Cumhurbaşkanı adayları, çiftçiye 2 lira ile 3.5 lira arasında mazot vermeyi vaat ediyor (Bu vaat dolar 5 liraya dayanmadan önceydi. Vaatte revizyon şart). Birkaç haftadır ekonominin bazı temel sektörlerindeki son durumları ele aldık. Bu hafta ise hayati önemdeki tarıma bakalım.
Türkiye 15 yıldır inşaat sektörüyle büyüyor. İşi bilenler bunun yapısal sorunlar getireceğini yıllardır yazıyor. Denilen oluyor sanki. Piyasanın gerçeklerine uymayan kredilerle, inşaat sektörü canlandırılmaya çalışıyor. İyi de, ihtiyaçlar hiyerarşisinde barınmadan da önce gelen gıda üretiminde durum nereye gidiyor.
Sadece tarımsal alanlar, hayvansal üretim ve su ürünleri üzerinden bakalım konuya.
***
Türkiye, son 16 yılda (2001-2017) tarım alanlarının yüzde 8’nin kaybetmiş durumda. 2001’de çayır ve mera arazisi de dahil, toplam tarımsal alan 40 milyon 967 bin hektar iken, 2017 sonunda bu rakam 37 milyon 992 bin hektara gerilemiş durumda. Bu rakamın içindeki çayır ve mera rakamı, bana gerçekçi gelmese de hep 14 milyon 611 hektarda kalmış. Hele değişen belediye yasasıyla bu meraların da geleceği soru işareti. Yani ekilen araziler küçülmüş, hayvansal tarım için kullanılan araziler yerinde durmuş.
Peki hayvancılıkta ne olmuş, 2004’te 41 milyon toplam canlı hayvan stokumuz, 2016’da 60 milyona çıkmış. 19 milyonluk artış var ama yetmiyor. Canlı ve karkas et ithalatına gidiyoruz. Hatta onca mera ve çayıra rağmen saman ithalat ediyoruz.
Çevremiz denizlerle çevrili ama su ürünlerinde de durum parlak değil. 2004’te denizden 504 bin ton, yetiştirmeden 94 bin ton ve tatlısudan 45 bin ton ürün alırken, rakamlar sırayla 301 bin ton, 253 bin ton ve 33 bin ton olmuş durumda. Total deniz ürünü rakamı düşmüş, yetiştirme balık denizi yakalamış neredeyse.
Ancak bunun bir iyi tarafı var. O da ihracatın ve turizm gelirlerinin görece olarak artması. Bir de yerlinin hatırlanması. Bunu, en çok bu iki sektörde görüyoruz. Biri turizm, diğeri otomotiv. Artık yurt dışı tatilleri yerine, yurt içini tercih eder olduk. Malum, Euro ile tura gitmek artık hayal oldu. Geçen yıl 1000 Euro’luk bir tur 3 bin 870 lira iken şimdi 5 bin lira düzeyinde. Gel de yurt dışına çık. Neyse ki, bizim ucuz bir ülke olmamız nedeniyle, gelecek turist sayısının bu yıl 40 milyonu geçmesi bekleniyor. Ama onların da dolar bazında harcaması düşüyor. Geçen yıl 681 dolar olan kişi başı harcama bakalım bu yıl kaç dolar olacak? 30 milyar doları bulabilecek miyiz göreceğiz?
OTOMOTİV...
Bir de bu işin otomotiv tarafı var elbette. Otomotivde de durum farklı değil. Geçen hafta ihracat rakamları açıklandı. Otomotiv sektörünün kırdığı rekorlar yazıldı. 12 aylık dönemde 30 milyar doları aştığımız ve Bursa’nın sektörün ihracat şampiyonu olduğu açıklandı. Evet rakamlar böyle söylüyor. Biraz da gerekçelerine bakalım ve bizim sektördeki tüketim durumumuza. Sizi rakamlara boğacağım önceden uyarayım.
Öncelikle otomotiv sektörü, tüm ihracatımızın 5’te birinden fazlasını karşılıyor. İlk dört aylık ihracatımız 53 milyar 692 milyon Dolar iken, otomotiv tek başına bunun 11 milyar 129 milyonunu karşılıyor.
