Ama bir süredir bu mümkün olmuyor. Ekonomi iyi gitmiyor.
Dolar geri geliyor, cari açık, iç talep kısıldığı ve turizm gelirleri arttığı için düşüyor. Bunlar güzel görünen şeyler. Hatta konut satışlarının da arttığı açıklandı.
Ama madalyonun diğer tarafı öyle demiyor. Konut satış rakamları açıklanınca, Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in internet sitesine girerek yayınladıkları istatistiklere bir göz attım.
İlk olarak konut satışları. Ekim ayında 146 bin konut satılmış. Bunun sadece 8 bini ipotekli (Yani kredi çekilmiş ve banka ipotek koymuş). Geçen yıl 122 bin ve 38 binmiş bu rakamlar sırasıyla. Anlayacağınız konut satışı artmış. Eee ne var bunda diyebilirsiniz. Gelelim şimdi onlara.
Yapı izni verilmesine ilişkin istatistiğe bakalım. Burada işler kötü. İlk 9 ayda geçen yılın aynı dönemine göre bina sayısında yüzde 44.6, yüz ölçümünde yüzde 55.1, daire sayısında da yüzde 58.6’lık bir düşüş var. Yani, yeni inşaat üretimi yarı yarıya düşmüş. Bir de maliyetlere bakalım. İnşaat maliyetleri de Eylül ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 39.66 artmış. Yani inşaat üretimi pahalı hale gelmiş ve bu sektördekiler yeni inşaat yapmaktan kaçınır olmuş. Peki satıştaki artış? Evet ipotekli konut satışındaki bu muazzam düşüşün iki nedeni olabilir. İlki yüksek faiz, ev almaktan caydırıyordur, ikincisi geleceğe güven yoktur. Peki satılan bu konutlar? İşte onları da kenarda parası olanlar alıyor ya da inşaat firmaları, ipotek koymadan bir formül buluyor. Sanırım inşaat firmaları konutlar ellerinde kalmasın diye müşteriye epey bir kolaylık da sağlıyor. Fiyatlar aşağı gelince özellikle yabancılar ve yurt dışında yaşayan Türklerin konuta ilgisi artıyor. Geçen ay yabancılara satış patlama yapmış örneğin. Yabancılara satılan konut sayısı yüzde 134,4 artarak 6 bin 276 olmuş.
Gelelim içerdeki duruma. Son açıklanan Tüketici Güven Endeksi yüzde 59.6. Geçen yıl aynı dönemde yüzde 65.2 bu yıl başında ise 72.3’müş. Geleceğe güven azalmış.
Perakende satışta 3.4, sanayi üretiminde yüzde 2.7 düşme var.
Bursa bilindiği gibi başta otomotiv ve tekstil olmak üzere sanayinin merkezi. İhracat Bursa’nın en güçlü silahı. Ancak sadece iç pazarda değil, en büyük ticari ortağımız AB ülkelerinde de ufaktan hissedilen, 2019 ve 2020’de biraz daha ivmelenmesi beklenen küçülme, otomotiv sektörünü de vuruyor.
Bugün biraz rakamlara boğacağım sizi; ama en güzel de bu rakamlar anlatacak içinde bulunduğumuz durumu.
Rakamları Otomotiv Sanayi Derneği internet sitesinden aldığımı belirterek başlayayım. Önce üretimdeki düşüşle başlayalım. Bu yıl Ocak-Ekim döneminde toplam otomotiv üretimi yüzde 6, otomobil üretimi de yüzde 9 düşmüş durumda.
Rakamları burada tutan, yine de ihracat. 2018 yılı Ocak-Ekim döneminde toplam pazar, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 32 azalarak 502 bin 156 adet (Bu rakamlara ağır ticari araçlar da dahil) düzeyinde gerçekleşti. Bu dönemde otomobil pazarı ise yüzde 31 oranında azaldı ve 379 bin 274 adet olarak gerçekleşti.
