Bu sözler, evvelsi gün ABD Başkanı Barack Obama’nın ağzından çıktı. ABD ile Küba arasında 53 yıl önce dondurulan ilişkileri yeniden başlattıklarını ilan ederken. Hem de Küba lideri Raul Castro’nun açıklamasıyla eşzamanlı olarak.
*
KÜBA, Soğuk Savaş’ın Berlin Duvarı’ndan sonraki 2’nci büyük simgesiydi. Zira 1962’de Sovyetler Birliği’nin (SSCB) Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi, SSCB ve ABD’yi nükleer savaşın eşiğine getirmişti. Ve Soğuk Savaş’ın zirvesi olmuştu.
Berlin Duvarı zaten 25 yıl önce yıkıldı. Şimdi de iki ülkenin kucaklaşmasıyla, Soğuk Savaş’ın 2’nci sembolü ortadan kalkmış oldu. Bu da birçokları tarafından, Soğuk Savaş’ın tamamen tarihe gömüldüğü şeklinde yorumlandı.
Oysaki bu gelişme bize çok daha fazlasını söylüyor. Evet bir yandan Soğuk Savaş’ın bittiğini teyit ediyor. Ancak diğer yandan, o yılların tozunu kaldırıyor.
Anne-babası Holokost’un (Yahudi Soykırımı) toplama kamplarından kaçarak kurtulmuş Amerikalı bir Yahudi. Ancak o yine de, İsrail’in dünyaca tanınan en sert muhalifi. Ve Filistin davasının en hararetli savunucusu. Bu yüzden “kendinden nefret eden Yahudi” diye yaftalanıyor. “Filistin davasının rock starı” da bir diğer lâkabı.
Finkelstein’ın “Holokost Endüstrisi” adlı kitabı tüm dünyada büyük infial yaratmıştı. İsrail’in katliamlarını meşrulaştırmak için Soykırım’ı mazeret olarak kullandığını yazdığı için. Hayatını anlatan “Amerikalı Radikal” filminin adı ise, tam isabet. Zira o, en radikal yolu seçmiş. Kendi sözleriyle: “Ne İsrail’in, ne de Filistin’in taraftarı. Sadece adaletin taraftarı.”
*
FINKELSTEIN, Tuti Kitap’tan çıkan son kitabı “Bu Kez Çok İleri Gittik”in tanıtımı için İstanbul’da. Tam da İsrail’de hükümetin düştüğü, Filistin-İsrail çatışmasının tavan yaptığı ve Avrupa ülkelerinin ardı ardına Filistin’i devlet olarak tanıdığı bugünlerde. Elbette kendisiyle tüm bunları konuşmadan olmaz.
Geçtiğimiz hafta Kürdistan Yönetimi’nin başkenti Erbil’de tesadüfen rastladığım bir masayı aktarmıştım sizlere. Etrafında oturanları sıralayarak: PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, bir yanında Mesut Barzani’nin özel kalemi Fuad Hüseyin, diğer yanında Peşmergenin en üst düzey komutanı, karşısında da İngiltere ve ABD’den birer siyasetçi.
Ve masanın tek eksiği: Türkiye.
Kobani direnişinin tüm bölgeyi nasıl dönüştürdüğünün şifreleri de, bizatihi o masada saklı. Yine aynı şifreler, o rastlantının ertesi günü Salih Müslim’le söyleşimizde verdiği mesajlara da hâkimdi.
Şimdi ise şifreleri çözme vakti.
*
* ERBİL
Önce başkent Erbil’e gidiyorum. Ve varır varmaz soluğu Erbil Başkonsolosumuz Mehmet Akif İmam’ın yanında alıyorum. Kamplarla ilgili ön bilgi almak üzere.
*
Akşam yemeğini yemek için buranın bilinen lokantalarından birine girmeye çalışırken, büyük bir koruma ordusu çıkıyor karşıma. İçeride kimin olduğunu soruyorum. "Fuad Hüseyin" diyorlar. Yani geçtiğimiz hafta İstanbul’da söyleşi yaptığım ve bu köşede aktardığım, Mesut Barzani'nin özel kalemi.