Geçen yıl Ocak-Nisan döneminde otomobil ve hafif ticari araç satışı 232 bin 78 adet olmuş (Bu ve bundan sonra vereceğim rakamlar Otomotiv Distribütörleri Derneği (ODD) ile Otomotiv Sanayii Derneği’nin (OSD) internet sitesindeki raporlardan alınmıştır). Bu yılın aynı döneminde bu rakam 229 bin 556’da kalmış. Yani 2 bin 522 adetlik bir düşüş yaşanmış. 2016’da ise bu rakam tam 253 bin 373’müş. Kan kaybını siz düşünün.
YERLİ OTO...
Tablolarda göze çarpan en önemli şey ise ithal ve yerli üretim araçlarda. İthalde ciddi düşmeler var. Özellikle orta ve orta üstü ile lüks otomobil ithalatında ciddi gerilemeler var. İthal otomobil ve hafif ticari araçtaki gerileme, 5 bin 413 adete çıkmış. İthalat 149 bin 513’ten, 144 bin 100’e inmiş. Sadece otomobilde Ocak-Mart için ithal oranı geçen yılın aynı döneminde yüzde 69’iken bu yıl yüzde 66 olmuş.
Dünyada ve ülkemizde hep sıkıntılı kutlanmış bir bayramdır 1 Mayıs. Dünyada tıpkı 8 Mart Dünya Kadınlar günü gibi kanla bedeli ödenmiş bir bayramdır 1 Mayıs. Ülkemizde de elbette kanla bedel ödetilen ancak artık kutlama havasına yaklaşan bir gün olabilmiştir. Ancak içi de giderek boşalmıştır. Artık 1 Mayıs, havanın da giderek güzel olmasıyla ailece hoş vakit geçirilen bir güne dönmüştür. Ancak, nasıl milli bayramları halen özel bir önem atfederek kutluyorsak, 1 Mayıs’a da bu önemi vermek gerekir sanırım. Hele hele içinden geçtiğimiz süreçte 1 Mayıs’ın daha da bir önem kazanacağı açıkça belli olurken.
Neyi mi kastediyorum? Seçim yaklaşıyor. Sayın Cumhurbaşkanı büyük bir ekonomik krizin geldiğinin farkında ve bir konuşmasında şunları söyleyebiliyor:
“Bu ülkenin olağanüstü hal ile yönetilen dönemler, bizim OHAL gibi değildi. Fabrikalar greve gider, çalışamaz hale gelirdi. Sanayicilere sesleniyorum, bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde biz anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında bir çözüm kaynağı oluyor.”
Yani; Cumhurbaşkanı, işçilerin en büyük direnme gücü olan grevlere izin verilmediğini ve verilmeyeceğini söylüyor. Peki yasal olarak işçilerin bu hakkı varken bunun engellenmesi yaklaşan ekonomik krizde daha da büyük gerginliklere neden olmayacak mı?
Türkiye’nin sürekli büyüdüğü resmi rakamlarla anlatılıyor. İyi de bu büyümede itici güç olan çalışanlar yıllardır aynı oranda büyüyemiyor. Sıkıntılar birlikte aşılır. Sorunları çözecek, fedakarlık yapacak hep işçiler midir?
Bu anlayış bizim genlerimizde var. “Ben sana ekmek veriyorum” diyen anlayışa onay veren çalışanların olduğu toplumdan daha ileri bir görüş nasıl beklersin? Doğrusu şöyle olmalıydı: “Sen sermaye ve organizasyonu, ben de üretimi üstleniyorum Yani, birlikte bir ürün ortaya koyuyoruz. Sen bana iş imkanı tanıdığın kadar ben de senin sermayenin artmasını sağlıyorum.”
Ekonomi muhabiri olarak başladığım meslek hayatımda işçi haberleri hep daha az görülen olurdu. Yine de sendikalarla ilgilenen muhabirler vardı. Artık yok noktasında. Bu ülkede 14 milyona yakın resmi çalışan var. Bunların sadece yüzde 12’si sendikalı. İki milyon 500 bin memuru, 2 milyon 200 bin kadar çiftçiyi, 1 milyon 600 bin kadar esnafı ve onların çalışmayan eşleriyle okuyan çocuklarını da da emekçiler kadrosuna dahil ederseniz; bu ülkenin dar gelirliler ülkesi olduğunu ve beklenen krizin en çok kimleri vuracağını daha iyi anlarsınız. O nedenle, bu 1 Mayıs daha da bir önemlidir.
