Teknoloji dünyasının etkili mecralarından The Verge, ürün eleştirmenlerine sağduyulu bir prensip öneriyormuş: “Ürün incelerken markanın vaatlerini değil, kutunun içinden çıkanı değerlendirin.” Fikri benimsemek kolay fakat Silikon Vadisi civarında yaşamıyorsanız bütün ürünleri elde inceleme seçeneğiniz olmayabilir. Neyse ki internet, her cihazı en küçük vidasına kadar açıp incelemeyi sevenlerle dolu. Yılın en sansasyonel ürünü Vision Pro, geçen haziranda dünyaya tanıtıldığında henüz bir kutusu bile olmadığı için onu sadece Apple’ın vaatleri üzerinden değerlendirmiştik. Şimdiyse o gün geldi; Vision Pro’lar teknolojinin nabzını tutan global YouTuber’ların eline ulaştı. Ürün bizde satışa sunulmadı ama saatlerce izlediğim videolardan denemiş kadar olduğumu söyleyebilirim.
Dolaylı kaynaklardan Vision Pro’nun Türkiye’de hemen satışa sunulmayacağını öğrendik. Çok makul... 3.500 dolarlık oyuncağın kapışılmayacağı aşikâr. Haziranda yazdığım değerlendirmeye bakıyorum;
o sıra dolar 23 liraya yeni fırlamış, ülkece şoktayız. Haber servisinde “Türkiye’ye gelince 100 bin hatta 200 bin olur” diye mavrasını yapmışız. Ne kehanet ama! Bu arada Vision Pro, Türkiye’de ikinci el platformlara düşmüş. Yurtdışından getirilen sıfır kutuların ortalama fiyatı 150-200 bin lira. En uygunuysa Erzincan’daki bir satıcıdan 115 bin liraya, dosta gider. ABD’li sıradan vatandaşın 2-3 asgari maaşıyla alabildiği ürün bizde 10 asgari maaşa, normal fiyatının da 1.500-2.000 dolar fazlasına olunca kaldırımlarda garip hareketler yapanlara rastlamak biraz hayal kalıyor.
Apple her zaman ‘hype’ yani heyecan ve tantana yaratabilen bir marka... Sosyal medyada rastlamışsınızdır; Vision Pro’sunu takmış sokakta yürürken elleriyle havada bir şeyler kontrol eden tipler gerçekten eğlenceli görünüyor. Bilimkurgu tadında bir karizmaları da var. 12 milyon takipçili YouTuber Casey Neistat, Vision Pro’sunu hiç çıkarmadan New York metrosuna biniyor, kafeden donut alıp yiyor, hayranlarıyla fotoğraf çektiriyor. Vision Pro’nun yarattığı ilgiye rağmen fiyatını hak etmediği ve yolun başında olduğu konusunda diğer eleştirmenlerle hemfikir. Yine de kendisini en çok etkileyen şeyin, ‘Azınlık Raporu’ (Minority Report, 2002) gibi bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz, o herkesin beklediği deneyimin sonunda gerçekleşmesi olduğunu anlatıyor.
