BANKALAR acaba Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrıda bulunduğu gibi konut kredisi faizlerini yıllık yüzde 9’a düşürebilirler mi? Cumhurbaşkanı, önceki gün bankalara, konut kredileri için “faiz oranlarını yıllık şöyle yüzde 9’a doğru çekiversinler” diyordu. Ardından da ekliyordu; “Yıllık faiz oranlarının 10’un altında tek haneli rakamlara, sanayicilerimiz için ise oranları çok daha aşağıya çekip sürümden kazanmalarını isteriz. Çünkü hangi banka kendi öz sermayesiyle çalışıyor? Hepsi milletin parasıyla çalışıyor. Dolayısıyla sürümden kazanın.” İlk akla gelen şu; ‘sürümden kazanma’ koşulları için, söz konusu ‘malın’ niteliğine ve maliyetine bakmak gerekiyor.
ÜÇ NOKTAYA BAKILMALI
Birincisi, ‘sürüme’ konu kredilerin kaynağı kısıtlı; dış sermayeye bağımlıyız. Bankaların 270 milyar TL’lik öz kaynakları var. Yurtiçinde mevduatın bir sınırı var. Artıramıyoruz. Yurtdışından da uzun vadeli sermaye gelirse ancak bunu kullanabiliyoruz.
İkincisi, Bankalar Birliği verilerine göre Türkiye’deki mevduatların vadesi kısa; yüzde 83’ü üç aylık vadenin altında. Pratikte büyük bölümünün 32 gün vadeli olarak bankalara yatırıldığı için ‘3 ay’ sınıfına giriyor; daha kısa yani.
Bugüne kadar gönüllülük esasına dayanan BES’e, 45 yaş altındaki çalışanlara 2017 başından itibaren otomatik katılım getirilmesi tasarrufların artırılması için olumlu bir adım. Bu tablo içinde 45 yaş altında 15 milyona yakın kişinin bu havuza gireceği ve hepsinin de en düşük asgari ücret seviyesinde ücreti olduğu varsayılırsa; kaba bir hesapla ayda asgari net ücretin yüzde 3’ü kadar, 39 TL’lik bir katkıyla; yılda en kötü olasılıkla 7 milyar TL’lik bir tasarruf birikimi mümkün olabilecek. Burada da, ayrıca kamunun yüzde 25’lik katkısı olacak.
Sistemin tasarımı, çok düşük ücret seviyesinde oldukça teşvik edici; girişte de, uzun kalışta da. Asgari ücretli bir kişi; ilk otomatik katılımda bin TL giriş teşviki alacak, 10 yıl kaldıktan sonra aylık bağlanmasını tercih etmesi halinde ilave bir yüzde 5 devlet katkısı daha alacak. Eksiklik; ilk iki aylık dönem dışında, sistemden ayrılma seçeneği konulmamış.
Buraya kadar çok iyi. Ancak, dün aynı anda Meclis’e sunulan ‘torba yasa’ içinde Türkiye Varlık Fonu kurulmasına dair bir yasa tasarısı da yer alıyor. Bu, otomatik katılımla sağlanan fonların, nereye gideceğinin de ipucu aynı zamanda.
Kurulacak ‘Varlık Fonu’ ile kamunun gelir ve fon fazlalarının mega yatırım projelerine aktarımın sağlanacağı, yasa tasarısının gerekçelerinde sayılıyor. Ayrıca, “tasarrufların emeklilik sistemi aracılığı ile ulusal varlık fonlarına aktarıldığına” dikkat çekerek, büyümeye katkı sağlandığı vurgulanıyor. Buna örnek olarak da, her yıl petrol geliri fazlası olan Körfez ülkeleri, Norveç, Rusya gibi ülkeler, tasarruf fazlası olan Çin gösterilmiş. Aradaki fark, bizim hala yüksek tasarruf açığımız var; o ülkelerin ise fazlası var ve geleceğe fon biriktiriyorlar.
Bunun içinde bankaların birbirine yaptıkları döviz mevduatları da dahil. Bireysel hesaplardan 6.8 milyar dolar, şirket ve kurum hesaplarından ise 1.7 milyar dolarlık bir azalış olmuş.
Bu azalışın ‘aslan payı’, darbe girişimi nedeniyle döviz kurunun yüzde 7 civarında artışıyla, döviz bozdurulması. Döviz hesaplarının yüzde 5’i çözülmüş oldu. Nitekim bu hareket, TL mevduatlardaki artışa gitti; bankalararası dahil olmak üzere 18.8 milyar TL’lik artışa neden oldu. Bunun 16.2 milyarı mevduat bankalarında, 2.6 milyarı katılım bankalarındaki TL hesaplardan geliyor. Dolar karşılığı olarak bakılırsa sırasıyla 5.4 milyar dolar ile 865 milyon dolar ediyor.
