yoluna devam edecek. Korsanlık A.Ş. ile El Kaide anlaşmazlıkta.

Gerilim yine de uzun sürmüyor. Çıkarlar farklı olsa bile, bir yerde kesişiyor.

Şu anda Jack Cloonan çok gözde. Gemi firmaları ona iyi bakıyor.
Yazının Devamını Oku

Anayasa Mahkemesi’nde 3.5 yıllık skandal

9 Mayıs 2009
YER gök yıllardır telefon dinlemesiyle inliyor. Yer gök telefon dinlemeleri üzerinden dava üstüne dava açılmasıyla inliyor. Telefon dinlemeleri üzerinden Türkiye’de yeni bir düzen kuruluyor.

Şimdi kemerlerinizi bağlayın, koltuk arkalarını dik hale getirin ve iniş için hazır olun. Huzurunuzda Anayasa Mahkemesi, hukuk, uygulama ve ötesi. 32 kısım tekmili birden, heyecanlı bir serüven.

3 Temmuz 2005’te Meclis’ten bir yasa geçiyor. İletişimin denetlenmesini jandarma ve emniyetten alarak Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na bağlıyor.

Bağlamanın devamı var. Aynı yasa İletişim Başkanı’nı atama yetkisini doğrudan Başbakan’a veriyor.

Ne ilginç, denetleme bürokrasiye, o denetimi yapacak bürokratın atanması da Başbakan’a geçiyor.

İletişim, miletişim diyerek kafa karıştırmaya gerek yok. Telefon işte, başta telefon denetlemeleri.

YASA İPTAL

3 Temmuz 2005. Yasanın kabul tarihi. CHP iptal için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor.

Anayasa Mahkemesi karar veriyor. Tam üç buçuk yıl sonra. Üstelik yasayı iptal ediyor, tam üç buçuk yıl sonra.

İptal kararını 29 Ocak 2009’da açıklıyor. Gerekçeli karar 3 Nisan 2009’da yayınlanıyor.

Üç buçuk yıl ne demek? İptal edilen yasa, üç buçuk yıl yürürlükte kalıyor, demek.

Üç buçuk yıldır telefon denetlemeleri o iletişim başkanlığında. O iletişim başkanını da Tayyip Erdoğan çoktan atamış bulunuyor.

Üç buçuk yıl içinde neler oluyor? Telefon dinlemeleri ayyuka çıkıyor. O dinlemeler üzerinden davalar birbirini izliyor. Ülkede Genelkurmay başkanları, Anayasa Mahkemesi başkan vekilleri bile dinleniyor.

DİNLEME İTİRAFI

Ülke dinleme cehennemine dönüyor.

Oysa, o yasa iptal ediliyor. Ama, tam üç buçuk yıl sonra.

Devamı var.

Telefon dinlemeleriyle yer gök inleyince, Meclis’te araştırma komisyonu kuruluyor. Cümle álemin Telekulak Komisyonu diye bildiği komisyon.

Orada Erdoğan’ın atadığı İletişim Başkanı Fethi Şimşek itiraf ediyor:

"Mobil dinleme yapılıyor, başka kurumlar da dinliyor."

Mobil dinleme, yani hareket halindeki araçlardan dinleme. O araçlar kime ait?

Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin yazılı soruya verdiği yanıtta bir başka kavram getiriyor:

"O görüşmeler ortam dinleme yoluyla gerçekleşiyor."

Ortam dinleme ne demek? CHP Konya milletvekili Atilla Kart bu soruyu İçişleri Bakanı’na soruyor. Bakanın yazılı yanıtı:

"Hukukumuzda ortam dinleme diye bir kavram yok."

Bunlar komedinin yan unsurları. Asıl olay Anayasa Mahkemesi’nin bir yasayı karara bağlamak için, tam üç buçuk yıl beklemesi. Üç buçuk yıl içinde atı alan Üsküdar’ı geçiyor ve telefon dinlemelerinde rekor kırılıyor.

KART’IN DİLEKÇESİ

CHP milletvekili Atilla Kart birkaç gün önce Anayasa Mahkemesi’ne dilekçe veriyor.

Dosya incelemesindeki gecikmelerin "toplumsal sonuçları" olduğunu belirterek, "kişi temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdığını, telafi edilemez mağduriyetlere yol açtığını" yazıyor. Bu durumu, Anayasa Mahkemesi’nin güvenirliğini zedeleyen süreç olarak niteliyor.