Haziranda Vision Pro’yu ‘Apple’ın gerçeküstü vizyonu’ başlığıyla tanıtmıştım... Gerçek dünyanın üzerine dijital unsurlar ekleyen arttırılmış gerçeklik (AR) teknolojisi, son yıllarda Apple CEO’su Tim Cook’un odağında. Yeni cihaz da bu idealinin bir parçası. Ancak Vision Pro’nun asıl işlevi bilgisayar ve akıllı cihaz deneyimini çevresel sonsuzluğa yansıtmak. Apple ürünleri kullananların bildiği üzere Apple ekosistemi, tüm cihazların akıcı ve kolay biçimde etkileşmesini sağlar. Vision Pro ekosisteme muazzam özellikler katıyor. Macbook ekranını 50 inch’e büyütebiliyor, diğer ekranları da istediğiniz yere yansıtabiliyor ve havada dokunabiliyorsunuz. Üçboyutlu filmlerin sinema genişliğinde, eşsiz bir derinlikte izlendiği anlatılıyor. Ancak uygulamaları sınırlı olan Vision OS’ta Netflix, YouTube gibi servisler şimdilik yok. Macbook ekranından yansıtıp izlemek mümkün. Rakiplerine kıyasla yüzde 25 daha ağır olan kasasıyla eleştirilen başlık, gücünü kablolu harici pilden alıyor. 18 milyon takipçili Marques Brownlee’nin de aralarında olduğu teknoloji guruları, ilk jenerasyon olması ve yüksek fiyatı nedeniyle ürünü şimdilik satın almaya teşvik etmiyorlar. Bununla beraber Vision Pro’nun ilk Apple bilgisayarları gibi vizyoner bir cihaz olduğuna hepsi katılıyor. Ben de Vision Pro’nun gelecekte bilgisayar kullanma alışkanlığımızı şekillendirecek, öncü bir teknoloji olduğunu hissediyorum.
Sanal gerçeklik başlığı
Vision Pro dış dünyayla etkileşime giriyor ancak teknoloji bakımından aslında bir arttırılmış gerçeklik değil, virtual reality (VR) yani sanal gerçeklik başlığı. Bugün sahip olduğumuz teknoloji, şeffaf bir ekranın ardındaki gerçek dünyaya dijital öğeler yerleştirecek derecede gelişmiş değil. Vision Pro dış dünyayı kameralarla görüntülüyor, gelişmiş göz tarayıcılarıyla kullanıcısının baktığı noktayı kusursuz algılıyor ve ellerini takip eden kameralarla arayüzü kontrol etme imkânı sağlıyor. Kullanıcısını insanlardan soyutlamamak için dışarıya gözlerini yansıtan vizör, reklamlarda sunulduğu kadar gerçekçi değil. Gözler gerçek cihazda daha bulanık görünüyor ve yapay duruyor. Ancak Vision Pro’nun içeriden kullanıcısına sunduğu görüntü kalitesi çok yüksek. Dış dünyanın kameralardan iç ekrana yansıtılması 12 milisaniye, neredeyse gerçek zamanlı gerçekleşiyor. İnsan gözüyse aynı işlemi 13 milisaniyede yapıyor.
İnsan aklının yapay zekânın gölgesinde kalması ihtimali kimileri için büyüleyici, kimileri içinse korkutucu bir fikir olabilir. Fazlasıyla zihinde kalan ve rasyonel düşünceye saplantılı biri için örneğin, endişe verici olmalı. Teknolojiden büyük beklentileri olan ve dünyayı gelişmiş siber beyinlerin yönetmesinin en iyisi olacağını düşünenler içinse heyecanlı bir hayal belki.
Bir de Elon Musk gibileri var; teknoloji milyarderleri... Onlarsa bambaşka bir grupta; insan ve teknolojinin birleşmesi en büyük idealleri. İnsanların AI (artificial intelligence- yapay zekâ) ile birleşerek “yapay zekâyla ortak bir yaşam formu” haline gelmesini arzuladığını söyleyen Musk, sonunda yaşamının belki de en büyük amacına doğru büyük bir adım attı. Nörobilimci ekibiyle 2016’da kurduğu Neuralink şirketi, tartışmalı hayvan deneylerinin ardından geçen pazar günü ilk kez bir insana beyin implantı taktı. Neuralink’in blog’undan ve Musk’ın X hesabından duyurulan gelişme, teknoloji ve tıp dünyasında merak yarattı. Birkaç ay önce ABD Gıda ve İlaç Dairesi FDA tarafından insan deneylerine izin verilmesinin ardından 280 milyon dolarlık yatırım alan şirket, çalışmalarını hızlandırmıştı. Söz konusu insan ve diğer canlıların beyni olunca, çalışmaların hızlanması sanıldığı kadar iyi bir şey olmasa da neticede Neuralink önemli bir kilometre taşına ulaştı. Deney yeni gerçekleştiği için sonuçlarına dair fazla veri yok. Sağlığının iyiye gittiği belirtilen hastanın kimliğiyse açıklanmadı. Elon Musk ilk sonuçların ‘nöron faaliyetlerini tespit etme’ konusunda ümit verici olduğunu belirtmekle yetindi. Neuralink blog’undaysa insan deneyinde kullanılan cerrahi robotun ve implant cihazının güvenilirliğine bakıldığı, aynı zamanda nöral faaliyetleri okuma ve deşifre etme kabiliyetinin denendiği belirtildi. Kablosuz şarj edilen mikropille çalışan beyin implantı, kameraları, sensörleri ve insan saçından ince iğnesi olan özel bir cerrahi robot vasıtasıyla nakledilmiş.