Döviz hesaplarındaki azalış 9.2 milyar dolar, TL’deki artış da 6.2 milyar dolar karşılığı ediyor. Aradaki fark kabaca 3 milyar dolar. Biliyoruz ki; aynı hafta yabancı yatırımcılar 220 milyon doları hisse senedi olmak üzere, 516 milyon dolarlık satış yaparak çıkmışlar. Bu da hesaba katılırsa geriye kalan net 2.5 milyar dolarlık bir tutarın bankacılık sisteminden çıkmış olduğu anlaşılıyor.
Merkez Bankası’nın döviz rezervlerindeki azalış ise 1.3 milyar dolar. Bu hareket, haftalık giriş ve çıkışlar dikkate alındığında normal zamanlarda gözlenebilen bir hareket. Anormallik yok.
Çünkü ilki moral verme amaçlı olsa da iç kamuoyu adresli; oysa ikincisi, kafasında soru işareti olanlara ‘ne yaptıklarını biliyorlar’ mesajı veriyor.
Darbe girişimi sonrasında, olumsuz raporlara ya da olası bir gelişmeye karşı ‘şahin’ açıklamalar, sakin açıklamalar ve ayrıca ‘işgüzar’ açıklamalar birbirine karışıyor. Doğru sinyal bile gürültüye gidiyor.
Türkiye’nin kredi notunu indirme eşiğinde olan dereceleme kuruluşlarına söylenecek ilk söz, sakin ve soğukkanlı biçimde ‘bu dalgayı nasıl önleriz?’ üzerine kurulu olmalı. Ayrıca, dün Merkez Bankası Başkanı Çetinkaya’nın “Kredi notları yatırım kararlarında tek belirleyici değildir” sözü, durumu hafife almak demek.
Türkiye’nin mevcut yatırım sınıfı iki kredi notundan birini kaybetmesi halinde, ülkeden ne kadar sermaye kaybı olacağını artık uzman olmayan bir gazete-internet okuru bile biliyor. Ayrıca, yerel ya da uluslararası düzlemde bankalararası sermaye akışlarında ‘Basel 3’ kuralları risk ağırlıklandırmasını esas alınıyor. Bunda da kredi derecesine bakılıyor. Bunların hesabını da, en başta Türkiye’ye kredi açanlar, sermaye getirenler biliyor ve yapıyor.
Yapılacak işler ekonomi alanından çok, siyasi alanda duruyor. Doğrusu, darbe girişimi sonrasında bu şokun onarılmasında ekonomik tedbirlerin etki alanı sınırlı. Etkili onarım siyasi alanda; demokratik mekanizmaların Meclis’teki partilerin işbirliği ve katılımı ile kapsayıcılıkla yürütülmesinde yatıyor. Bu, ekonomide potansiyel hasarların hızla onarılmasında çapa işlevi görecektir.
Tek başına, kamudaki görevlerde artık birincil kriterin liyakat olacağını ilan etmenin bile, derin hasar almış kurumsal yapıların güçlenmesine dair önemli bir çapa olacağını hatırda tutmak gerekiyor.
Türkiye’nin büyümesinin ‘yakıtı’ olan sermaye akımlarını sağlayan yabancı yatırımcıları ikna edecek olan da, demokratik süreçler içinde bu onarımın yapılması. Yatırımcıların travma sonrası stresin politik olarak iyi yönetilip yönetilemediğine bakacakları çok açık. Çünkü iyi yönetilemezse kısıtlayıcı bir eşiğe doğru gidilebileceği kaygısı var.
Ekonomideki durumu sakinleştirme ve normale çevirme konusunda ilk adımlar Başbakan Yardımcısı
Ben de likidite mesajı ve Merkez Bankası’nın kısıtlayıcı olmayan, ‘kendi akışında’ bir tavır sergilemesinin en doğru tavır olacağını ilettim. Aynı biçimde, hayatın ve ekonominin gündelik akışına hemen döndürülmesi gerektiğini düşünüyordum.
Aklın yolu bir; nitekim pazar günü uluslararası yatırımcılar için telefonla yapılan konferans görüşmede Merkez Bankası Başkanının müdahaleci olmayacaklarını söylemesi en az likidite önlemleri kadar yerinde bir duruş olmuş. Tüm bunlar mali çalkantının potansiyel dalga boyunu azaltır.
