Uğur Gürses

G-20 raporunda gelişen ekonomilere uyarı

15 Mart 2017
ENFLASYON iki hanede ve bir süre daha devam edeceği anlaşılıyor.

Ama Merkez Bankası şu duruşu sergiliyor; ‘faiz artırmamak için kur artışını seyrettik, enflasyon çift hanede, bir süre ‘yakar geçer’, sonunu bekleyin nasılsa düşecek’. İşte bu yüzden, kararlılık ve sinyal etkisi taşıyan politika faizini değil; sadece ‘başı belada’ olan ya da hesabını şaşıran bankaların gün sonunda TL likiditesi sağlamak için gittiği pencere olan ‘Geç Likidite Penceresini’ sanki doğal bir araçmış gibi kullanıyor. Sürdürülemez bir pencere, bir buçuk aydır ağırlığı artırılarak devam ettiriliyor.

Banka, faiz kararının alınacağı Perşembe günkü Para Politikası Kurulu toplantısına, likiditenin yüzde 90’ının bu pencereden verildiği bir tabloyla giriyor.

Eğer ekonomide, 10-15 gün için finansal sistemde geçici olarak bu yola girilmiş olsaydı; bugün konuşulmuyor olacaktı. Ama 45 günü aşan bir süredir ‘geçici olduğu sinyali üstüne basa basa verilen’ bu pencerenin kullanılması, arzu edilen sonucu da getirmiyor; ne enflasyon beklentileri çapalanabiliyor, ne de kur dalgalanması. Ayrıca, ekonominin ve finansal sistemin ihtiyacı olan likiditenin öğleden sonra 16’ya kadar kısılması ve sonrasında verilmesinin orta vadede olumsuz etkilerini ise sonra konuşacağız.

17 Mart günü Almanya’nın Baden-Baden kentinde başlayacak olan G-20 Merkez Bankası Başkanları ve Maliye Bakanları Toplantısı öncesinde IMF tarafından hazırlanan ön raporda, gelişmiş ülkelerde talep zayıflığı ve enflasyon düşüklüğü not edilirken, ekonomik görünümün ABD’deki genişlemeci politika beklentileri ve küresel imalatta çevrimsel yükselişten dolayı iyileştiği vurgulanıyor. Raporun dikkat çeken tarafı; bizim gibi gelişen ülkelerdeki büyüme tahminlerinin hafifçe aşağı çekilmesi. Bunun nedeninin, güçlü dolar ve küresel çapta yüksek faiz oranları nedeniyle finansal koşulların sıkılaşması olduğu not ediliyor.

Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek bu toplantıya katıldıklarında masalarında bulacakları bu raporda, “Küresel finansal koşullar, ABD’deki enflasyonist baskılara bağlı olarak hızla yükselen faiz oranları nedeniyle beklenenden daha hızlı biçimde sıkılaşabilir” diye yazıyor.

Rapor, böyle bir senaryoda; kamu ya da özel kesimi çok borçlu olan, zayıf banka bilançoları olan, politika tamponları kalmamış gelişen ülkelerde, sermaye akımlarının terse dönmesinin, sıkılaşan finansal koşulların ve döviz kurundaki sert dalgalanmaların hasar yaratabileceğine işaret ediyor.

Fazlası, Çin’deki ani ve sert bir ekonomik yavaşlamanın risklerine özel bir vurgu yapılmış. Sadece bu bile gelişen ülkelere sert fırtınalar yaratabilecek bir risk.

Rapor, gelişen ülkelerin; küresel finansal koşulların sıkılaşmasının getireceği kırılganlarla baş etmesi için, makroekonomik istikrarın tesisi ve politika tamponlarının kurulmasının öneminin altı çiziliyor. IMF’nin G-20 için hazırladığı bu raporda, Türkiye için 2017 büyüme tahminini yüzde 3’ten yüzde 2.9’a çekerken, 2018 tahminini de yüzde 3.3’ten yüzde 3.4’e yükseltmiş.