Söz konusu insan ve diğer canlıların beyni olunca çalışmaların hızlanması sanıldığı kadar iyi bir şey olmasa da neticede Neuralink’in yaptığı bu alanda bir kilometre taşı.
Neuralink’in teknolojiyi pazarlama stratejisi, nörolojik hastalıklara ve hasarlara karşı tedavi geliştirmek üzerine kurulu. Öte yandan Musk, şirketin vizyonunu insan biyolojisini geliştirerek makineler ve yapay zekâyla birleştirmek şeklinde anlatıyor. İnsan ve bilgisayar arasında düşünce gücüyle yönetilen bir arayüz yaratma planı var. Musk deneyin ertesi günü yaptığı açıklamada ilk Neuralink ürününün ‘Telepathy’ ismini taşıyacağını duyurdu. Beyin implantı sayesinde düşünceyle bir telefonu veya bilgisayarı, onlar aracılığıyla da her tür cihazı kullanma imkânı vaat eden Musk, ilk kullanıcıların uzuvlarını kaybeden insanlar olacağını kaydetti.
Neuralink’in söz konusu ürünü piyasaya sunabilmesi, yani isteyen her insanın beynine takılabilmesi için alması gereken izinler, insan deneyleri, son aşamadaki çok ayrıntılı kontroller, bilim kurulu incelemeleri ve dahası derken şirketin önünde upuzun bir süreç var. Üstelik sürecin herhangi bir aşamasında FDA tüm izinleri askıya alabilir, iptal edebilir ya da ürünü çok kısıtlı bir hasta grubunun kullanımına sunabilir. Yine de böyle zorlukların Musk’ı vazgeçirebileceğini düşünmüyorum. FDA onaylı beyin implantını piyasaya sürmek kolay değil fakat Neuralink’in insan deneyleri hakkı olması, şirketin derin vizyonuna yönelik ‘başka’ deneylerin yapılabileceği ihtimalini de düşündürüyor.
Mary Shelley’nin ünlü romanındaki Frankenstein’ı yaratan doktor da özünde kötü biri değildi, çılgındı sadece.
İnsanların birbirleriyle empati kurması gerçek ve dengeli ilişkiler geliştirmenin en önemli adımlarından biri, hatta her şeyin başlangıcı sayılabilir. Empati, başkalarının duygularını paylaşma ve anlayabilme farkındalığı şeklinde tanımlanıyor. Günümüzde kişisel koçların, liderlerin, ilişki terapistlerinin sürekli dilinde olan, insan ilişkileriyle ilgili her ortamda yüceltilen ve değer verilen bir kavram oldu. Ancak artık biliminsanları tek başına empatinin sağlıklı olmadığı üzerine tartışmalara başladı. Yale Üniversitesi’nden Profesör Paul Bloom empati üzerine bir kitap yazarak “Nörobilim ve psikolojide yapılan güncel araştırmalar empatinin insanları ayrımcılığa, önyargılı olmaya ittiği, dahası zalimleştirebildiği” iddiasında bulundu. Evet, ben de ilk okuduğumda şaşırdım. Neyse ki Profesör Bloom yalnızca problemi işaret etmiyor, bir çözüm de öneriyor: Empatinin yerine şefkati koymak.