Önceki hafta Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in rehberliğinde ilçenin önemli mahallelerindeki yatırımlarını gezme imkanı bulduk. Bozbey de gezi sırasında bu yüksek eğitimli rakamlarına vurgu yaparak, hitap ettiği kesimin farkında olduğunu kaydetmiş oldu.
Gezi sırasında önemli bir nokta dikkatimi çekti. Evet, ağırlıklı planlı bir kent Nilüfer, mahallelere parklar yapılmış ama büyük bir kent parkından yoksun.
Atatürk Kent Ormanı da elinden alınınca Belediye’nin elinde Balat’taki ormandan başka büyük yeşil alan kalmadı gibi.
Bahsettiğimiz Botanik Park, Hüdavendigar Parkı ve Kültürpark ölçeğinde bir yer ve ilçenin ortalarında planlansaydı ne güzel olurdu. Biliyorum bunu sadece ilçe belediyesinin yapması mümkün değil. Büyükşehire de iş düşüyor. Nilüferlilerin önemli bir beklentisidir böylesi bir nefes alma alanı. Bu arada Nilüfer’de 261 adet park mevcut ve bu parkları toplam alanı 827 dönüm. Bunun da 486 dönümü yeşil alan. İnanın yetmez.
TİYATRO SALONU
Başta dedik ya dörtte biri üniversite mezunu diye ilçenin. Beklenti de ona göre oluyor. Haliyle büyük bir tiyatro salonu beklentisini de ilettiğimizde Bozbey’e, Ataevler’de bir kompleks içinde 800 kişilik bir salon düşündüklerini söyledi. Ama daha da önemlisi, Uludağ Üniversitesi’ne ait olan Fethiye kültür Merkezi’ne talip olduklarını da belirti. Bu salonun kapasitesi bin kişinin üzerinde ama eski bir anlayışla yapıldığı için istenilen performans alınamıyor. Bozbey, oraya bir asma kat yapmayı ve yanlardaki görüşü engelleyen yerleri düzenlemeyi planlıyor. Tabii Üniversite’den olur alırsa.
Bakın Nilüfer Bozbey’in yönetiminde ne kadar büyümüş rakamlarla ona bakalım. 2000 yılında Bursa’nın nüfusu 2 milyon 150 bin. 2017 sonu itibarıyla 2 milyon 931 bin büyüme yüzde 36.5. Nilüfer 2000 yılında 179 bin kişi, 2017 sonunda 424 bin kişi. Büyüme yüzde 137. Söze gerek var mı? Herkes Nilüfere koşuyor. Özellikle kentsel dönüşümle bu rakam daha da yukarı çıkacak. Bozbey, Nilüfer için maksimum nüfusun bir milyonu geçmemesi gerektiğini söyledi ama bence bu rakam da çok fazla. Artık yeter! Bu hem Bursa için hem Nilüfer için obezite tehlikesidir.
Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz’ın dediği gibi 600 okul değil tam 1369 okulun ismi yer aldı bu listede (Sapmanın bu kadarına pes doğrusu). Aslında Bakan’ın Kasım ayındaki ifadelerinden bu kadar sapmasını asıl nedeni, listede Mesleki ve Teknik Liselerin de yer alması. Önce buna değinelim. Bizim sınavlara girdiğimiz yıllarda (1980’lerin ikinci yarısında) bu okullar için ayrı sınav yapılırdı. İsteyen genç, istediği bölüme başarırsa girerdi. Şimdi sınavda adı geçen okulların sadece belli bölümleri için (Anadolu Teknik) sınav olacak, Meslek Liseleri için yine adrese dayalı kayıt yapılacak. Bu da meslek lisesinde sınavsız okumak isteyen ancak yakınındaki yerde istediği bölüm olmayan öğrenci için büyük hayal kırıklığı yaratacak. Bursa’da açıklanan listede 48 okul ismi var ve bunları tam 24 tanesi teknik okul. Kontenjanları ise 1140. Bu okullar için ayrı sınav açılması daha uygun olurdu kanımca. Çünkü geçen yıl bu liselerde en yüksek taban puanı 420’yi bile bulmamıştı, o da sadece bir okulda. Ortalama 360’lar civarındaydı. Gerçek anlamda “nitelikli lise” tanımına uyan okullarda ise taban puan en yüksek Tofaş Fen Lisesi 490’ın üstünde, ortalama ise 450’ler civarında.