Yazının Devamını Oku

Putin’in ‘Mir’ kelamı

13 Mart 2017
Tıpkı Bankalararası Kart Merkezi’nin (BKM), Visa ve Mastercad gibi kart ödeme sistemlerine alternatif kurduğu Troy gibi Rusya Devlet Başkanı Putin de Batı’nın Ukrayna ambargosu sırasında Rus ulusal kart sistemi ‘Mir’i oluşturdu. Şimdi, Rusya ve Türkiye’nin yerel para birimleriyle ticareti için Mir’in altyapısının Türkiye’ye uyarlanması için iki lider anlaştı. Bu ne anlama geliyor, mümkün mü, nasıl çalışacak? 

RUSYA Devlet Başkanı Putin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Moskova ziyaretinde Rusya’daki ödeme sistemi Mir’in Türkiye’de de altyapısının oluşturulması önerisini gündeme getirdi. Bunun da masada konuşulduğunu açıkladı. Peki bu ne anlama geliyor, mümkün mü, nasıl çalışacak? Rusya’da 2015’te kurulan ve ruble cinsi yerel kredi kartı ödeme sistemi Mir’in Türkiye’de altyapısının kurulması demek, bu kart sistemi ile yapılacak ödemelerin takasının doğrudan iki ülke arasında yapılabilmesi demek. Bunun, karşılıklı ticarette yerel paraların kullanılması çabasının bir parçası olduğu açık. Mir, bizde kurulan Troy gibi; kredi kartı harcamalarının takasının ülke içinde yapıldığı ortak kart ödeme sistemi. Mastercard ya da Visa gibi uluslararası takas niteliği yok. Mir’in kuruluş nedeni de zaten  bu iki uluslararası ödeme sistemini ‘baypas’ etmek. Mir henüz Rusya’da bile yaygın değil; 2016 sonunda sayısı 1 milyon 760 bin adet. Rusya Merkez Bankası başkanı Elvira Nabiullina’ya göre, 2017’de sayısı 20 milyona ulaşabilecek. Devlet bastırıyor; ancak ilave maliyetler ve kabul görme sorunu yüzünden kimi bankaların isteksiz olduğu da basına yansımış.

UKRAYNA KRİZİNDE ÇIKTI

Rusya’nın Ukrayna krizi sırasında karşılaştığı ambargo ve kısıtlamalar arasında, iki büyük uluslararası kredi kartı ödeme sisteminde (Mastercard ve Visa) 7 Rus bankasının kredi kartı ödemelerinin durdurulması da vardı. 2014 Mart’ında bu sorunla karşılaşınca, temmuz ayında Rus Merkez Bankası bünyesinde yerel bir kredi kartı ödeme sistemi kurma kararı alındı; adı ise Mir oldu. Rusçada çifte anlamı var; ‘dünya’ ve ‘barış’. Putin’in ifade ettiği haliyle “Mir’in Türkiye’de de altyapısının oluşturulması”, sıradan teknik bir öneri değil. Bu, hayata geçerse aynen Mastercard ya da Visa gibi, yerel Rus ödeme sistemi Mir’in logosu ve bünyesinde çıkarılan kredi kartlarının Türkiye’deki işyerlerinde de kabul edilmesi, ATM ve POS’larda geçerli olması, ödeme takasının yapılabilmesi anlamına gelecek. Böylece, bir ucu Rusya’da diğer ucu Türkiye’de bulunan alıcı ve satıcının ödeme takasının yapılabilmesi mümkün olmalı ki; kredi kartları kabul görebilsin.

TURİSTLER KULLANACAK

Mir’in Türkiye’deki altyapı ve takas muhatabının da Bankalararası Kart Merkezi’nin (BKM) olacağı çok açık. Özetle her iki ülkenin yerel kredi kartı ödeme merkezinin ‘konuşuyor’ olması gerekiyor. Rusların bu kredi kartını Türkiye’de kim kullanacak? Rus turistler. İki ülke arasındaki turizm ilişkisinde en çok turisti kim gönderiyor? Rusya. Putin bunu neden öneriyor? Çok basit; son 5 yıl içinde zirvesinde yıllık 4.7 milyona ulaşan Rus turistlerin, Türkiye’deki kabaca 3.5 milyar dolara ulaşan harcamalarını evlerine döndüklerinde ruble ödeyerek yapabilmeleri için. Böylece, mevcut durumda Rusya’nın ödemeler dengesinde dolar ya da Euro çıkışı getiren kredi kart harcamalarında milyarlarca dolarlık tasarruf sağlayabilir; yeter ki ruble kabul eden satıcı olsun!