Üzerine düşünüldüğünde mantıklı gelmeye başlayan bir fikir... Empati başkalarının duygularını anlamakla sınırlı kaldığında güzel ancak işler onların duygularını paylaşmaya, hissetmeye döndüğünde karanlık sulara doğru ilerleyebiliyor. Hemen bir örnek: Ofiste bir tartışma yaşayan iş arkadaşınızla empati kuruyorsunuz. Onun öfkesini ve kırgınlığını anlamak için kendinizde o hisleri duyumsamaya başladınız. Şimdi bu duyguları yöneltecek birine ihtiyacınız var ve hedefiniz belli, arkadaşınızın tartıştığı kişi. İşte zorbalık tam buradan başlayabiliyor.
Profesör Bloom empatinin iyi yanlarını elbette es geçmiyor ve asla kötülemiyor. Örneğin “Bir filmdeki başrolle empati kurduğunuzda filmin gerçekliğine çok daha rahat girebilirsiniz” diyor. Katılıyorum, zorluklara göğüs geren başarılı bir insanla empati kurmaya çalışmak mesela onun kabiliyetlerinden feyz almaya ve daha bilinçli bir şekilde yol almaya vesile olabilir. Bu kadarıyla kaldığında güzel fakat düşük titreşimli duygularla kurulduğunda sıkıntı yaratabildiği gibi empatinin ayrımcılığı besleyebilen bir yanı da var. Yani dualitenin iyi bir örneği.
Şefkat, işbirliği gerektiren sosyal ortamlar ve takımlarda empatiden daha çok işe yarıyor.
SİZİ DE KORUYOR
Bloom’un kitabını öne çıkaran Forbes yazarı Christine Comaford ise bilişsel önyargılar bağlamında empatiyi değerlendiriyor ve ‘Benim gibi önyargısı’yla doğrudan ilişkili olduğunu savunuyor. Profesör Bloom, bir videosunda aynı dili konuşan, aynı ten rengindeki, yakın benzerlik taşıyan insanların diğerlerine nazaran daha kolay empati yaratabildiği gerçeğine işaret etmiş ve bunun gruplaşmalara ve bir noktadan sonra ayrılık bilincine fayda ettiğini göstermiş. Dolayısıyla empatiyle kurulan ilişkinin hemen ötesine geçmekte fayda var. Hatta en başında, belki empati bile kurmadan gösterilen şefkatin daha yararlı olacağını söylüyor Profesör Bloom. Şefkat duygusunun tanımlarından biri ‘başkalarının çektiği sıkıntıları fark edince ortaya çıkan yardım etme arzusu’ şeklinde. Burada kendini başkasının duygularının içinde hissetmek yerine mantıklı biçimde yardım arama imkânı ortaya çıkıyor. Şefkatin getirdiği bu sağlıklı mesafe hem kişiyi kendine ait olmayan duygulardan koruyabiliyor hem de eyleme geçmesini ve çözüm bulmasını kolaylaştırıyor.
Las Vegas’ta düzenlenen dünyanın en büyük tüketici elektroniği fuarı CES 2024’te televizyonlar, akıllı telefonlar ve yeni nesil bilgisayarlar adeta gövde gösterisi yaptı. Fuardaki sayısız ürün arasından en şaşırtıcı olanları ve yaşantımızı değiştirme potansiyeli taşıyanları seçtik.
