Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar bu genç devletin komşularıyla ilişkilerini yayılmacı ve toprak kavgalarını tahrik edici bir söylem kullanmaksızın inşa etmişler ve sürdürebilmişlerdir. Bu başarı onların diplomasi yeteneği ve erdemli devlet adamı anlayışları sayesinde mümkün olabilmiştir.
Bu dengeyi kurmak ve korumak hiç de kolay olmamıştır. Zira Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihteki ömrü tamamlandığı zaman onun toprakları üzerindeki işgal kuvvetlerine karşı verdiği emsalsiz Kurtuluş Mücadelesi sonunda küllerinden doğan bu yeni ve genç devletin böylesine olgun davranması barışı özlemesinden, dünyaya bakışını barış, kalkınma ve demokratik bir hukuk devleti anlayışı üzerine inşa etme arzusundan kaynaklanmıştır.
Benzer yaklaşımların komşularımızda da hakim olması beklenirdi. Ama hemen hemen her komşumuzda Türkiye’nin topraklarına yönelik çağın gerisinde kalan zihniyetleri temsil eden amaçlar üzerinden politika yapan siyasi partiler, dernekler, cemiyetler olmuştur.
Örneğin Ermenistan...Ermenistan’da hala 1915 olayları ile ilgili olarak kullanılan söylem dile getirilirken doğu Anadolu topraklarının “Batı Ermenistan” tabiri kullanılarak anılmasından rahatsızlık duyarız. Ermenistan’da bu konuyu canlı tutmak isteyen çevreler Ağrı dağına “Ararat” adı vererek, bu dağın görüntülerini çeşitli amblemlerde kullanırlar ve adeta bugün barış içinde bir arada yaşamak için çaba gösterdiğimiz komşumuz Ermenistan ile aramızda bir toprak sorunu olduğu algısı yaratmaya çalışırlar. Ne kadar rahatsız edici bir durum?
Harekatın başlamasından değil de içinde yer alamamaktan dolayı bir mutsuzluk dalgası ülkeyi kasıp kavuruyor.
Türkiye'de insanların mutluluk katsayısının günden güne düştüğü bir ortamda bir de savaşamamak nedeniyle mutsuzluğumuzu iyice artıran çevrelerin bize bu hüsranı neden yaşattıklarını incelemekte fayda var.
Uluslararası koalisyon güçleri Suriye'de IŞİD'e karşı savaşıyor. Suriye'de adını sonradan "Şam'ın Fethi" olarak değiştiren "Al Nusra" terör örgütü de IŞİD gibi hedef. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 2254 sayılı kararı Suriye'de ateşkes ilanını sağlamıştı ancak IŞİD ve Al-Nusra terör örgütleri ateşkes kapsamının dışında bırakılmışlardı. Dolayısıyla, Suriye'de IŞİD ve Al-Nusra ile savaşan tüm tarafların hukuki ve meşru bir dayanağı var.
Türkiye için bunu kabul etmek hayli zaman aldı, ama nihayet bu yılın 24 Ağustos tarihinden itibaren Türkiye "Fırat Kalkanı" harekatını başlatarak uluslararası koalisyonun Suriye'deki terörle mücadelesine fiili katkısını karadan da yapmaya başladı.
Türkiye harekatın içinde mi değil mi? Suriye'de Dabık'a girecek miyiz girmeyecek miyiz? Rakka harekatı ne zaman? Türkiye Irak ve Suriye'de ne kadar kalacak? Bu bir bölgesel savaş mı? Bu sorular Türkiye'de gündemi haftalardır hatta aylardır meşgul ediyor.
2011 yılından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki otoriter ve totaliter rejimlerin bazılarının sarsılmasına bazılarının da yıkılmasına yol açan halk hareketleri Suriye'ye yansıdığında bu ülkede bir rejim değişikliğinin kolay olmayacağı ve istikrarsızlığın çok uzun süreceği belliydi. Aksi takdirde uluslararası toplumun önde gelen ülkeleri Suriye'ye de Irak'a olduğu gibi güçlü bir askeri müdahaleyi göze alırlardı.
Böyle bir müdahale iki nedenden ötürü gerçekleşmedi. Birincisi, Irak deneyimi tüm dünyaya bu tür dış müdahalelerin mevcut rejimleri yıkabildiğini ancak yerine yenisinin kurulmasını kolaylaştırmak ya da desteklemek konusunda başarısız kaldığını göstermişti. İkinci neden ise, Suriye'deki rejimin yapısının çok daha güçlü ve dirençli olması ve "yıkma" girişiminin çok daha büyük insani maliyetlere yol açacağının hesaplanmış olmasıydı.
Irak savaşından yeni çıkılmıştı. Başarılı olunduğu tartışmalıydı. Üstelik bazı ülkelerde Irak savaşına müdahil olmaları nedeniyle siyasi liderler ve devlet adamları hakkında da hukuki sorgulama süreçleri başlamıştı. Böyle bir ortamda uluslararası toplum Irak konusunda tam anlamıyla aklanmandan Suriye'de ona benzeyen bir sıcak çatışmanın içine girmekte tereddüt etti.
Her şeyden önce, adaletsizlik, haksızlık, ayırımcılık, yabancı düşmanlığı ve her türlü anti-demokratik uygulamalar sonucu dünya üzerinde bugün ortaya çıkan göçmen, mülteci ve yerlerinden edilmiş insan sayısı 225 milyonun üzerinde.
Kendi komşumuz olan Suriye'nin sadece bizim üzerimizde yaratmış olduğu ve Türkiye'yi ileride ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakacak olan mülteci sayısı 3 milyon.
