O yazıda, ‘bu köprüyü niye yaptık?” demiyorum; tersine, neden üzerinden geçmeyene de fatura edilecek bir model kuruldu, neden devasa bir kamusal taahhüt verildi diye soruyorum. Yapılan köprüyle değil, faturası ile ilgiliyim.
Çok rahat biçimde başka bir modelle de ya da başka bir geçiş altyapısı formunda da yapılabilirdi. Önemli lojistik bağlantılar sağlayan yol, köprü gibi altyapı yatırımlarının yapılması ekonomi için iyi bir şey. Yerel ulaşım için süreyi kısalttığı da doğru.
Bu geçiş ücreti ile Osmangazi Köprüsü’nün en başta gelen potansiyel müşterisi, gelir düzeyi yüksek ‘Beyaz Türkler’ olacak. Dileyelim ki; İzmir’e uzanan yol hattı ve periferinde bulunan kentlerdeki yüksek gelirli araç sahipleri, bu astronomik bedelli köprü ve otoyolu sıklıkla kullansınlar ki verilen kamusal taahhüt nedeniyle kullanmayanların da cebinden çıkacak bedel azalsın. Köprünün Bodrum-Çeşme tutkunlarınca övülmesi, daha fazla araç geçiş umudunu arttırıyor.
Hatta teşvik edici çeşitli yöntemler de geliştirilmeli ki; Bodrum ve Çeşme’ye akan ‘Beyaz Türkler’ daha sık gidip gelip bu yolu kullansınlar. Böyle olsun ki; Polatlı’daki buğday üreticisi çiftçi bu yükü, satın aldığı mazot üzerine eklenmiş KDV ve ÖTV gibi vergilerle paylaşmak zorunda kalmasın.
Brexit sonrasında Euro Bölgesi’nin iki ana karar vericisi Almanya ve Fransa kritik bir karara varmak zorundalar. İtalyan bankalarına ne yapılmalı?
Geçen hafta altın fiyatlarının hızla yükselişine, İsviçre’de 50 yıl vadeli devlet tahvillerinin faizinin bile negatife dönmesine, Almanya’da 10 yıllık devlet tahvillerine para yatıranların yıllık yüzde 0.20 üste bedel ödemeye hazır olmalarının arkasında bu alarm verici gelişmeler var. Bakın neden?
Küresel ekonomi Britanya’nın AB’den çıkış kararı ‘Brexit’ sonrasında, zaten sorunların üzerinde oturan Avrupa iyiden iyiye karıştı.
Britanya’da AB karşıtı ve Brexit kampanyası yapan politikacılar, karar sonrasında ortadan kayboldular. Çıkışla sonuçlanan AB oylamasının ardından AB anayasasının 50. maddesi gereği çıkış başvurusu yapmak ve devamındaki süreçleri yönetmek için bir politik çerçeve gerekiyor. Bu da çapasız kalan geminin sürüklenmesi gibi kocaman bir belirsizlik demek.
Brexit sonrası İtalya gibi potansiyel diğer adaylarda da mevcut sancılar aniden depreşti. Avrupa’nın asıl sorunu, en başından bu yana batık bankacılık sistemini doğrultamamak idi. Batık daha da suya gömülüyor. En başta da İtalyan bankaları.
Çünkü kamusal yükümlülükler nedeniyle, o benzin fiyatının astronomik vergilerle yüklü olmasına, sizin de o benzini yine en pahalı fiyattan kullanmanıza ihtiyaç var. Bakın nasıl?
Yapımı hızla ilerleyen İstanbul-İzmir otoyolunun en önemli parçası Osman Gazi Köprüsü bayram öncesinde açıldı. Gebze’den İzmir’e uzanan otoyolun uzunluğu 377 kilometre olacak. Bu proje, bilinen en büyük yap-işlet-devret (YİD) projesi.