HORLAMAYI ÖNLEYEN YASTIK: MOTİON PİLLOW
“Yastığım da yapay zekâyla çalışmasın” diyebilirsiniz ancak horlama problemine çözüm getirdiğini duyunca işler değişebilir. Hafızalı köpükle çalışan Motion Pillow, horladığınızı duyduğunda bir tarafını şişirerek başınızın yana dönmesini sağlıyor. Hava girişinin artması horlamayı azaltmaya yardımcı oluyor. Fiyatı 420 dolar
AKILLI TASMA: INVOXİA MİNİTAİLZ
Patili dostlarımızın şehirde veya doğada kaybolması derdi yavaş yavaş yok oluyor. Her tür tasmaya monte edilebilen Minitailz, evcil hayvanınızın nerede olduğunu göstermenin yanı sıra FitBit gibi çalışarak, nefesinin ve kalp atışlarının durumuna bakarak sağlığı hakkında genel bilgi de sağlıyor.
GÜNEŞ ENERJİLİ ARABA: SOLAR CİTY
Bilişim dünyası bölünmeyi seviyor... Yeni teknolojilerin ayrıştığı noktalar insanların karakterleriyle, hatta kişilik yapılarıyla örtüşünce pozitif bölünmelerden söz etmek mümkün oluyor. Yıllar önce Apple ve Microsoft, bir bilgisayara ihtiyaç duyan insanları ayrıştıran en belirgin melaikeleri sahiplenmişti: Bir yanda yaratıcı insanlar, sanatçılar. Diğer yanda teknik işlerde çalışanlar, analitik zihinler. Apple ünlü reklam kampanyasıyla bilgisayarlarını kullanan yaratıcı, renkli ve çekici insanları, Microsoft’u kullanan ‘çalışan sınıfından’ ayırmıştı.
Bugün internet, bir kez daha büyük bir ayrışmaya doğru yol alıyor... 2023’ün bitmesine iki hafta kala, ChatGPT’nin en büyük rakibi olarak beklenen Google Gemini, nur topu gibi bir yapay zekâ şeklinde dünyaya geldi. Google’ın geliştirdiği Gemini, makine öğrenimiyle çalışan büyük dil modelinin (LLM: Large Language Model) ismi. Bir de Google Bard var. Kafanız karışmasın, o da Gemini altyapısını kullanan sohbet botunun adı. Dolayısıyla ChatGPT’yi Bard ve Gemini ile aynı anda karşılaştırıyoruz. Gemini, şimdiden önemli bir üstünlüğe sahip. ChatGPT’nin ücretsiz versiyonundaki veritabanı ‘gerçek zamanlı’ değil ve Ocak 2022’den sonrasını bilemiyor ancak Bard, güncel Gemini Pro altyapısını ücretsiz olarak herkesin kullanımına açıyor. Gelgelelim ChatGPT, ifade yönünden insana yakınlığıyla ve dil estetiği bakımından üstünlüğünü koruyor.
Bu hafta her iki yapay zekâyı, gazeteci-yazar bakış açısıyla karşılaştırmaya karar verdik. Her ikisine birbirleri hakkında ne düşündüklerini sorarak işe başladım. Ortalığı hafifçe kızıştırmak için “Rakibinden üstün olduğunu düşünüyor musun” şeklinde yönelttiğim ilk soruda Bard 1-0 öne geçti çünkü ChatGPT “Kıyaslama imkânım yok, her modelin kendince üstünlükleri vardır” diyerek açıklama yapmaktan kaçındı. Bard ise “Daha iyi olduğumu söyleyemem, her ikimizin de güçlü ve zayıf yanları var” yanıtıyla birlikte hem kendisinin hem ChatGPT’nin üstün ve zayıf yanlarını sıraladı. Bundan ilhamla ChatGPT’den kendisini Bard ile kıyaslamasını istedim. İşte asıl golü burada kendisine attı! ChatGPT Ocak 2022’den sonrasına dair elinde veri olmadığı için Google Bard’ın özelliklerini bilmediğini itiraf etti.