 RUSLAR GAZ ÖDEMESİNİ TL KABUL EDECEK Mİ?

HALİ hazırda herhangi bir Rus turist Türkiye’de harcama yaptığında; alışveriş yaptığı satıcı, kendi bankasından TL ödeme alıyor. Rus turiste ülkesinde kredi kartı ekstresinde ruble borcu geliyor ve ödüyor. Asıl takas, Rusya’daki banka ile Türkiye’deki bankanın döviz ödeme ya da tahsilat yapmasında. Nihai olarak Rusya’daki bankadan dolar çıkıyor, Türkiye’deki bankaya ise dolar geliyor. Uluslararası bir takas gerçekleşiyor. ‘Aracıyı aradan çıkaralım’ derseniz; bu örnekte Rusya’nın döviz rezervi kaybı olmayacak, Türkiye’nin de döviz geliri kaybı olacak demektir. Her ülkenin ticaret partneri bir başka ülke ile ikili ticaret takası, ödeme takası kurması ayrıca ilave maliyet de getiriyor. Kurulu uluslararası takas sistemleri, bu işten komisyon kazancı elde ediyorlar doğru; ama bu ikili takas sistemi kurma maliyetini de en aza indirgiyorlar.  Ayrıca, Mir ile kredi kartı takasını yapacak Türkiye’deki potansiyel takas merkezinin (olasılıkla BKM), TL ödeme yapıp ruble tahsilatı olacağından elinde bol miktarda ruble kalacaktır. Peki Ruslar doğalgaz ödemelerini de ruble cinsinden kabul edecekler mi? Sanmam. Ayrıca Türkiye’deki bankalar bu ‘altyapı’ için neden ilave masrafa girmek istesin ki? Türkiye’de Mir çalışmaz. Özeti şu; Rusya uluslararası izolasyondan uzaklaşmaya ve alternatif, maliyetli pencereler açmaya çalışıyor. Ama bunun için parasının talep görmesi gerekiyor. Tam konvertibilite mecralarından uzaklaşarak da bu sağlanamaz.

Yazının Devamını Oku

Meksika’nın aştığı ‘duvarı’ biz kendimize örüyoruz

8 Mart 2017
ABD’de Donald Trump’ın seçimi kazandığı anlaşıldığında, duvar örüp ticareti de vergilendireceğini vadettiği Meksika’nın parası peso hızla değer kaybetti.

Sadece peso değil, diğer gelişen ülke paraları da değer kaybetti; TL de. O seçimden 1 hafta sonra 14 kasımda, pesodaki değer kaybı aybaşına göre yüzde 10’u aşmıştı. TL’de ise yüzde 5’te idi. Bu etkiye ‘Trump etkisi’ denildi. Trump görevi devralana kadar bu kur artışı devam etti. Dolar Meksika pesosuna karşı yüzde 16 artarken, TL’ye karşı yüzde 23 artıyordu.

Meksika’da “bize duvar örüyorlar” diye ağlayan olmadı; Meksika Merkez Bankası parasını korumak için üstüne düşeni yaptı. Faizleri ekim sonundan bu yana 1.5 puanlık artışla yüzde 6.25’e yükseltti. Enflasyon hedefinin ise yüzde 3 olduğunu, faizin de cari enflasyonun çok üzerinde olduğunu not düşelim.

“Gelişen piyasa paraları çok değer kaybetti” konuşmaları başlayınca, Meksika özelinde biraz da ABD’den görece daha yumuşak sözler sarf edilince, gelişen ülke paraları toparlanmaya başladı. 3 Martta TL’deki değer kaybı 1 kasıma göre yüzde 20 iken, Meksika pesosunda yüzde 6’ya gerilemişti. Üstüne üstlük, Meksika Merkez Bankası faizi sıktıktan sonra dün bir de vadeli döviz satış penceresi açtıktan sonra; yüzde 3 daha değerlenme oldu ve ‘Trump rüzgarından’ Meksika’nın kur kaybı toplamda sadece yüzde 3’e düşmüş oldu. ‘TL’ye ne oldu?’ diyorsanız; dünkü Meksika etkisinden sadece yüzde 1.5 yararlanabildik. Ama kasım başından bu yana yaşanan tüm bu olan bitenden sonra tek başımıza yüzde 18.5’lik kur artışı ile kalakaldık.