Hadi biraz daha derine inelim. Bursa’nın 17 ilçesinden 7’sinde “nitelikli lise” bulunamamış. Bunlar, dağ ilçeleri, İznik, Yenişehir ve Gürsu. Aslında bunlara Kestel ve Orhangazi’yi de eklemek gerek. Çünkü bu iki ilçede sadece iki teknik okulda 30’ar kontenjan var.
Durum bu kadar vahim. Bursa’nın 9 ilçesinde okuyan başarılı öğrenciler başka yerlere mecburen taşınacak.
Gelelim okul dağılımlarına. Bursa’dan 48 okul listede demiştik. Buradaki toplam kontenjan 4500. Bu 48 okuldan 24’ü Teknik Lise ve kontenjanı 1140. 8 Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin kontenjanı ise 1020 (Toplam okul kontenjanın yüzde 13’lerini imam hatipler oluştururken, nitelikli okullarda bu oran yüzde 23’e çıkmış. Hatta bu liselerin kontenjanlarını dolduramadığı da yazılmıştı). 2 sosyal bilimler lisesi için 150, Fen Lisesi sayısı 6 ve kontenjanı da 600. Anadolu Lisesi 8 ve kontenjanı da 1590.
Bursa’da 40 bin civarında 8. sınıf öğrencisi olduğunu düşününce, “nitelikli” oldukları belirtilen okulların kontenjanı yüzde 11’leri anca buluyor. Ama dikkat, halkın anladığı niteliğin Fen, Anadolu ve sınırlı miktarda İmam Hatip Lisesi olduğunu hesaba katarsak bu rakam yüzde 6’ları geçemiyor.
“İŞÇİSİN SEN İŞÇİ KAL”
Bu meseleyle ilgili takıldığım yerlerde aydınlanmak için Eğitim-İş Bursa Şube Başkanı Özkan Rona’yla görüştüm. Bakın neler dedi:
Biz yine de kurala uyalım yazının bu bölümünden sonra. Evet yan yana durmamız gereken bir çağda yaşıyoruz. Aslında hep öyleydi ya. Artık daha da yakıcı oldu. Hem bireyler olarak, hem de toplumsal farklılıklarla yan yana durmamız gereken bir dönemdeyiz.
27 Mart bildiğiniz gibi Dünya Tiyatro Günü. Nilüfer Belediyesi’nin bu yıl 6.’sını düzenlediği Tiyatro Festivali’nin açılışında okunan Lübnan’lı oyuncu, yazar ve yönetmen Maya Zbib’in mesajının son bölümünde bakın neler söyleniyor:
“Uluslararası tiyatro toplumunun üstlenmesi gereken her zamankinden daha önemli bir rol var: Giderek çoğalan, elle tutulan, tutulamayan bu duvarlarla yüzleşmek. Bugün sosyal ve politik yapılarımızı dürüstlük ve cesaretle, yaratıcılıkla yeniden keşfetmek, her zamankinden daha gerekli. Yetersizliklerimizle yüzleşmek ve biçimlenmesinde rol oynadığımız dünya için sorumluluk almak adına. Bu dünyadaki tiyatro insanları olarak, bir ideoloji ya da inanç sisteminin peşinden gitmiyoruz, ama ortak özelliğimiz hakikati bütün biçimleriyle sonsuza dek aramak, statükoyu her daim sorgulamak, baskıcı iktidarlara meydan okumak ve sonuncusu ama en önemlisi, dürüstlüğümüzü korumak.
Kalabalığız, korkumuz yok ve hiçbir yere gitmiyoruz!”
BİLİM VE SANAT
Ne güzel değil mi? İşte sanatın bilimle en çok yakınlaştığı anlardan biri, hakikati aramak.