22 yıllık bir sözleşme ile ihaleyi kazanan yapımcı firmalar konsorsiyumuna, işletme hakkı veriliyor. Hepimizi ilgilendiren en önemli tarafı; otoyol ve köprüyü yapan ve devamında da işletecek olan şirketlere, bu köprü ve yollardan geçecek araç sayısı hakkında garanti verilmiş olması. Yani bir çeşit ‘hasılat garantisi.’
Örneğin, köprü ile birlikte hizmete açılan Orhangazi’ye kadar olan otoyol için günlük 40 bin araçlık geçiş garantisi veriliyor. Hazine, garanti edilen araç sayısının altında bir geçiş olursa farkı bütçeden bu işletmecilere ödeyecek. Tamamında ise işletmeye geçen yol ve köprü için, yaklaşık 16 yıl boyunca devletçe verilen hasılat garantisi yaklaşık toplam 12.7 milyar dolar. Bu tutar, kamu borcu içinde görünmüyor. Ancak, potansiyel olarak bütçe ve dolayısıyla kamu borç stokuna ‘Potansiyel borç’ olarak girecek bir kamusal yükümlülük.
Bankacılık sistemi üzerinden nereden geliyorsa gelsin Offshore dahil bankalardaki paraların hepsinin ‘legal para’ olduğunu söylüyordu. Bakan Canikli’nin bakış açısına göre, bankacıların; örneğin üçüncü bir ülkeden transfer edilerek, ne bedeli olduğu bilinmeyen bir fonun ülkemizdeki bir bankadaki hesaba gelmesini ‘legal’ olarak görmesi gerekiyor, MASAK’a falan da bildirmelerine gerek yok. Bu para rüşvet parası mı, uyuşturucu parası mı, terör finansmanı için gönderilen bir para mı? Canikli, ‘sistem üzerinden gelen’ her paranın ‘legal’ olduğunu düşünüyor. Bu açı, akıllara durgunluk veriyor.
Bankalar üzerinden gelecek bir paranın ‘kayda girdiğini, kaynağını sormaya gerek olmadığını’ söylüyor Bakan Canikli.
Oysa durum öyle değil; kayıt altındaki bir mecradan geçen her para legal olmaz, yani her para değil. Bankacılıkta ilk kural şudur: Müşterini tanı. Hesabına para transferi yapılan müşteri kimdir? Hangi işi yaparak mevcut banka işlemlerini sağlayabilmektedir? Hesabındaki para hareketleri; yaptığı işle, şirket bilançosu ya da kişisel geliri ile uyumlu mu? Fon akışları normal yollardan mı yapılmaktadır? Paranın geldiği yer ‘muteber’ işlerin yapıldığı, hukukun işlediği, kara para kurallarının sıkı işletildiği bir yer midir?
Kara para ve yolsuzluğa bulaşan politikacıların en çok sevdikleri yol tabii ki nakit hareketleridir. Ancak, hukukun üstünlüğünü kaybeden ya da kara para ve suç gelirleri meselesini hafife alan, önemsemeyen, normalleştiren ülkelerde de bal gibi bankacılık sistemi tıkır tıkır işlev görebiliyor.
Ciddiye alınması istenen programlar için, siyasetçiler hesap verirler. Ben de merakla reform ajandası ile ilgili adrese baktım. Kalkınma Bakanlığı’nın web sitesinde gördüğüm şuydu; Bakan Lütfi Elvan’ın ‘iftardan iftara koştuğu’ haberleri idi. Belli ki, ‘hükümet gitti, reform hikayesi de ambalajı da bitti’ mesajıydı bu.
Reformlar.gov.tr adlı hükümet sitesine bakınca, haklı olarak ‘başarılan’ öne çıkarılmış; reformlar değil vaatlerin yerine getirildiği anons ediliyor. 7 ay önce ilan edilen ve 21 Haziran’da süresi dolan “6 aylık gerçekleştirilecek reformlar” başlığı altında gösterilen yaklaşık 80 kalem maddenin büyük bir bölümü gerçekleşmedi. Meclis’e sunulan ‘torba’ hükümet tasarısında, bölük pörçük de olsa bir bölümü yer alıyor.