Türkiye’de paramız değer kaybettiğinde, “Gelişen ülkelerde tüm paralar değer kaybediyor, bizde de oluyor” diye açıklayan siyasetçiler, neden o gelişen ülkelerin bu durumla karşılaştıklarında ne yaptıklarını da örnek almıyor?

Ocak ayında bizde de Merkez Bankası parayı sıktı, ama bunun geçici olduğunu vurgulayarak. Resmi faizlerini sadece 0.75 puan artırırken, bankaların günlük ihtiyacı olan likiditeyi günün geç saatine kadar bekleterek normalde politika aracı olarak kullanılmayan yüzde 11’lik ‘geç likidite penceresi’ne düşürerek bu sıkılığı sağladı. Bir yandan da, uzun vadeli tahvil faizlerini düşürmeye çalışan operasyonlara imza atarak.

Bu kur artışına kararlı ve kalıcı bir politika tepkisi veremeyen Merkez Bankası, ekonomideki çapayı da sürükledi. Birkaç aydaki yüzde 20’luk kur artışı enflasyonu da yüzde 10’un üzerine fırlattı. Yani hedefin iki katına.

Şimdi şöyle bir tablo var; Merkez Bankası ne kur artışına ne de enflasyona kararlı bir politika tepkisi veremeyince bankaların Hazine ihalelerine olan talebinin de kaydığı görülüyor. Nereye mi? Enflasyona endeksli tahvillere. Önceki gün yapılan Hazine ihalelerinde TÜFE’ye endeksli 10 yıllık tahvillere gelen rekor talebin sırrı, mali piyasada giderek artan şu eğilimde; ‘Merkez Bankası’nın izlediği para politikası ile enflasyonu dizginleme çabası yok, ancak enflasyona endeksli tahvillerle başımızın çaresine bakalım’.

Merkez Bankası’nın yönetimi ise 16 Mart günkü toplantısında faizleri artırmadan pas geçebilmek için giderek gün içinde piyasada kalan para miktarını boğmaya, daraltmaya çalışıyor.

Yazının Devamını Oku

Uzun vadeli faizlere operasyon

4 Mart 2017
MERKEZ bankaları olağanüstü koşullar olmadıkça faizleri etkileyecek derecede tahvil alımı yapmazlar. ABD, Avrupa ve Japonya’nın merkez bankalarının esaslı nedenleri vardı; deflasyon ya da durgunluk tehlikesini savuşturmak için piyasaya kalıcı para vermenin yolu buydu.

Peki tüm yıla yayılacak tahvil alım programını bir aya sıkıştıran, fazlasını da şubat ayında koşa koşa yapan bizim Merkez Bankası’nın kaygısı ne? Likiditeyi repo yoluyla veriyor, enflasyon ise çift hanenin eşiğinde. Tahvil alımı yapmasının, bunu artırmasının, hızını yükseltmesinin gerekçesi ne? İşi olmayan; uzun vadeli faizleri düşürmek mi?

Merkez Bankası tüm yıl için hedeflediği tahvil alımını bir ayda tamamladığı gibi, üstüne ilave 1 milyar daha fazla tahvil aldı. Bunu da baştan ‘ön yüklemeleri yapacağını’ da duyurmadı. Yılın ilk iki ayında Hazine’nin aynı dönemde ihale yoluyla yaptığı borçlanmaların kabaca yüzde 40’ına yakın bir tahvil alımı gerçekleştirdi. Özetle; miktar olarak Hazine 100 borçlandı, 40’ını Merkez Bankası aldı demek.

Şubatın ikinci yarısında, hızlandırdığı bu operasyonun; piyasaya verilen likidite açısından etkisi önemsiz, ama uzun vadeli tahvillerin faizlerini aşağı bastıran bir niteliği oldu.