Onları bir de iş üstünde denedim. Kişisel gelişim konulu İngilizce bir makaleyi özetlemelerini istedim. İlk intibam sundukları metinlerin biçimiyle ilgiliydi. Bard yanıtını düzgün paragraflara ayırmış, önemli satırbaşlarını dört maddelik liste haline getirmişti. ChatGPT ise yanıtını kalınca tek bir paragraf halinde sunmuştu. İçerik olarak Bard’ın özeti biraz daha teknik ve kapsamlıydı. Rahat okunuyordu ama uzundu. ChatGPT’nin cümleleri daha akıcı, sanki bir insan okuyup anladığını anlatıyor gibiydi. Bununla birlikte ChatGPT, hikâyenin ana fikrini somutlaştıran önemli bir ifadeye yer vermeyi atlamıştı.
Bakış açımı şöyle özetleyebilirim: Metni doğrudan kullanacaksam ChatGPT’nin kısa ve akıcı yorumunu tercih ederdim. Ancak akademik bir çalışma yapsam, Bard’ın özetini daha işlevsel kabul ederdim. Gerçekte yapacağımsa, her ikisinin ortasını bularak kendi tarzımda cümleler kullanmak olurdu. Sonuç itibariyle ChatGPT, yaratıcı ve şık metinler üretmede faydalı bir yardımcı yazar olarak tatmin ederken Bard ise derli toplu çalışan, akademik bir asistan izlenimi uyandırıyor. Öyle görünüyor ki Microsoft destekli ChatGPT ve Google kumandasındaki Gemini-Bard, sanatçı ruhlu insanlar ve teknik zihinler arasındaki ayrımın ilk yapay zekâ neferleri olacaklar...
GOOGLE’IN ‘FAKE’ VİDEOSU ŞAŞIRTTI
Gemini sisteminin görücüye çıktığı aralık ortasında Google feci bir PR hatası yaptı ve alelacele hazırlanmış bir videoyla feyk atarak Gemini’ı olduğundan yetenekli gösterdi. Aslında multimodal özelliğini tanıtmaya çalışırken hayaller ve gerçekler birbirini tutmamış, doğru bir tanıtımdan ziyade abartılı bir reklam videosu ortaya çıkmıştı. Neyse ki Gemini-Bard yapay zekâları yeterince etkileyici olduğundan Google hadiseyi fazla hasar almadan atlattı.
Ünlü olmak adına bildiğiniz tüm insani özellikleri unutun... Çünkü artık tanınmak için insan olmanız gerekmiyor! Karşımızda, son iki haftada meşhur olan, internetin iki yeni dişi karakteri var: Barselonalı influencer Aitana Lopez ve ABD’li genç şarkıcı Anna Indiana. Kısa sürede internetin hayli ilgisini çeken bu iki karakteri anarken kadın ya da genç kız unvanlarını kullanacağım ama onların gerçek insan olmadığını baştan söylemeliyim. Pembe saçlı Latin güzeli Aitana, The Clueless adlı İspanyol dijital ajans tarafından yapay zekâ marifetiyle yaratılan bir influencer. Fotoğrafta görünen mükemmel yüz hatlarına sahip kadının gerçekte var olmadığına inanmak güç. Hikâyesini aşağıda okuyacaksınız... İnternetin ilk yapay zekâ şarkıcısı olarak çıkan Anna Indiana ise deneysel bir proje. Onun karikatüresk yüz hatları dijital kimliğini daha kolay ele veriyor. Şarkılarını kendisi yazıp söyleyen Anna Indiana, ikinci teklisini yayımladı bile. İkisi de kariyerlerine hızlı başladılar ancak başarı yönünden değerlendirildiklerinde, biri yaratıcılarının yüzünü güldürüp ceplerini doldururken diğeri fena halde alay konusu. Acaba hangisi hangisi, tahmin edebildiniz mi? Gelin hikâyelerine başlayalım...
MALİYETİ DAHA DÜŞÜK
İsminin ilk iki harfiyle dijital kimliğini sezdiren Aitana (@fit_aitana) ‘ihtiyaç sebebiyle’ ortaya çıkmış. The Clueless ajansının direktörleri, çalıştıkları influencer’ların kaprislerine ve egolarına dayanamayıp üstüne de onca para vermekten bunalınca, çareyi yapay zekâyla bir kadın karakter geliştirmekte bulmuşlar.