Asıl ‘reform gibi reform’ denilebilecek önemli bir başlık olan ‘siyasi etik yasası’ ve siyasetin finansmanında şeffaflık için gereken adımlar ‘3 aylık reformlar’ içinde yapılmamışlar arasında duruyor öylece. İşin tuhaf tarafı, hükümetin geride kalan zaman içinde Meclis’e sevk ettiği kimi yasa tasarısının ‘yapılmışlar’ arasında sayılmasıdır. Oysa Meclis’te alt komisyona sevk edilip ‘öldürülenleri’ var.
Aradan neredeyse 10 gün geçti; hükümetten herhangi bir ‘reform envanteri’ hesabı veren yok.
Başbakan Cameron’un halk oylamasına götürdüğü Britanya, Avrupa Birliği’nden ayrılmayı seçti. 2008 küresel krizinin özellikle Avrupa’daki hane halkına getirdiği kayıplar ve kemer sıkma önlemleri Britanya’da da popülizmi yükseltti. Merkezdeki siyasetçileri köşeye sıkıştırdı. 2008 krizinden sonra önemli bir eşik oldu bu sonuç. Çıkış yoklamalarına bakılırsa; 50 yaş altındaki en genç kuşağa uzanan yelpazede ‘kalalım’ ağırlığı giderek yükselirken, 50 yaş üstü geleneksel İngilizler ağırlığını koydu; sonuç çıkış, ‘Brexit’ oldu. Oysa Britanya’daki birleşik siyasal yapıdan ayrılık eğilimi güçlü olan Kuzey İrlanda ve İskoçya ‘kalalım’ diyordu.
2008 krizindeki iş kayıpları, dikkatleri işgücünün serbest dolaşımına, göçmen işçilere çevirirken, popülist politikacılar bu korkuları kaldıraç yaptılar. Hele ki son birkaç yılda tanık olunan Suriyeli sığınmacıların Avrupa’ya göçü, korkuları endişeye çevirdi. Brexit’i güçlendiren en önemli faktör bu oldu.
Ağırlıkla ‘kalalım’ oyu kullananların profili, AB’de kalmanın faydalarından en çok yararlananlarla örtüşüyor. Brüksel’deki düşünce kuruluşu Bruegel’in hesabına göre, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda her yıl bölgesel milli gelirin yüzde 2’sine kadar AB fonlarından yararlandı. Bu fonların, o bölgelerdeki refah artışına çok yüksek katkısı olduğuna hiç şüphe yok; ‘kalalım’ oylarının açık ara önde olmasının nedeni bu.
NE GETİRİR?
MERKEZ Bankası mart ayında başladığı faiz indirimlerine dün de devam etti; gecelik borç verme faizini 0.50 puan düşürerek yüzde 9.50’den yüzde 9’a indirdi. Diğer kısa vadeli faiz oranlarını ise değiştirmedi. Banka, Ağustos 2015’te para politikasında ‘sadeleşme’ olarak ilan ettiği, geniş faiz koridorunun daraltılması adımlarına mart ayında başlamış, faiz koridorunun tavanından aşağı yönlü indirimler yapmıştı. Dün de, bu faiz indirimi sadeleşme yolunda ‘ölçülü bir adım’ olarak nitelendirildi. Toplantı sonrasında yapılan açıklamada geleceğe dair herhangi bir ışık tutulmasa da bu adımların devam edeceği açık. Merkez Bankası tavan faizi yüzde 9’a çekerken, taban faiz olan gecelik borç alma faizini ise yüzde 7.25’te tutuyor. Banka yüzde 7.50’den haftalık repo ile de para verdiğinden, piyasaya verdiği toplam 98.5 milyar TL likiditenin ortalama faizi; 20 Haziran itibariyle yüzde 8.40’ta. Geçen ay, tavan faiz yine yarım puan aşağı çekildiğinde de bu ortalama fonlama faizi yine yüzde 8.40’larda idi.
