Paylaş
Türkiye'nin anlatacak bir hikayesi var. Bu hikayenin nasıl anlatılacağı bilindiği takdirde dinleyenin anlamasına ve Türkiye hakkındaki olumsuz algının değişmesine katkıda bulunmak mümkün. Aksi takdirde, "ülke facianın eşiğinden döndü, neredeyse iç savaş çıkacaktı, oysa şu Batı'nın yaptığına bak. Ağzımızla kuş tutsak yine aynı terane!" diye hayıflanıp çıkışı yine "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok!" tekerlemesinde ararız. O da bizi pek bir yere götürmüyor.
Neden böyle bir algı bunalımı içindeyiz? Sebeplerin başında ondört yıldır iktidar olan bir yönetimin "darbefobi" içinde olması geliyor. Bir iktidarın darbe korkusu içinde olmasının başlıca sebebini de kendi uygulamalarının darbe gerektirecek nitelikte olduğu korkusu veya yorumu oluşturur.
Oysa ondört yıl önce Türkiye'de yaşanan siyasi değişime en çok Batı sahip çıkmış, destek vermiş ve bu değişimi Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde önemli bir atılım olarak algılamıştı. Atılan adımların da darbe endişesi yaratacak bir durum oluşturduğu düşünülmüyordu.
Sabah kalkıp akşam yatarken "ya darbe olursa" ruh hali içinde yaşanınca sivil toplumun belli konulardaki tepkisini meşru yollardan dile getirmek istemesi bile darbe olarak nitelenebildi Türkiye'de... Örneğin, 2013 yılındaki Gezi olaylarını Batı darbe girişimi olarak görmedi, yorumlamadı.
Ardından 17-25 Aralık'ta Türkiye'nin yaşadığı bir diğer gelişme bu defa "yargı darbesi" olarak adlandırıldı.
"Darbefobi" dış politikaya da yansıdı. Tüm dünya Mısır'da bir askeri darbe olduğunu ve demokratik sürecin askıya alındığını kabul ettiği halde darbeden sonra yapılan seçimlerde Devlet Başkanlığına seçilen Sisi ile ilişkilerini koparmadı. Aksine, Sisi'yi, darbeyi yapan bir general olduğu halde, demokratik süreci işletmesi için zorlamaya, rejimle diyalog içinde kalarak Mısır'da neyin yanlış yapıldığını, doğrunun nasıl olması gerektiğini anlatmaya gayret gösterdi.
Türkiye ise, "darbe yapanlarla bizim işimiz yoktur" diyerek Mısır'a sırtını döndü. Bugün "acaba aramızı kim bulur da Doğu Akdeniz'in bu en önemli ülkesiyle, üstelik tarih boyunca ortak anılarımızın bulunduğu bir halk ile nasıl yeniden aramızı düzeltebiliriz" diye nafile bir bekleyiş içindeyiz.
Derken 15 Temmuz'da gerçekten bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldık. Ama uluslararası kamuoyu artık Türkiye algısında oluşan "darbe bağışıklığı" nedeniyle bu defa nasıl bir tehlike yaşadığımızı kavrayamadı, anlamadı, inanmadı.
Şimdi yapılması gereken 15 Temmuz'u anlatmak olmalı. Bunu yaparken o gece kendini tankların altına atan insanlarımızın, kurşunlara siper olan vatandaşlarımızın Türkiye'de siyasi iktidar değişiminin askeri müdahaleler yoluyla değil, demokratik yöntemlerle olmasını istediklerini ve bu uğurda şehit olduklarını anlatmak gerekiyor.
Bunu yaparken Gezi olaylarının aslında bir darbe girişimi olmadığının, o olaylar sırasında demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması maksadıyla sokaklarda ölen insanların da pek ala demokrasi şehitleri olarak görülmesi gerektiğinin, Türkiye'de halkın artık daha güçlü bir demokrasi bilincine sahip olduğunun da vurgulanması gerekiyor.
Böyle bir söylem kuşkusuz Türkiye hakkında 15 Temmuz öncesi iyice kronikleşen ve 15 Temmuz sonrasında da bir türlü yumuşatılamayan "otoriter rejime gidiş" algısını değiştirmeye yardımcı olacaktır.
Evet, Türkiye hakkında güçlü bir "otoriterleşme" algısı mevcut. Bu algının değiştirilmesi için toplumun 15 Temmuz gecesi demokrasiye sahip çıktığını inandırıcı ve sürdürülebilir kılmak gerekiyor. Bu inandırıcılık "idam isteriz" çığlıklarıyla gelmiyor. İdam istemek, aksine, demokratik insan hak ve özgürlükleri konusunda hala henüz yeterli olgunluğa erişememiş bir toplum görüntüsü veriyor. Böyle olunca da, darbeyi püskürtebilmiş olmanın başarısı güme gidiyor.
Darbe girişimi sırasında ölen ve darbeci olarak tanımlanan kişilere reva görülen muamele de buna benziyor. Darbeye karıştığı için öldükten sonra cenaze törenlerine ve ailelerinin dini vecibelerinin yerine getirilmesi taleplerine karşı çıkılıyor. Bireysel hak ve özgürlüklerin göz ardı edilmesi gibi din ve inanç özgürlüğünün de bu sekilde istismar edilmesi anlaşılamıyor.
Anlatılması gereken başka özellikleri de var Türkiye toplumunun. Herşeyden önce, Lozan Antlaşması ile hukuki statüleri belirlenmiş olan Rum, Musevi ve Ermeni vatandaşlarımızla bir bütün olduğumuz gibi, hukuki statüleri belirlenmemiş ancak bu toplumun önemli bir kesimini oluşturan Kürt kökenli vatandaşlarımızla da aynı bütünlüğe sahip olduğumuz vurgulanmalı Türkiye'nin yeni hikayesi anlatılırken.
Uluslararası toplum Türkiye'ye baktığında TBMM'de dört siyasi parti mevcutken ve bu siyasi partilerin tamamı darbe girişimini ortak bir bildiri ile kınayarak demokrasiye sahip çıkmışken, neden parlamentoda sanki sadece üç siyasi parti varmış gibi davranıldığını da anlamakta güçlük çekiyor kuşkusuz.
Türkiye'de siyasi iktidar ile ilgili olarak oluşan bir olumsuz algı varsa bunu düzeltmek elbette o iktidarın atacağı adımlarla mümkün olabilir. Dış politikadaki yanlışların yavaş yavaş düzeltilmesi sürecine girdik. Hükümet çevrelerinden gelen işaretler, yakında Suriye politikamızda da önemli gelişmeler olacağının sinyallerini veriyor.
Şu sırada en çok dikkat edilmesi gereken halkın uluslararası toplumun algısı karşısındaki tepkisini abartmasına yol açabilecek söylemlerden kaçınmak olmalı. Halkın algısını yönetirken iç siyasi hesaplardan uzak durulmalı. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" algısı yerleştikçe, dış politikadaki hatalar düzelse de uluslararası toplumun Türkiye ile ilgili algısı düzelmeyecektir. Öfke ile kalkıp zararla oturmayalım.
Paylaş