Aitana Lopez
Aslında iki insanın gözlerinin karşılaşması, düşünüldüğünde olağan gelir. Ancak olay anında, pek alışık hissettirmeyen tuhaf bir yanı vardır. Bir insanın gözünün içine bakması kadar gözlerini kaçırması da bir o kadar gizemlidir. Üstelik birinin gözünün içine baktığımızda karşılaşacağımız şey, daha büyük bir gizemi beraberinde getirebilir. Görüntülü konuşma teknolojisinin yaygınlaşmasıyla içine yeni bir katman daha eklenen göz teması fenomeni hakkında ilginçtir ki bugüne kadar çok az araştırma yapılmış. Öyle olduğunu, Science Alert blog’unun konu hakkında yeni bir çalışma yürüten akademisyenlerle yaptığı söyleşiden öğreniyorum. Kanadalı McGill Üniversitesi’nden akademisyenlerin gerçekleştirdiği araştırma, göz temasının insan iletişimi ve davranışlarına etkisine odaklanıyor. Deneysel psikolog Florence Mayran bu araştırmanın gerçek yaşamda göz temasının konumunu inceleyen ilk çalışmalardan biri olduğunu ifade ediyor. Göz temasının iletişimde ne kadar önemli olduğunu hepimiz biliriz, hissederiz. Araştırmaysa bu noktada ilginç bir ayrıntıyı ortaya çıkarmış: “Şaşırtıcı bir şekilde keşfettik ki göz teması çok nadiren gerçekleşmesine rağmen sosyal dinamikler içindeki en belirgin unsur oluyor. Birkaç saniyeliğine bile olsa göz göze geldiğimiz anlar, sosyal davranışların nasıl gelişeceğini belirleyen önemli bir faktör olarak ortaya çıkıyor.”
AĞZA BAKMAK NORMAL
McGill Üniversitesi’nde yürütülen araştırma, yaşları 18-24 arası 25 kadın ve 5 erkek denekle gerçekleştirilmiş. Sensörler ve kameralarla deneklerin bire bir iletişim sırasındaki göz hareketleri takip edilmiş. Elde edilen ilginç bulgulara göre insanların iletişim kurarken birbirlerinin suratlarında en çok baktığı nokta ağız bölgesi. Hemen ardından göz çevresi geliyor. İletişim sırasında karşıdakinin suratına toplam bakma süresiyse yalnızca yüzde 12 seviyelerinde. Yeni tanışanlar, konuşurken başka yerlere çok daha fazla bakıyor. Araştırmaların henüz başlangıç aşamasında olduğunu ve burada yalnızca yeni tanışanların incelendiğini belirtmekte fayda var. Önceden tanışmış olanlar, arkadaşlar, aile bireyleri, romantik partnerler gibi farklı etkileşimlerde sonuçların çok daha değişken ve karmaşık yapıda olacağı -doğal olarak- öngörülüyor. “Daha da şaşırtıcı olanı, katılımcılar iletişimde oldukları sürenin yalnızca yüzde 3,5’inde birbirleriyle göz teması kurdular” diye belirtiyor psikolog Mayran. Neyse ki “Konuşurken bana bakmıyor, gözlerini kaçırıyor” gibi durumları fazlaca dert etmeye, alınmaya gerek yokmuş. Belli ki insanın doğal etkileşimi bu. Doğrudan göz temasının iletişimde özel ve dolayısıyla tasarruf edilen ya da belirgin anlarda kullanmayı gerektiren bir konumu var.
Karşımızdakiyle kurduğumuz göz teması beyindeki ödül mekanizmalarını da harekete geçirebiliyor.