Olağanüstü durumlarda sakin kalan ve zorunlu olmadıkça kısıtlama ve müdahalecilikten uzak duran kamusal otoriteler, etrafına da bu sakinliği yayar.
Peki, Merkez Bankası’nın dün gecelik borç verme faizini düşürmesi yerinde mi? Normal koşullarda faiz indirmemesi gerekirdi. En başta kredi dereceleme kuruluşu Moody’s tarafından önceki gece açıklanan ‘not indirimi için gözden geçirme’ kararının gölgesinde, ölçeği küçültülmüş de olsa faiz indirimine gidilmesi doğru değil. Buradan da ‘risklerin farkında’ mesajını verebilirdi.
Belki bu darbe girişiminin ekonomiye getireceği ekonomik yavaşlama etkisini de hesaba katmış olabilirler. Ancak, darbe girişimi sonrasında sermaye çıkışı potansiyeli en önemli kaygı olarak hesaba katılmalıydı. Nitekim buna kapı açacak kredi notu indirimi de olasılıkla birkaç aylık bir ufukta olası. Bunun da üç gerekçesinden biri sermaye hareketlerine ve dış finansmana dair kaygılara dayanıyor.
CUMA akşamı yaşanan darbe girişiminin, orta vadede ekonomiye de hasar vereceği çok açık. Ancak şimdi bundan önce, dalgalanmayı kontrol altına alma ve ekonomik akışın devamını sağlama, toparlama üzerine düşünmek gerekiyor.
İşte dün, mali piyasalarda ortaya çıkabilecek çalkantıya karşı bankacılar, yerinde bir adımla Bankalar Birliği’nde bir araya gelip durum değerlendirmesi yapmışlar. Hiçbir kamu otoritesi olmadan yapılan toplantıdan çıkan bankacıların oldukça rahat oldukları dikkatimi çekti. Hatta bir bankacı “başlangıçta tedirgindim, ancak toplantıdan rahat çıktım” diyerek açıklıyor ruh halini. Toplantıya katılanlar Bankalar Birliği yönetim kurulu üyesi bankaların hazine yönetimlerinden sorumlu genel müdür yardımcıları. Toplantı sonunda, Merkez Bankası’nın her piyasada rahatça likidite sağlamasının yeterli olduğu konusunda mutabık kalmışlar. Bunu da toplantı sonrasında, kendileriyle sürekli iletişim halinde olan Merkez Bankası üst düzey yöneticilerine bildirmişler.
Cuma gecesi Meclis’in savaş uçaklarınca bombalandığı bir tablo, doğal olarak kimi yurttaşları paniğe sevk etmiş. Kimi yerleşim yerlerinde banka ATM’lerinde nakit kalmamış. Ancak, hemen ertesinde cumartesi günü sabahtan Merkez Bankası çok yerinde bir refleksle bankalarla temasa geçerek, Merkez Bankası şubelerini açık tuttuğunu, isteyen bankalara nakit verebileceğini bildirmiş. Bazı bankalar nakit yedeklemesini bu şekilde yaparak ATM’lerine para koymuş.
LİKİDİTE HER ŞEYDİR
Biri, Türkiye’nin ilk 100 listesine giren vergi rekortmeni mükelleflerin yarısının ‘benim adımı yayımlamayın’ talebinde bulunmuş olması ve listenin yarısının boşluklarla kaplanmış olması, diğeri de kurumlar arasında Merkez Bankası’nın açık ara şampiyon olması.
Her şeyin çok iyi olduğu bir ekonomide, hukukun üstünlüğünün kökleşmiş olduğu, demokratik mekanizmaların iyi işlediği, kurumların çalıştığı, kapsayıcılığın çok güçlü olduğu bir ülkede mükellefler saklanma ihtiyacı duymazlar; tersine onlar için, kurumları için büyük bir gurur kaynağıdır.
Listeler açıklandıktan sonra herkesin üzerine kafa yorduğu konu bu; vergi listesine girenlerin yarısı neden gizlenme ihtiyacı duyuyorlar? Neden son birkaç yılda gizlenenlerin sayısı çığ gibi büyüyor? Neden 2009’da 12 kişi gizlerken, 2015’de 51’e ulaştı?
Bunun birkaç ana nedeni olmalı. Dün Sefer Levent, Hürriyet’teki yazısında bu konuya değindi ve sordu: Neden dev ihalelerde hep karşımıza çıkan isimler yoktu?