Sonuçta olan biten şu; kısa vadeli faizleri yükselten Merkez Bankası, uzun vadeli faizlerde de; yılbaşına göre 10 yıllık tahvillerde 0.8 puana yakın, 5 yıllık faizlerde 0.40 puan’a yakın düşüş sağladı.

Merkez bankaları, ekonominin likiditesini ayarlamak ve enflasyona karşı para politikasını etkin kılmak için tahvil portföyü tutarlar. Genellikle devlet tahvilidir bu. İki ana eksende yer alır; biri likidite çekmek için ters repo yapmak (piyasadan para çekip, geçici olarak karşılığında bankalara tahvil vermek) için tahvil portföyüne ihtiyaç olur. İkincisi de gelişmiş merkez bankalarının yaptığı gibi; deflasyon ve durgunluktan kaçınmak için parasal genişleme amaçlı tahvil satın alınarak piyasaya para verilir.

Bizim Merkez Bankası çok uzun zamandır, neredeyse 10 yıldır piyasaya para veren konumda. Yani küçük miktarlar dışında, para çekmek için portföyünde yüksek kağıt taşımasına ihtiyaç yok. Yakın bir gelecekte de ihtiyacı olmayacak.

2009-2010 Durmuş Yılmaz döneminde ‘tahvil portföyü geri ödemeler nedeniyle küçülüyor, teminat verdiğimiz kimi işlemler için kağıt almamız lazım’ denilerek küçük miktarlarda doğrudan tahvil alım programı başlatılmıştı. Son 5-6 yıl boyunca alım işlemleri, Merkez Bankası’nın kağıt portföyü 8-10 milyar arasında tutulacak şekilde, ölçülü biçimde sürdürüldü.

Ancak

Yazının Devamını Oku

‘Trump Baba rallisi’ sona mı eriyor?

1 Mart 2017
ABD borsasında yıl sonunda görülen yükselişlere genelde “Noel Baba rallisi” deniyor.

Donald Trump’ın başkanlık yarışını kazanması ile borsalarda buna benzer biçimde “Trump Baba rallisi” yaşandı. ABD’de borsa kabaca 3 ayda yüzde 15 yükseldi. Diğer borsalar da buna kıyısından köşesinden eşlik etti. Aynı dönemde bizde de borsa yüzde 20’ye yakın prim yaptı.

ABD’deki borsa yükselişinin ardında, Trump’ın olası genişlemeci politikası vardı. Beklenti, çok kısa sürede büyük bir harcama ivmesi ve vergi indirimleri ile ekonomik büyümenin irtifa kazanması idi. Böylece şirketler ve bankalar kazançlı çıkacak ve değerleri artacaktı. Borsalar, bu tür olası gelişmeleri önceden ‘satın alır’. Olan da bu.

Çalışmalar devam ettiği için olmalı, bugüne kadar ortaya çıkmamıştı; ama olasılıkla bu sabaha karşı ABD’de Kongre konuşması ile Trump buna ışık tutmuş olacak. Şuna hiç şüphe yok; seçim kampanyası sırasında ne taahhüt ettiyse (doğru ya da yanlış) ilk işgününden itibaren adım adım bunları hayata geçirdiği için, ekonomi politikasında da dediğini yapacak görünüyor. Şimdiden savunma bütçesini 54 milyar dolar artırma niyetini ortaya koydu. 2009 krizinden sonra finansal alandaki kısıtlayıcı düzenlemeleri içeren Dodd-Frank Yasası’nı kapsamlı biçimde budamak için başkanlık direktifini imzaladı. Vergi düzenlemelerin ise ağustos ayına kalabileceği dillendiriliyor.

Trump dediklerini yapmaya başlayınca, ABD Merkez Bankası Fed’in olası faiz artırım takvimine dair beklentiler değişti. 2017’de 3 faiz artırım karar bekleniyor; ilkinin mart ayında olacağına dair beklentiler yüzde 30’lu olasılıktan yüzde 50’ye çıkıverdi.