Geçen yıl Ekim ayında otomobil ve hafif ticari araç satışı (Yerli ve ithal) 91 bin 752 iken, bu yıl aynı dönemde 21 bin 571 oldu. Geçen yılın tamamında 956 bin 194 adet otomobil ve hafif ticari araç satılırken, bu yıl Ekim ayı sonuna kadar sadece 485 bin 27 adet satış gerçekleşti. Önümüzde 2 ay ve hükümetin ÖTV indirimi var.
FİYAT YETERLİ DEĞİL
Sonuçları hep beraber göreceğiz ancak otomotiv satışlarında artış için sadece fiyatlardaki düşme yeterli değil.
Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’dı. Yani 1982 falan olmalı. Rahmi Koç, Turgut Özal ve Sakıp Sabancı ile söyleşiler yapılmış belgeselde. Belgesel başlarken, “Hükümet bu yüzyılın sonunda Türkiye’yi AET’ye tam üye yapmayı hedefliyor” diyor. Bahsettiği yüzyılın sonunun üzerinden, 2 ay sonra 19 yıl geçmiş olacak. Belgesel yapılalı 36 yıl. AET yani bugünkü AB’ye başvuralı neredeyse 60 yıl (1 Temmuz 1959), ortaklık anlaşması imzalayalı ise (1 Aralık 1964) 54 yıl olmuş. Yani bir kuşak, bu hayallerle berhava olmuş.
Bizim yaşlarımızdakilerin hemen hatırlayacağı gibi belgeselde, Türkiye’nin zor koşullarına rağmen, kendi kendine nasıl yettiğinden de dem vuruluyor. Yapılan barajların, Türkiye’ye neler getirdiğini çok güzel anlatıyor. Hele bir Boğaz Köprüsü sahnesi var ki görülmeye değer. Üzerinden sayılabilecek kadar araç geçiyor.
1945’ten 1975’e kadar, Türkiye nüfusunun 19 milyondan 40 milyona çıktığı ve 2000’de de 90 milyon olacağı ifade ediliyor (Allah’tan doğum oranımız düştü de 2018’de 80 milyon anca olduk).
BBC gerçeği görmüş. Bu nüfus artışının şehirlerde olacağını söylüyor. “Eskisi gibi kendi kendilerine yetecekleri köy evlerinde değil” diyor. O gün köylerde yaşayan oranı yüzde 60. Bugün yüzde 8’den bile az.
Peki o günden bugüne büyüdüğü iddia edilen Türkiye’nin durumu gerçekten de öyle mi? Nereden baktığınıza bağlı. Dünyayla birlikte büyüdüğü kesin. Ama sıralamada patinaj yapıyoruz. 15. ve 20. Sıra arasında gidip geliyoruz. 1987’ye kadar bizim gerimizde olan Güney Kore alıp başını gitti. Yani bir kalkınma anlayışımız yok. Bağlı bulunduğumuz Batı aksı büyüdükçe, biz de onların tedarikçisi ve iş gücü olarak büyüyoruz. Ama kendi planımız yok gibi. 1960’larda da 2020’lerde de Türkiye her açıdan dünyanın ilk 20’sinde ama öteye geçemiyor.
SABANCI’NIN SÖZLERİ…
Belgeselde rahmetli Sakıp Sabancı’nın sözleri çok ilginç. Sabancı, şöyle diyor:
Her masada bir profesör başkanlık yaparken, Zootekni Eğitimi, Büyükbaş Hayvancılık, Küçükbaş Hayvancılık, Kanatlı Kümes Hayvanları, Arı Yetiştiriciliği, Yem Sektörü ve Hayvan Besleme, Hayvancılık Yatırımları ve Finansman konuları, hocalar, öğrenciler ve sektör temsilcileri ile kamu kurum temsilcilerinin katılımıyla tartışıldı.
Sonuçları ilgili yerlere gönderilecek ama masalarda SWOT analizi olarak bilinen güçlü, zayıf yönler ile fırsatlar ve tehditler konuşuldu.