Kısaca, elinizi çabuk tutun, yargıçların çok iyi bildiği gibi, geciken adalet, adalet değildir, demeye getiriyor.

Son derece yerinde bir uyarı. Uyarı yerinde de, sırada hálá karar bekleyen ve yirmi bin işçiyi ilgilendiren bir başka yasa daha var.

Adalet, demokrasi, yargının bağımsızlığı gibi, yeri gelince büyük nutuklar atmak yerine, Anayasa Mahkemesi karar alma sürecini hızlandırsa, iyi olacak.

Hiç kuşkum yok, şimdi Osman Paksüt’le ilgili işlemin hızına kimse yetişemeyecek.

Hızlı ya da yavaş, nereye baksan, elinde kalıyor. İşte, size Anayasa Mahkemesi.
Yazının Devamını Oku

Arkadan intikam gelecek

8 Mayıs 2009
ONLAR Fırat kenarında öldürüyor. İntikamı Berlin’de alınıyor.<br><br>Urfa, Birecik’e bağlı, Ayran Köyü Fırat kenarında. Köyde iki aşiret var. İki aşiretin bazı üyeleri Berlin’de işçi. Günün birinde köyde töre cinayeti işleniyor. Köyde iki aşiretin üyeleri intikam için birbirini öldürürken, Berlin’dekiler de yine intikam ateşiyle birbirini öldürüyor.

Yaşanmış bu olayı şimdi neden anımsıyorum? Uyarmak için. 44 kişinin öldürüldüğü Bilge Köyü’nde şimdi intikam kol geziyor.

Saldırıya uğrayan aileden geriye kalanlar, intikam peşinde. Diğer aile o nedenle köyden göç ediyor. Gelenektir, cinayet işleyen köyü terkeder.

Yöreden edindiğim bilgi, göç ne kadar çare, emin değilim. Arkadan intikam gelecek. Hayatta kalanlar hesap soracak.

KAPALI TOPLUM

Aşiret düzeni.

Anadolu’nun pek çok yerinde çözülme sürecinde olsa da, özellikle Urfa, Mardin ve Hakkari’de aşiret düzeni hala geçerli. Aşiretin geçerli olduğu yerde, namus, kız alıp verme, toprak, erkeklik hep yüksek değerde.

Biri başkasının tarlasını sürdü mü, o mülkiyet meselesi değil, namus meselesi. Küçük düşürme meselesi. Demek ki, cinayet zamanı.

İçine kapanmış bir toplum. Kendi üretip, kendi tüketiyor. Köyünden dışarı çıkmıyor. Gelenek çok güçlü ve tek değer ve vazgeçilmez. Başka değer bilmiyor. Onun için intikam ateşi.

TOPRAK REFORMU

Çoğunluğun çoktan unuttuğu, parti programlarından bile çıkartılan toprak reformu.

Toprak reformu sadece toprakta mülkiyet sorununu çözmekle kalmıyor. Aşiretleri çözüyor, yeni sosyal dengeler üzerinde yeni insan tipi yaratıyor.

Zamanında toprak reformu yapılmış olsa, şimdi bu cinayetlerin, törenin ve devamının hiç birini yaşıyor olmayacaktık.

Mardin katliamı son altmış yılda, gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin eseri.

Korkarım, Mardin’deki katliamın devamı gelecek. Çünkü, intikam ateşi.

Düzgün DPT yok ki

EKONOMİDEN sorumlu Devlet Bakanı "tasarruflar artıyor" iddiasında. CHP Trabzon milletvekili Akif Hamzaçebi şaşırıyor, "artmıyor" diyor.

Hükümet, muhalefet ve bürokrasi birbirine bakıyor, doğruyu kim söylüyor, diye. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) uzmanı, Hamzaçebi’yi doğruluyor.

Hükümetler uzun süredir, hele de AKP iktidarı DPT’yi kullanmıyor. Ve çok yanlış yapıyor.

DPT’de bir zamanlar araştırmanın biri bitiyor, öteki başlıyor. Hepsi ses getiriyor, hepsi iktidarlara yol gösteriyor. DPT bir zamanlar en güvenilir kurum, bilgi bankası, ekonomik ve sosyal hayatın denetçisi.

Mardin katliamı nedeniyle, DPT’yi düşünüyorum. Yine bir zamanlar DPT’de Kalkınmada Öncelikli Yöreler Dairesi var. Doğu ve Güneydoğu için o dairede pek çok araştırma yapılıyor.