Son dönemde bilim yuvalarına karşı farklı bir bakış var. Sanki bilim sadece fiziki bilimlerden ibaretmiş gibi davranılıyor. Oysa ki yine TDK tanımında bilim; evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneye dayanan yöntemler ve gerçeklikten yararlanarak sonuç çıkarmaya çalışan düzenli bilgi, ilim olarak açıklanmış.
“İyi olmuş” ifadelerine, “Biz ne zaman bu hale geldik” tepkisi verildi. Hala bazı konularda tepkilerimizin sürüyor olması ne güzel. Tepkilerin, zaman zaman işe yaradığı da görüldü oysa. Akit TV’nin programcısının kışkırtıcı, toplumu bölen sözlerine gelen tepkiyle ekrandan uzaklaşması bile aslında duyarlıklarımızı dile getirince sonuç aldığımızı gösteriyor.
Peki gerçekten bize ne olduğunu merak ediyor muyuz? Ya da şöyle söyleyelim. Bize ne olduğunu anladığımızda ortaya çıkan sonuca göre kendimize gerçekten çeki düzen verecek miyiz? Şüpheliyim.
Topluma bakan ve gidişimizi merak eden bir birey olarak, son 38 yılımızdaki değişimleri, çocuk, genç ve orta yaş aklımla, edindiğim tecrübeler ve okuduğum kaynakların da yardımıyla analiz etmeye çalışırım. Son yıllarda “Bize ne oldu?” sorusu en çok karşılaştığım soru. Ama şunu belirteyim ki, bu soru benim kuşağım ve üstü için geçerli. Çünkü, bizler 80 kuşağıyız. Büyüklerimiz ise, 70’ler, 60’lar. Neden böyle? Benim gözlemlerimden vardığım hipotez, bu kuşakların şöyle ya da böyle toplumcu ortamlarda büyümüş olmalarıdır.
KIRILMA 1980...
1980 darbesinin ardından yapı hemen değişmedi ve 1990’lara kadar o toplumcu yapıyla büyümemizi sürdürdük. Ancak, 1990 sonrası, darbenin sonuçları tamamen ortaya çıktı. Hem yeni gelen kuşaklarda toplumculuk kendini daha az göstermeye, hem de eski kuşaklarda “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “bedava sirke baldan tatlıdır”, “köprüden geçene kadar ayıya dayı demek” atasözlerimizde ortaya dökülen bencil duygularımız pompalandı. Dayanışma yerini, ‘kendini kurtar’a evrildi. Hal böyle olunca, örgütlenme yapımız bile değişti. Eskiden toplumsal kurtuluşu hedefleyen örgütlenme yapımız, yerini grupların kurtuluşunu hedefleyen bir yapıya büründü. Mesleki örgütlenmelerden tutun da sendikal örgütlenme ve siyasi örgütlenmelere kadar, başa geçip kendi çevresini kalkındırma anlayışına dönüştü. ‘Eskiden de vardı’ diyenlere; hiç bu kadar arsız olmamıştı. Yapılsa da utanılır ve gizli kapaklı yapılırdı diyebilirim. Toplumun bir bölümü dışlanır oldu. Genlerimizde var olan ama Cumhuriyetle birlikte silinmeye çalışılan, çalışmadan kazanma isteği pompalanmaya başladı. Eskiden topluma faydalı olmak önemliydi; ‘beni bu toplum okuttu’, ‘karşılığını vereyim’ (Yani pastayı büyüteyim) kaygısı yerini, ‘ben ne kadar zenginleşirim’ hem de bir şey yapmadan, hatta ‘zenginleşemesem de zenginleşenlerin artanlarından nasıl yararlanırım’ duygusuna (Pastadan ne kadar büyük dilim alırıma) bıraktı.
VERMEK YERİNE ALMAK...
Eskiden, ‘bir elin verdiğini öbürü görmesin’ düsturu, yerini iftar çadırlarında gülerek sıra bekleyen insanlara bıraktı. ‘veren el alan elden üstündür’ ise tamamen yerle yeksan oldu. Vermeyi bir kenar bırakın almak hem de doymaz bir iştahla almak makbul hale geldi.