Türkiye'de sadece Suriye'li mülteciler yok. Bunun dışında "vizesiz Türkiye" uygulamasıyla gelip de burada kalan, yasal veya yasal olmayan yollarla bir kazanç yolu bularak yaşamını sürdüren diğer uluslardan gelenlerin sayısının ne olduğu bilinmiyor.
Suriye ve Irak gibi sınırımızın hemen ötesindeki sorunlar bir yana, Avrupa'da Brexit konusunun Almanya ve Birleşik Krallık Başbakanlarını karşı karşıya getirdiği gergin ortamda Türkiye'nin AB perspektifinin ne olacağı sorusu da akılları meşgul ediyor.
Türkiye'nin Güneydoğu Avrupa'da bir doğal gaz ticaret merkezi olması meselesi ise ülkemizin geleceği ile ilgili en önemli gündem maddelerinden biri.
Doğal gaz ticaret merkezi olabilmek bugünden yarına kolaylıkla erişilebilecek bir hedef değil. Bu konuda belli bir vizyona sahip olmak, bu vizyonu bir hedef ve bir proje haline getirmek, o projeyi de adım adım gerçekleştirmek gerekir.
Böyle stratejik bir yaklaşım için de Türkiye'nin ivedilikle başlatması gereken bazı girişimler var. Zira rekabet büyük ve Türkiye'nin henüz içselleştiremediği bu hedefe talip başka ülkeler de var. Örneğin Yunanistan, İtalya, Fransa, İspanya hatta Bulgaristan...
Kongre'nin teması "Yeni Ufukları Kucaklamak". Türkiye'nin ve İstanbul'un enerji alanında Dünya'nın en büyük organizasyonuna ev sahipliği yapması kuşkusuz çok önemli. Böylece ülkemizin Doğu ile Batı ve Güney ile Kuzey arasındaki enerji denkleminde ne kadar kilit konumda yer aldığı da görülüyor.
Türkiye'nin belli başlı enerji kaynakları açısından dışa bağımlı olduğunu bilmeyen yok. Etrafımızdaki coğrafyaya baktığımızda bizim hidrokarbon kaynakları bakımından neden bu kadar verimsiz bir alan üzerine yerleşmiş olduğumuz sorusu akla geliyor, ancak yapacak birşey de yok.
Ekonominin can damarını oluşturan enerji kaynakları petrol ve doğal gaz. Türkiye her ikisini de ithal ediyor. Türkiye kendi coğrafi konumunun öneminin bilincinde davransa ithalatçı ülke olması dahi ona birçok avantajlar kazandırabilir.
Enerji piyasasında nasıl bir konum edinebileceğimiz yıllardır tartışılıyor. Türkiye önemli bir enerji transit ülkesi mi olacak, yoksa enerji ticaret merkezi mi olacak?
Tartışmalar Lozan üzerinde yoğunlaşırken akla "sıra ne zaman Montrö'ye gelecek?" sorusu da gelmiyor değil. Bu soru aslında çok meşru, zira bazı çevrelerde bu tartışmanın da başlatılması için hazırlıklar yapılıyor. Daha fazla uzatmayalım: Montrö Anlaşması da Türkiye'nin ulusal güvenliği ve egemenliği açısından en önemli belgelerden ve güvencelerden biri.
Sovyetler Birliği'nin dağılması ertesinde Karadeniz'de bir güvenlik zaafı oluşmasın ve herhangi bir boşluk yaşanmasın diye Türkiye gerçekten önemli atılımlar yaptı. Örneğin, Karadeniz Ekonomik İşbirliği girişimi artık bir önemli bir bölgesel örgüt olarak faaliyetlerini sürdürüyor.
Türkiye askeri alanda da güvenlik için atılımlarda bulundu. Bunların başında da BLACKSEAFOR olarak bilinen "Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu" girişimi geliyor.
Karadeniz'e sahildar altı ülke olan Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan'ı bir araya getiren bu girişim 2001 yılında ortaya atıldı. Başlangıçta önemli mesafe kaydedildiği de söylenebilir.
Ancak Karadeniz'de güvenliğin bu şekilde "bölgesel sahiplenme" ile sürdürülebilir olması kısa zamanda başgösteren krizler nedeniyle durdu. 2008 yılında yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı sonunda Gürcistan'ın toprak bütünlüğü Abhazya ve Güney Osetya'nın bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle birlikte ciddi anlamda tehlikeye girdi.
FARC ile Kolombiya Hükümeti 2012 yılından beri sürdürülen "barış süreci"ni nihayet aralarında bir anlaşma ile noktaladılar.
Cartagena'da imzalanan anlaşma ile Kolombiya Cumhurbaşkanı ve FARC lideri el sıkışırken hafızalarda 1998 yılında Birleşik Krallık Hükümeti ile IRA arasında imzalanan "Hayırlı Cuma" anlaşması canlandı.
Kolombiya Cumhurbaşkanı anlaşma imzalanırken "fikirlerin savunulması için silahlı mücadele dönemi bitmiştir" derken FARC'ın lideri de "mücadelemizi artık siyasi platformda sürdüreceğiz" şeklinde açıklamalar yaptılar.
İmzaların atıldığı kalem de bir mermiden yapılan uca sahipti. Böylelikle, merminin ucundan çıkan mürekkep ile atılan imzaların artık silahlı mücadelenin sonu olduğunun, kavganın yerini ortaklıkların, eğitimin ve kalkınmanın alacağının da işareti veriliyordu.