Katliam sonrasında Tayyip Erdoğan üniversiteleri ve sivil toplum örgütlerini, olayın derin analizi için göreve çağırıyor. Doğru ama, elinin altındaki DPT aklına gelmiyor.

Aklına gelmiyor, çünkü DPT artık eski DPT değil. İşlevini yitirmiş, canlı ve ateş gibi DPT, köhne bir devlet dairesi gibi.

Oysa, Mardin katliamına giden yolda ve sonrasında, düzgün bir DPT’nin söyleyebileceği çok söz olabilirdi.

Mardin Valisi fena yanılıyor

KATLİAM TV’lerde tartışılırken, Mardin Valisi Hasan Duruer’e de mikrofon tutuluyor.

Vali Bey bölgedeki aşiret yapısı, töre vb. konularda konuşurken, NTV’de eğitimin önemini vurguluyor. Ve devam ediyor:

"Kız çocuklarının okuması için gayret göstermemiz gerekiyor. Yörenin inançları gereği, kız çocukların ayrı okullarda okumasının faydalı olacağına inanıyorum."

Bölgedeki yapı, pek çok ekonomik ve sosyal değişime ek olarak, eğitimin de katkısını gerektiriyor. O yapıyı değiştirmek için çağdaş olmak gerek. Onun da, unsurlarından biri, Vali Bey’in söylediğinin tam tersine, kız-erkek ayrımına son vermekten geçiyor.

Kızları ayrı tutarak o yapı nasıl değişecek, merak ediyorum.
Yazının Devamını Oku

Ağacı, suyu anlamak için din bilgisi

7 Mayıs 2009
EVRENİ anlamak için ne öğrenmek gerek? Neleri öğrenirsek, evreni anlayabiliriz? Bundan daha kolay ne var?<br><br>Din bilgisini öğrenirsek, evreni daha kolay öğrenebiliriz. Bu yanıt Cizvit papazlarına ait değil. Orta çağda kurulan engizisyon mahkemesi kararı değil. 13 ya da 14. yüzyılda Ceneviz ya da Roma’da yaşayan vatandaşların hurafelerden aktardıkları yanıt da değil.

Bu, günümüz Türkiye’sinde lise son sınıf öğrencilerinin % 30’una ait bir yanıt.

Türkiye’de lise son sınıf öğrencilerinin % 30’u, evrenin anlamını kavramak için, matematik ve fen bilgisinden çok, din bilgisine gerek var, diye düşünüyor.

AKP usulü eğitim ve ideoloji ile 21’inci yüzyılda geldiğimiz nokta bu.

FEN LİSELERİ BİLE

İstanbul Maltepe Üniversitesi Prof. Dr. İsa EŞME başkanlığında bir araştırma yapıyor. 35 il de, lise öğrencileri arasında.

Sorulardan biri de, fen bilimleri ile evrenin kavranması arasındaki bağlantı. Lise son sınıf öğrencilerinin verdiği yanıt yukarıda. Fikri olmayanlar yüzde 27 .

İmam Hatip öğrencileri arasında , evreni anlamak için din bilgisine gerek var, diyenlerin oranı % 54’e yükseliyor. Aldıkları eğitimi inkar etmiyorlar.

Daha şaşırtan yanıt Fen liselerinden geliyor. fen lisesi öğrencilerinin % 10’u evreni anlamak için din bilgisine ihtiyaç olduğunu, düşünüyor.

Fen liselerinde bile, %10 gibi yüksek bir oran, bilimi bir yana bırakıyor, dünyayı anlamak için dini ön plana çıkartıyor.

TOPLUM DEĞİŞİYOR

Bu araştırmada garibime giden bir başka sonuç internet kullanımı ile ilgili.

Bilgisayar hayatımızın her alanında. Hele de, gençler. Öyle düşünüyorum ama yanılıyorum. Araştırmaya göre, lise öğrencilerinin yüzde 38’i bilgisayar ve internet kullanıyor. Çok şaşırtıcı.

Yine de evren-din bağlantısı. Bu oranlar, AKP ile birlikte, genç insanlara enjekte edilen ideolojinin hedefine ulaştığını kanıtlıyor.

Toplum hızla din ağırlıklı bir ideolojinin emrine yarıyor.

Adım adım. Sabırla ve inançla ve bitmeyen dirençle toplum yavaş yavaş karanlık dünyalara itiliyor. Ortaçağ parmaklıkları arkasına.