İlk anda 7 farklı konuda çıkan ortak sonuçlar dikkat çekiciydi. Kırmızı et konusunda aslında açığın çok da büyük olmadığı ortaya konuldu. İsrafın önlenmesi ve alınacak bazı küçük tedbirlerle yüzde 10’ları biraz geçen açığın kapatılıp ithalatın engellenebileceği ifade edildi. Kırmızı et üretimimizin 1 milyon 150 bin ton, tüketimimizin ise 1 milyon 300 bin ton civarında olduğu düşünülürse gerçekten bu açık halledilirmiş gibi duruyor.
Peki neler çıktı genel olarak çalıştaydan?
EN BÜYÜK SORUN...
Birinci sıraya sanırım tarımla ilgilenmek isteyen genç neslin olmamasını koymak gerek. Ortak tehdit insan gücünün azalması olarak görülüyor. Çoban bulmakta çekilen zorluk, kırsal alanlarda genç nüfusun azalması büyük tehdit.
Sonra devlet politikalarındaki eksiklik geliyor. Yanlış anlamayın, masalarda devlet destekleri yeterli bulundu. Ancak, bunun istikrarlı ve bir plan çerçevesinde yapılmasında sorun görülüyor.
Kendi aynamız gibi değil mi tiyatro. Ararsan buluyorsun insanın içinden geçenleri. Bir yüzleşme mabedi gibi.
Bu kez genç bir oyun yazarının (Henüz 29’unda) Duygu Ergun’un Barbara’nın Doğumu çıktı karşımıza. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Polonya’da geçiyor hikaye. Bir Alman’a aşık olan Polonyalı kadının doğan çocuğunun ismidir Barbara. Anne doğum sırasında ölür ve Barbara psikolojik sorunları olan teyze Olga tarafından büyütülür.
*
Oyunun yazarı Duygu Ergun bir söyleşisinde Polonya’daki bir savaş ve sonrasında bir çocuğun sancılarının anlatıldığını söylüyor. Ama sahnede durum bundan biraz daha büyük. Arzu Tan Bayraktutan, teyze Olga karakteriyle devleşiyor.
Barbara’yı canlandıran genç oyuncu Ege Seçkiner’e de teşekkürler. Ama Arzu’nun oyunculuğunun yeri ayrı. Delirmenin tüm safhalarını görüyorsunuz Arzu’nun oyununda. Gülerken ağlayan, severken nefret eden bir ruh hali ve sihirli cümle, “Ben sevilmek istedim sadece”.
*
Bir savaşın başta kadınlarda olmak üzere tüm yıkıcı etkilerini görebiliyorsunuz. Savaş sadece vücutları öldürmüyor. Belki de en kötüsü ruhlarımızdaki yıkım. Toparlanması da öyle kolay bir iş değil. Savaş biterken doğan Barbara ve sahnedeki tüm insanlardaki yıkıma tanıklık ediyorsunuz. Ama kendi sevgilisi Gustav’ı kaybeden, belki de bundan sonra kendine gelemeyen ve etrafında sevgiye dair ne varsa nefret eden bir kadının delirme sürecine tanıklık etmek oyunu daha da bir çekici kılıyor. Hele bir de kardeşinin aşkına nefretle bakan ve ondan olan meyve Barbara’nın yükünü taşımak zorunda kalan Olga’daki yıkım giderek ağırlaşıyor. Evinden çıkmayan, etrafında kimseyi bırakmayan Olga, kardeşinin aşkına sarılıyor hayata tutunabilmek için. Ama onu da başaramıyor. Ha bir de “unutmak için hatırlamalıyız” mottosu var oyunun.
Ayrıca Bursa’nın tarım ve turizm kenti olduğu gerçeği göz önünde bulundurularak, tarımsal alanların korunması, turizm imkanlarının ise doğru pazarlanıp gelecek turiste uygun barınma ve aktivite imkanları sağlanması da gerekir.