Evet kadın ve erkek birbirlerinden farklı anatomik, zihinsel ve ruhsal yapıya sahiptir. Bu anlamda iki farklı cinsi eşitleyerek cinsiyetsiz bir hayat yaratma anlayışı da yanlıştır. Ama mesele, farklı cinslerin kullanılacak haklar konusunda eşitliğine gelince, burada hiçbir ayrım kabul edilemez. Giyim özgürlüğü, sevme-sevilme özgürlüğü, çalışma ve ücrette eşitlik hakkı, sokaklarda özgürce dolaşmak hakkı, düşüncesini ifade etme özgürlüğü gibi. Listesi epeyce uzatılabilecek haklarda tam bir eşitlik söz konusu olmalıdır.
Ama ne mümkün. Bu sadece bize ait bir sıkıntı da değildir üstelik. En modern gördüğünüz ülkelerde bile kadınlar, iş yerlerinde aynı işi yaptıkları erkeklerden daha düşük ücret aldıkları için yakınmaktadır. Ayrıca, kadınlar, İslam coğrafyasının çoğunluğunda nasıl kapatılıyorsa, batıda öyle açılarak, özünde cinsel bir obje olarak kullanılmaya da devam edilmektedir. Çok kapanmayla çok açılmanın cinsellik çağrışımından başka ne alt anlamı olabilir ki?
Oysa kadın ve erkek, şu ölümlü dünyaya direnebilmek için omuz omuza dayanışması gereken iki cins değil midir? Bu dünya sadece biz erkeklerin midir?
KADINLAR ZATEN EMEKÇİDİR...
Uzun yıllar tüm haklarından yoksun olan kadınların 1857’de ABD’de daha iyi çalışma koşulları için verdikleri mücadelede yanarak can veren 129 kadını da andığımız bu 8 Martlar da olmasa nice olur halimiz? Eskiden Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanırdı bu tarih. Ama çıkışında da Dünya Kadınlar Günü denmiş. İlk zamanlar bana da ters gelirdi ve Emekçi Kadınlar tanımlamasını doğru bulurdum. Ama sonra, çok küçük bir istisnayı dışında bırakırsak tüm kadınların emekçi olduğu gerçeğini kabullendim. O nedenle Dünya Kadınlar Günü doğru bir ifadedir. Evde ev işlerini yapan, iş yerlerinde çalışan, tarlalarda ot yolan, hasat toplayan kadınların tamamı emekçi değil mi? Emeğin illa ki pazarda bir ücret karşılığı mı olmalı? Ezilmekse zaten başlı başına toplumun en ezilen kesimi değil mi kadınlar? Sadece güzel olan ya da erkekleşenlerinin paçayı kurtarabildiği (Kendi cinsiyetinden vazgeçerek ya da onun kullanımına izin vererek) bir sitemin içinde, ezici yığınlar değil mi kadınlarımız?
AVŞAR-ASLANTUĞ...
Geçen hafta, tam da böyle bir konuyla ilgili magazin tartışmasının ortasında kaldık. Hülya Avşar’ın programında söylediği sözler ve Mehmet Aslantuğ’un verdiği cevap konuşuldu. Hadi gelin bir bakalım, ne demiş Hülya Avşar, “Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın, Evde de kadın baskın, dışarıda erkek, erkek egemenliği diyorum, erkek üstünlüğü, baskısı demiyorum. Erkek egemenliği güzel bir duygu geliyor bana. Bir erkek kadına sarıldığı zaman, kolunun altına girebileceğin bir erkekten bahsediyorum”. Programın tamamına baktım. Sanki, kadın ve erkeğin cinsiyetlerini kaybetmemesi gerektiğini söylemeye çalışmış ama kastını fazlasıyla aşmış. Bu tartışma aslında faydalı da olmuş. Aslantuğ, altına imza atacağım nefis bir yanıt vermiş, “Bu çok anlaşılır bir duygu ama bunu işte şöyle formüle etmek zorundayız. Bu erkeğe de anlam katar kadına da... Bu duyguları koruyalım ama kadın evinde üretimden çekilip bütün istikbalini bir adamın vicdanına, aşkına, samimiyetine, günün sonunda bir gün aklının karışmasına yanılgılarına bırakmamalı” .