AKP’nin faziletine toz kondurmayan liberal geçinenlerin yarın öbür gün, evren-din bağlantısında benzer yanıt vereceklerine bahse girerim.

Katliamdan zevk alan yaratık

MARDİN’de yaşayan, Mardinli bir Kürt arkadaşım:

"30 yıldır şiddet içinde yaşıyoruz, şiddet hayatımızın bir parçası oldu ve sıradan hale geldi."

Aynı arkadaşım ekliyor:

"Olay Mardin’de geçtiği için, konuşmaya bile utanıyoruz."

Aynı arkadaşım ekliyor: "Burada hayat durdu, Adaleti herkes kendi sağlamaya kalkarsa, ne olacak? Adalet zaten yok ya..."

Bunlar Mardin’de 44 kişinin öldürülmesi ile ilgili tepkiler. Bu aynanın bir yüzü.

Asıl utanç veren yön, aynanın öteki yüzünde.

Pek çok nedenden kaynaklanan Mardin katliamına herkes tepki gösteriyor. Verilen tepkiler o insanların zekası, bilgisi, dünya görüşü ve yaşadığı ortamın ürünü. Değişik senaryolar farklı bağlantılar. Çoğunu okuyup geçmek mümkün. Ama içlerinde bir tepki var ki, işte orada durmak gerek. Bakın o birisi ne diyor:

"Mardin için o kadar yoruma gerek yok, sonuçta 44 Kürt eksildi." En az katliam kadar hunhar, en az eli kanlı caniler kadar alçakça bir yaklaşım. O çocukları ve kadınları öldürenler insanlıktan ne kadar yoksun ise, bu yorumu yapan da, aynı ölçüde vahşi bir yaratık.

Hasta bir toplum. Bazı hastalar insanları öldürüyor, diğerleri o katliamdan zevk alıyor.
Yazının Devamını Oku

Soylarını yok etmek amacıyla

6 Mayıs 2009
BAKLAVA dağıtılıyor, ardından hep birlikte Fatiha okunuyor.<br><br>Nişan ya da nikah değil, söz kesme. Geleneğe göre, söz kesme töreninde Fatiha okunması nikahın bir aşaması. Evliliğin hemen öncesi. Sonra gerdek gecesi. Silahlar Fatiha okunurken patlıyor.

Mardin, Mazıdağı Bilge Köyü’nde karşılaştığımız katliam kız isteme, toprak kavgası ya da töre cinayeti, herhangi bir nedenden. Nedeni ne olursa olsun, temelde bir başka olay var.

Şiddet ve şiddet. Herkes kendi sorununu çözmek için şiddete başvuruyor. Kendi sorununu kendisi çözme yoluna gidiyor.

Türkiye tam şiddet toplumu. Her yönü tam gerilim ülkesi.

Bilge Köyü’ndeki katliam herhangi bir nedene bağlanabilir.

"Vahşet ve insanlık dışı" gibi nitelemelerle kınanabilir. Ölenlere Tanrıdan rahmet dilenebilir. Zaten hep öyle oluyor.

Sonra ne oluyor? Unutuluyor. Olayın boyutuna göre, cinayete ya da katliama yol açan insanların içindeki şiddet duygusu ile birlikte unutuluyor.

Şiddetin nedenleri yerinde olduğu gibi duruyor. Oysa, asıl sorun şiddet.

İKİ SENARYO

Son katliama dönersek, iki senaryo var.

İlki, pek çok kişi tarafından dile getirilen kız alıp verme meselesi. Aile arasında anlaşmazlık. Aynı aileden birileri kızlarını bir başka kişiye vermek isterken, aynı ailenin diğer bireyleri başka birine veriyor. Katliam bu nedenle.

İkinci senaryo, bir alabalık tesisinin işletilmesi ile ilgili. Bilge Köyü’nün yakınında Sultan Şehmuz Külliyesi ve o külliyeye bağlı olarak alabalık tesisleri var. Külliye hafta sonlarında adak adamak için, dolup taşıyor. Dolayısıyla, tesis iyi çalışıyor. Tesisi katliamda ölen ve öldüren bireylerin ait olduğu Çelebi Ailesi işletiyor.

İkinci senaryoya göre, katliam, aile içindeki anlaşmazlığın, tesisleri kimin işleteceği sorusundan kaynaklanıyor.