EMPATİYİ KOLAYLAŞTIRIYOR
Öncelikle beş günlük hadiseyi özetleyelim... 16 Kasım Cuma günü Sam Altman görevinden uzaklaştırıldığını öğrendi. Şirkete 13 milyar dolar yatıran Microsoft gelişmeyi neredeyse tüm dünyayla aynı anda 17 Kasım’da haber aldı. Altman’ın görevden uzaklaştırılma sebebi ‘yönetim kuruluyla iletişiminde tutarlı bir samimiyet göstermemesi’ şeklinde ifade ediliyordu. Aynı günün akşamı OpenAI Yönetim Kurulu Başkanı Greg Brockman dayanışma amacıyla görevinden ayrıldı. 19 Kasım’da Microsoft sürpriz bir açıklamayla Altman ve Brockman’ın başına geçeceği yeni bir AI araştırma birimi kurulacağını duyurdu. 20 Kasım’da 800’e yakın personeli olan OpenAI şirketinden tam 702 çalışan geçici CEO Mira Murati ile birlikte açık bir mektup yayımlayarak Sam Altman görevine geri getirilmediği takdirde işi bırakıp Microsoft’a geçeceklerini duyurdular. Aynı gün Altman’ın kovulmasına önayak olan yönetim kurulu üyesi Ilya Sutskever durumdan derin pişmanlık duyduğunu açıkladı. Nihayet 21 Kasım gecesi, Sam Altman ile yeniden prensip anlaşmasına varıldığı ve CEO’luk görevine geri döneceği OpenAI’ın X hesabından duyuruldu. Olaya sebep olan 3 yönetim kurulu üyesi gönderildi ve yerlerine sermaye dünyasının yakından tanıdığı isimler getirildi.
İdealist amaçlarla şirketi kuranlar son çare olarak ‘kendini imha et düğmesi’ne basmak istemiş olabilir.
KİM BU ÜYELER?
Peki, Altman’ın gitmesini isteyen yönetim kurulu üyeleri kimlerdi ve amaçları neydi? OpenAI başmühendisi Ilya Sutskever şirketin ürettiği teknolojinin giderek riskli hale gelmesinden dolayı endişe duyuyor ve bir süredir Altman’ın potansiyel tehlikelere karşı yeterince duyarlı davranmamasından yakınıyordu. Girişimci Tasha McCaulay ‘Rationalist and Effective Altruist’ (REA) adıyla bilinen, yapay zekânın insanlığı yok edebileceği konusunda derin endişeler taşıyan ve toplumu bilinçlendirmeyi amaçlayan bir topluluğa dahildi. Helen Toner Georgetown Üniversitesi’ndeki Gelişen Teknolojiler ve Güvenlik biriminin direktörü olmakla birlikte REA topluluğuyla yakın bağlantılar içindeydi.
Anlaşılacağı üzere şirket içindeki mesele, yapay zekânın kaderine dair bir yol ayrımıyla ilgili. OpenAI, bu yılın başında ChatGPT ile yapay zekâyı insanlığa sunduktan sonra giderek daha da gelişmiş özelliklerini ücretli kullanıma açtılar. Talep o kadar fazla oldu ki üyelik başvurularını durdurmak zorunda kaldılar. Teknoloji artık sadece onların elinde değildi, insanlığa karşı sorumlu davranmak zorundaydılar. İdealist amaçlarla şirketi kuranlar, olası risklere karşı son çare olarak ‘kendini imha et düğmesi’ne basmak istemiş olabilir. Kimi kaynaklarda, OpenAI laboratuvarlarında teknolojinin çok ilerlediği ve belki de önüne geçilemez bir hal almış olabileceği tartışılıyor. Şimdilik komplo teorisi diyelim ancak olmayacak iş değil.
Gelinen noktada, yapay zekânın gidişatından kaygılı biliminsanları kaybedenler safında. Belki koltuklarını kaybettiler ama bence büyük bir farkındalık yarattılar. Kazananlarsa yapay zekânın iş dünyasına iyi geleceğinden emin olanlar. Örneğin The New York Times yazarı Kevin Roose, sonucu “Yapay zekâ artık kapitalizmin malı oldu” cümlesiyle ifade ediyor.