***
Bugün, turizmi konuşalım. Bursa, dağı, denizi, dereleri, ormanları ve tarihi olan, eşine az rastlanılır bir kent. Dünya tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti. Elinde turizm açısından büyük bir potansiyel var Bursa’nın. Küçük küçük adımlar da atılıyor elbette, turizm için. Bunlardan biri de bu hafta başlayacak olan 1. Bursa Turizm Fuarı ve 3. Bursa Turizm Zirvesi olacak. Bu kez önemli bir fark var etkinlikte. 120’ye yakın yabancı seyahat acentasının temsilcisi de THY’nin sponsorluğunda Bursa’ya gelecek. Hem de öyle sadece Körfez ülkeleri değil bu kez. Körfez ülkelerinin yanı sıra, İngiltere, Rusya, Almanya, Belçika, Hollanda, Balkan Ülkeleri, Ukrayna, Yunanistan, Malta, Avusturya gibi 24 ülkeden 120’ye yakın isim Bursa’da olacak.
1. Bursa Turizm Fuarı, 18-21 Ekim 2018 tarihlerinde, Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Aynı anda 3. Bursa Turizm Zirvesi de, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Bursa İl Kültür Turizm Müdürlüğü, Bursa Turizm Tanıtma Birliği, TÜRSAB, GÜMTOB, BURO, BUSAT, BTÇH ve BURASDER derneklerinin destekleriyle, SKAL Bursa Kulübü koordinatörlüğünde gerçekleştirilecek.
***
Zirveye Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Başkanı Firuz Bağlıkaya, Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) Başkanı Osman Ayık, Türkiye Aşçılar Federasyonu (TAFED) Başkanı Zeki Açıköz, Turist Rehberleri Birliği (TUREB) Başkanı Zeki Apalı gibi isimler de katılarak Başkanlar Zirvesi’ni gerçekleştirecekler.
Ayrıca, fuar kapsamında ağırlığı Bursalı olmak üzere 60 firma stant açacak.
Büyülü tiyatro sahnelerinde bazen hayatın o bunaltıcı zorluklarından sıyrılmak için, bazen hayatı daha iyi anlayabilmek için o büyülü koltuklara oturmaya başladık.
Bu sezon o büyülü koltuklara, Bursa Devlet Tiyatrosu’nun Orhan Kemal’in Üç Kağıtçı (Bitişik yazılıyor ama böyle uygun görülmüş) oyunuyla oturduk. Ne de iyi yapmışız. Sevgili dostumuz Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü Arzu Tan Bayraktutan’ın davetine koşarak gittik. Gerçek anlamda koşarak. Malum Bursa trafiği artık aldı başını gitti. İşten, okuldan çıkıp üzerine biraz da bir şeyler atıştırıp oyuna yetişmek Bursa için de artık oldukça zorlu bir süreç oldu.
Oyuna 7-8 dakika kala kapıdan içeri girmeyi başardık. Tiyatroya merak salmış kızım ve eşimle koltuklarımıza oturup bekledik o büyünün başlamasını. Protokol de yerini aldı. Bakalım bu oyun ne diyecek merakıyla gözlerimiz sahnede dikkat kesildik.
TOPLUMCU GERÇEKÇİ...
Öncelikle biraz Orhan Kemal’den bahsetmek gerekli sanırım. O zaman nasıl bir oyun olacağı da anlaşılır. Orhan Kemal’i çok kıymetli bulduğumu hemen ekleyeyim. Orhan Kemal, toplumcu gerçekliğin önde gelen yazarlarındandır. Keşke günümüzde de toplumcu gerçeklik Orhan Kemal seviyesine ve cesaretine ulaşabilse. Yaşadığı toplumdan kendini ayrı tutmayan Kemal, içinde bulunduğu ortamın sıkıntılarını da eserlerine aktarmıştır. Biz O’nu Bereketli Toprak Üzerinde, Hanımın Çiftliği, Murtaza gibi eserleriyle biliriz ama onlarca roman, öykü, oyun yazmıştır.