SOYU YOK ETMEK

Saldırıyı yapanlar kendilerini öyle kaybediyor ki, 44 insanı öldürdükten sonra, gidip bir de, o insanların ölüp ölmediklerini kontrol ediyor.

Neden? Soylarını yok etmek amacıyla.

Katliamın nedeni, bu iki senaryodan biri olabilir ya da üçüncü veya dördüncü bir senaryo olabilir. Hepsi birden olabilir. Mesele o değil.

Mesele, birilerini bu kadar gözü dönmüş hale getiren ruh hali ne? Çok derin bir soru. Yanıtı çok yönlü.

Güneydoğu’da töre cinayetlerinde bir kural var. Kan davasında çocuklara dokunulmuyor.

Şimdi burada çocuklar da öldürülüyor. Soyu yok etmek amacıyla.

Soyu yok etmek, Bilge Köyü’ndeki katliamla ilgili yeni bir ipucu. Şimdiye kadar görülmeyen ipucu. Katliam nedeninin çok ötesinde.

Köyle ilgili bir başka gerçek, rakamlarda yatıyor. Köy 32 haneli. Köy nüfusu 300 kişi. Her hanede yaklaşık on kişi.

Geçen hafta dünya basınına Türkiye’den yansıyan haber, Bostancı’da yedi saat süren silahlı çatışma. Bu hafta Bilge Köyü’ndeki katliam.

Tek tek olay üzerinden gidildiğinde, olay yaşanıyor ve unutuluyor. Toplum neden bu kadar hasta, bu soruyu düşünen pek yok.

Ve dünya basınına Türkiye’den neden hep benzer haberler.

Malezya biraderleri

MALEZYA’da bir üniversite var. İslamlaşma sürecinin en önemli ideolojik destekçisi sayılan Uluslararası İslam Üniversitesi.

Yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan birbirlerini Malezya’dan tanıyor. İkisi de, vaktiyle aynı üniversitede bulunuyor.

Davutoğlu 1990-95 yılları arasında Malezya’daki üniversitede hem öğretim üyesi, hem idareci. Özcan’ın orada bulunduğu yıllar ise, 1992-94 arası. İkisi aynı dönemde Malezya’daki aynı üniversitede.

Türkiye’de çeşitli üniversitelerde Malezya’dan geçmiş başka öğretim üyeleri de var. Çoğu felsefe, İslam Hukuku, bilim tarihi dallarında.

Ama, hiçbiri Davutoğlu ve Özcan gibi su başında değil.

En sıkı dosya

HARP Akademileri Komutanlığında geçen hafta düzenlenen sempozyum "Enerji Güvenliğinde Ortak Çözüm Arayışları" başlığını taşıyor.

Davetli olduğu halde, önceden geleceğini bildirdiği halde, Azerbaycan Sanayi ve Enerji Bakanı toplantıya katılmıyor.

Türkiye ile Azerbaycan arasında, Türkiye’nin Ermeni ilişkileri nedeniyle beliren soğukluğun ötesinde, ciddi bir pazarlık sürüyor. Doğalgaz pazarlığı.

Türkiye Azerilerden doğalgazı 120 dolardan alıyor. Aynı dönem içinde Rusya’dan alınan doğalgaz fiyatı 240 dolar. Bunun iki katı.

Azeriler şimdi, "doğalgazı dünya fiyatlarından satacağız" diyor. Ve bir pazarlık başlıyor.

Tayyip Erdoğan’ın gelecek hafta Bakü’ye gitmesi öngörülüyor. Giderse, masada karşılaşacağı en sıkı dosyanın doğalgaz olacağı ortada.

Pazarlığın çok çetin geçeceğini tahmin etmek hiç güç değil.
Yazının Devamını Oku

Uçak piste inerken yeni fikir

5 Mayıs 2009
DAHA AKP kurulurken, Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan ısrar ediyor, "Üniversiteyi bırak, sen de gel". Gitmiyor, "Ben size yardım ederim" diyor. Ahmet Davutoğlu danışman olarak, Gül ve Erdoğan’ın yanında yer alıyor. 2007 seçimlerinden sonra üniversiteye dönmek istediğinde, "gel, milletvekili ol" diyorlar, yine gitmiyor ve yine danışman.

Danışman ama, son altı yılda Gül ve Erdoğan ile birlikte dış politikayı çizen troykadan (üç kişiden) biri.

Ve Ahmet Davutoğlu şimdi Dışişleri Bakanı.