SIKI DURDUĞUNU SÖYLÜYOR
Peki ne oldu? Banka tavanı aşağı çekerken neden ortalama faizi değiştirmedi? Bankanın ‘sıkılıktan’ anladığı ve de kamuoyuna işaret ettiği yer de burası; ortalama fonlama faizinin ya daha yavaş düşürmek, ya da değiştirmemek. Banka, dünkü toplantı özeti açıklamasında ilk kez hizmet enflasyonu ve iş gücü maliyetlerindeki artışa işaret ederek ‘sıkı durduğunu’ söylüyor; “Son aylarda işlenmemiş gıda fiyatlarının olumlu seyri ve çekirdek enflasyon eğilimindeki iyileşmeye bağlı olarak enflasyonda belirgin bir düşüş gözlenmiştir. Bununla birlikte, hizmet enflasyonundaki ve birim işgücü maliyetlerindeki gelişmeler likidite politikasındaki sıkı duruşun korunmasını gerektirmektedir.” Birim iş gücü maliyeti olarak işaret edilen çok açık: Yılbaşında yapılan yüzde 30’luk asgari ücret artışı. Geçen aylarda yıllık yüzde 9’ların üzerinde seyreden çekirdek enflasyon nedeniyle ‘sıkı durduğunu’ söyleyen banka, şimdi hizmet enflasyonu ve birim iş gücü maliyetindeki artışını gösteriyor. Ama her nasılsa her iki gerekçede de tavan faizi kesmeye devam ediyor.
Ama aynı zamanda da yatırımcıyı koşar adım uzaklaştıracak nitelikleri olan, hukukun ‘tabutuna çivi çakacak’ tasarılar gündeme alınmıştı. Özellikle yargısal düzenlemelere dair tasarıların, Türkiye ekonomisine derin hasarlar yaratabilecek potansiyeli olduğunu görmek gerekiyor.
Bunlardan biri, Danıştay ve Yargıtay düzenlemelerini içeren bir tasarının Meclis’e sunulması, diğeri de kayyumluk kurumunun yeniden düzenlemesine dair çalışmalar. Yüksek yargının sıfırlanması demek olacak bu girişimle; zaten çökmüş bulunan güçler ayrılığı, Anayasal güçlerin yürütme egemenliğinde bütünleştirilmesiyle sonuçlanacak. Giderek liyakat ve kurumsal çerçeveyi kaybeden bu yapıdaki bir yargı, ülkemizi hukukun üstünlüğünden daha fazla uzaklaştıracak.
Yüksek mahkemelere dair bu düzenlemeler yanında, Ceza Yasası’nda yapılacak değişiklikle, mahkemelerce yapılan kayyum atamalarının kapsamı genişletiliyor. Son dönemde tanık olduğumuz hali ile özel mülkiyet haklarına el koyan ve ticari yapıları küçülten, pazardaki konumunu tahrip eden sonuçlar ortada. Politik şemsiye altındaki özel mahkemelerle, bir çeşit ‘özel cezalandırmaya’ uzanan tablolar, bu düzenleme ile çok fazlasıyla sergilenebilecek.
Özellikle de kayyum atamalarının Sermaye Piyasası Kanunu’nun 110. maddesini de kapsayacak hale getirilmesi, ekonomiye büyük bir risk getirecek; sonuçları sadece potansiyel olarak siyasetçilerin ‘karşısına düşen’, onların suyuna gitmeyen şirketlerle sınırlı kalmaz, mevcut keyfi yönetim sicili ile Türkiye’den sermaye kaçışına kapı açabilecek kadar ciddi sonuçları olabilecek bu düzenleme. Politik şemsiye altındaki özel mahkemeler eliyle, keyfi biçimde ‘gözünün üzerinde kaşın var’ bahaneleri ile şirketlere kayyum atanabilir hale gelecek. Hatta yakın örneklerden gördüğümüz gibi, partili kayyum bile atanabilir. Mevcut deneyimlerin ışığında, yeterince korkutucu.