Gelelim oyuna. Oyun Orhan Kemal’in birbirinin devamı olan Müfettişler Müfettişi ve Üçkağıtçı romanlarının birleştirilmesiyle yapılmış.
Şivesinden Ege olduğunu tahmin ettiğimiz bir kentte Kudret Yanardağ’ın halkın Ankara korkusundan faydalanıp kendini zımni olarak müfettiş olarak göstermesiyle başlıyor oyun. Aslında aleni olarak ben müfettişim demiyor, ama halk böyle giyimli ve havalı birine o makamı yakıştırıyor. Kudret de bu durumdan faydalanıp parsayı topluyor.
İşte Nilüfer Belediyesi’nin organize ettiği Nilüfer Müzik Festivali Nilfest’te bir an o ışığı gördüm. Yüzüm aydınlandı, gözlerim doldu. Saf umut oldum. 8 Eylül Cumartesi akşamı protest müziğin sadece ülkemizde değil, dünyada da tanınan ismi Selda Bağcan sahneye çıktığında 80’lerin sonuna gittim bir an. Daha 15 yaşlarında canlı izleme şansını yakaladığım Selda’yı, 45 yaşında bir kez daha yakından dinlemenin heyecanıyla yüzümü ona çevirmişken, duyduklarım bakışımı Selda’dan seyircilere yöneltmeme neden oldu.
Biz 15 yaşlarındayken daha politik bir ortamdaydık ve Selda’yı biliyorduk. Ama kulaklarıma inanamadım 15-25 yaş arası binlerce genç, Selda’nın şarkılarına hep bir ağızdan eşlik ediyordu. Selda’yı bırakıp onların seslerine, yüzlerine ve ellerine baktım. Çok duygulandım. Haddime değil ama Selda Bağcan adına da duygulandım. Bir sanatçı 15’lilerle 60’lıları böylesine kucaklasın. Müthiş bir andı.
Demek ki iyi yapılan, hakkı verilen işler karşılık buluyormuş. Selda, “Yaz gazeteci yaz, Neredesin Seni, Çemberimde Gül Oya, Sivas” derken neredeyse mikrofonu bırakacaktı. Seyirciler tamamına eşlik etti. Çok ama çok güzel bir ortamdı. Değerlerimizin yok olduğunu düşünürken, böyle bir umut yüreklere iyi geldi. İzmir Marşı’yla yapılan bis ise görülmeye değerdi.
Emeği geçen arkadaşlara çok teşekkürler. Festivalin eksilerini söylemeye gerek yok. Zaten kendini farklı konumlayanlar, sık sık bunu ifade ediyorlar. Farklılıklara saygı onların kitabında yok ve en ufak hata onlar için mal bulmuş mağribi hikayesi. Ama olsun, gençlik bu ülkeye güzel gelecek. Binlerce gencin olduğu bir ortamda yok denecek kadar az taşkınlığın olması az bir şey mi?
Selda’ya dem vurdum ama festivalde sahne alan yerli ve yabancı tüm sanatçılara katkıları için teşekkür de bir Bursalı olarak boynumuzun borcu. Sağ olsunlar.
Kötü giden ekonomi, sınırda patlamaya hazır bir İdlip derken, bir nefes oldu Nilfest. Balat Ormanı’nda üç günlüğüne koptu gençlik bu zorlu dünyadan. Ama Selda ve diğer sanatçılar, şarkılarıyla adaleti, güzelliği, farklılıklara saygıyı, haklıların yanında durmayı, güçsüzleri, dezavantajlıların yanında olma gerekliliğini bir kez daha hatırlattı. Daha ne olsun.
Keyfimiz bir süreliğine de olsa yerine geldi. Yorgunluğu bir süre geçmese de değerdi.