YAP DA GÖRELİM

AKP’nin kuruluşunda dışardan rol alan Davutoğlu, AKP iktidarında aktif danışman olmanın derin nefesini sonuna kadar çekiyor:

"Şunu şöyle yapmak gerek, bunu böyle yapmak gerek."

Ötekiler de, bu önerilere uygun davranıyor. Davul başkalarında, tokmak Davutoğlu’nda.

Ama, artık öyle değil. Şimdi herkes, "sen yap da, görelim" bekleyişinde. Şimdiye kadar karar alma sürecinde, ama kararı başkaları alıyor. Oysa, şimdi doğrudan karar almak ve uygulamak durumunda.

PARLAK FİKİRLİ

Yabancıların hem İslamcı, hem milliyetçi diye niteliği Davutoğlu’nu, dış gezilerde birlikte bulunan bazı Türk işadamları şöyle tanımlıyor:

"Uçaktasınız, bir başka ülkeye gidiyorsunuz, uçağın tekerlekleri piste değerken, aklına bir fikir gelebilir ve derhal Başbakanla temasa geçer."

Davutoğlu
parlak fikirli bir vatandaş. 338 AKP milletvekili arasında Dışişleri Bakanlığı yapacak başka bir kişi bulunamayışı, onun parlak fikirli olmasının kanıtı. Ancak, o fikirler zaman zaman gerçekle uyuşmuyor.

Örneği var. Obama’nın Türkiye ziyaretinden iki hafta önce Davutoğlu Amerika’ya gidiyor. Yaptığı görüşmelerden sonra açıklıyor:

"ABD-Türkiye ilişkileri tarihsel uzlaşma dönemindedir. Obama ile Türkiye’nin dış politika tercih ve öncelikleri tamamen örtüşmektedir."

Öyle tamamen örtüşüyor ki, Obama’nın 24 Nisan’da Ermeni sözlerine en başta Gül ve Erdoğan tepki gösteriyor.

Ya da, "Kafkaslarda herkesin karlı çıkacağı bir senaryo üzerinde çalışıyoruz" diyor, Azerbaycan’la ilişkiler malum.

Buna karşılık bir şansı var. Gelmiş geçmiş Dışişleri Bakanları arasında en zayıf ikinci (en zayıfı, Özal döneminde A.K.A.) bakan Ali Babacan’dan sonra o koltuğa oturuyor.

Değişim başarısızlığın itirafı

EN temel bakanlıkları yürüten bakanlar değişiyor.

Önce, ekonomi yönetimi baştan sona değişiyor. Kriz bize teğet geçiyor ama, bakanlık değişimi ekonomi yönetiminin ciğerini deliyor. Ekonomide yönetimin baştan sona değişmesi, krizin kötü yönetilmiş olmasının itirafı.

Buna rağmen, bana yine de süpriz gelen, eski kabinede kendini en çok bilen bakanlardan Nazım Ekren’in gitmesi. Analizi, sentezi, söylemi iyi, Ekren’de eksik olan galiba pratik uygulama.

Derken, ana bakanlıklarda değişim. Adalet, Dışişleri, Enerji, Milli Eğitim, Maliye, Sanayi, Bayındırlık ve Çalışma Bakanları değişiyor. Daha ne olacak? En temel bakanlar değişiyor.

Bu başarısızlığın itirafı değil de, ne? Tayyip Erdoğan değişmeyeceğine göre, kabak gidenlerin başına patlıyor. Başarı Erdoğan’a ait, başarısızlık diğerlerinin cürmü.

Ya Bülent Arınç’ın Başbakan Yardımcılığı? Hep birlikte neşeli günlere yolculuğumuzun habercisi gibi.

Kraliçenin taaaacı

GÜZELLİK yarışması. Sunucu NTV’nin başarılı spor spikeri Burcu Esmersoy.

Esmersoy
aynı zamanda Çağla Şıkel’in kraliçe seçildiği 97 Güzellik Yarışmasında dördüncü.

Geçenlerde güzellik yarışmasında kraliçe belli olunca, Esmersoy geçen yılın güzeline sesleniyor:

"Şimdi, geçen yılın güzellik kraliçesi olarak, bu yılki kraliçeye taaaacı siz vereceksiniz."

Tacı değil, taaaacı. Hem güzellik yarışmasını bilen, hem de spikerlik yapan güzel spikere yakışmayan bir telafuz.
Yazının Devamını Oku