İçeriye girince gözlerim Hüseyin'i arıyor. Sonunda buluyorum. Ancak büyük bir sürprizle. Özel bir bölmede bulunan uzun masada, hemen yanında PYD Eşbaşkanı Salih Müslim oturuyor. Diğer yanında ise, peşmergelerin en üst düzey komutanı. Masanın başka misafirleri de var. İngiltere ve ABD’den.
Salih Müslim’i karşımda görünce, sohbet etmek için ikna ediyorum. Ertesi güne sözleşiyoruz.
Ve davul zurnayla duyurulmasa da, İran IŞİD karşıtı koalisyona resmen girdi... Çarşamba sabahı örgütün Irak’taki mevzilerini vurarak.
İngilizler “oyun değiştiren” (game changer) derler. Oyunun kurallarını, yani tüm denklemi değiştiren gelişmelere. İşte bu da tam anlamıyla oyunu değiştirdi. Peki bu yeni oyun Türkiye için ne anlama geliyor?
*
ÖNCE hatırlayalım: İran, ABD’nin hava saldırıları ağustos ayında başlamadan çok daha önce girmişti oyuna. Bağdat hükümetine askeri yardımda bulunarak. Ve eğittiği Şii milisler vesilesiyle IŞİD’e karşı savaşarak.
Keza evvelki hafta da, ABD Başkanı Obama’nın İran’ın dini lideri Hamaney’e 4’üncü kez mektup yazdığı ortaya çıkmıştı. Ve mektupta IŞİD’le mücadelede işbirliği istediği. El Cezire televizyonu da geçtiğimiz hafta, bir İran jetinin Irak hava sahasında uçtuğunu gösteren bir video yayınladı.
Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Francesco’nun İstanbul ziyareti de bana bunu andırdı. Herkes yaşadığı yerden, kendi meşrebinden izledi.
*
BATI’daki Müslümanlar, Papa’nın İslâmofobiyle (İslâm karşıtlığı) ilgili mesajını beklediler. Ve Avrupa’ya Müslümanları kucaklama çağrısında bulunmasını. Tıpkı İslam İşbirliği Teşkilatı’nın (İİT) eski Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Papa’yla geçtiğimiz Aralık ayında Vatikan’da görüştüğünde yaptığı, iki din arasında “tarihi uzlaşma” çağrısı gibi.
Türkiye’deki Hıristiyanların odak noktası ise bambaşkaydı. Özellikle Ortodokslar, Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenik sıfatına kavuşmasının ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasının Papa’nın gündemine gelmesini beklediler.
Bölge Hristiyanlarının da gözü kulağı buradaydı. Malûm, IŞİD gibi radikal örgütlerden en büyük zulmü görenler onlar.
İşte bu kuralı ABD’nin eski Savunma Bakanı Colin Powell, Başkan George W. Bush’a hatırlatmıştı. Irak’ı işgâl etmeden önce. “Irak’a girersek, hasarlardan biz sorumlu oluruz” mealinde. O gün Bush’un kulak asmadığı bu kural, bugün ülkedeki hâkim anlayış. Zira ABD Suriye’de mümkün olanın en azını yapma derdinde.
*
ABD’nin bugün Suriye’de ne yapacağına dair en ufak bir fikri yok. Bunu bizzat Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ve geçtiğimiz hafta istifa eden Savunma Bakanı Chuck Hagel itiraf ettiler. Evvelki hafta Temsilciler Meclisi’nde yaptıkları bilgilendirmede, “Suriye için askeri bir çözümümüz yok” diyerek. Dahası zaten bu çözümsüzlük, Hagel’ı istifa etmeye sevk etti. Obama’nın bir önceki Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones’a geçtiğimiz hafta “Suriye’de ne yapacaksınız” diye sorduğumda, yanıtı son derece netti: “Bilmiyorum.”
Ne var ki, ABD her ne kadar ne yapacağını bilmese de, ne yapmayacağını çok iyi biliyor. Söylüyor. Bunlardan birincisi, Esad’ı şu anda düşürmek. İkincisi de, kara savaşı için asker göndermek.