İşin ilginç tarafı, Fed’in “enflasyondan kork, hem de geç kalmaktan kork” tavrı dikkate alınırsa; enflasyondaki yükseliş ivmesi sadece ABD’de değil, Avrupa’da da kendini gösteriyor. Özellikle üretici fiyatlarındaki yıllık artış oranları, son 5 yılın en yüksek seviyesine ulaştı; ABD’de Ocak ayı üretici fiyatlarındaki artış yüzde 4’ün üzerinde.

Avrupa’da deflasyon sınırına yaklaşarak parasal genişleme kararına yol açan fiyatlar, şimdi bir süredir yeniden yükseliyor. İspanya gibi ‘çevre’ ülkelerde yüzde 3’e, Almanya ve Fransa’da ise yüzde 2’ye yakın. Bu da, tahvil alım programının, yani parasal genişlemenin sonu demek olacak.

Hem ABD, hem de Avrupa’daki gelişmeler bizim gibi ülkeler için ‘borç ödeme zamanlarının’ zor geçeceğini şimdiden ilan ediyor.

İÇERİDEN FARKLI SİNYAL

Yazının Devamını Oku

OHAL’de ‘mutluluk’ patlaması

25 Şubat 2017
REFERANDUM anketlerindeki ‘kararsızları’ merak ederken, TÜİK önceki gün Yaşam Memnuniyeti Araştırması’nı yayımladı. Buradan, referandum öncesi anketlere ışık tutan izler var.

Yaşam memnuniyeti anketi, 2003 yılından beri resmi istatistik programı içinde. Her yıl kasım ayında hanelere anket düzenlenip 18 yaş ve üstü bireylerden veri toplanıyor, sonuçlar da izleyen şubat ayında yayımlanıyor.

Geçen hafta içinde açıklanan 2016 sonuçları şaşırtıcı; 2016’da mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı yüzde 61.3’e fırlamıştı. 2015’teki yüzde 56.6’dan 4.7 puanlık bir artış vardı. Böyle bir durum daha önce, 2009 yılından 2010’a gelindiğinde yaklaşık 7 puanlık bir artışla kendini göstermişti. Bu durum anlaşılabilirdi; çünkü 2008 sonunda patlayan küresel kriz, Türkiye’yi de 2009’da ekonomik olarak sarsmış, 2001’den sonra ilk defa ekonomi küçülmüştü. İşsizlik tavan yapmıştı. 2010’da yeniden sert biçimde ekonomik toparlanma olunca moraller yerine gelmişti. Kötünün geride kalması hissi mutluluğu kayıtlar üzerinde de yükseltti.

2010’daki mutluluk artışı anlaşılabilir. Peki 2016’daki ‘mutluluk patlamasını’ nasıl açıklayacağız? Bombalı terörizm eylemleri yaşanan, 36 yıl sonra kanlı bir darbeyle yüz yüze gelen, turizmi çöken, döviz kuru zıplayan ve en önemlisi anketin yapılmasından önce ekonomisi 3. çeyrekte yüzde 2’ye yakın küçülen ülkede ‘mutlu hissedenlerin’ oranı nasıl oldu da son 13 yılın ikinci büyük rekoru olan 5 puana yakın artış gösterdi? Hem de bir sır olmalı ki; tüm bu bir dizi melanete karşın, son 13 yılın en mutlu ikinci yılı olma şerefine nail eden neden nedir 2016’yı?

Hemen aklınıza istatistik kurumu ‘rakamlarla oynadı’ gelmesin. Acaba anketi yanıtlayanların gerçek hissiyatlarını söylememiş olması önemli neden olabilir mi? Malum olağanüstü hal var, kasım ayına kadar da nasıl uygulandığına dair yeterince deneyim elde ettik. Ankete katılanların, “acaba ‘mutsuz hissediyorum’ dersem başıma bir şey gelir mi?” hissiyatı önemli bir katkı yapmış olmalı.

Bunun ipuçlarını, anketin ayrıntılarında arayalım.

Birincisi, 2016’da ekonomik gelişmelerin bireyler üzerine etkisinin ‘Alice harikalar diyarında’ tablosu verdiği görülüyor;  daha ucuz ürün tüketenler yüzde 6.5 azalmış, borçlananlar 4.8 puan azalmış, borçlarını ödeyenler 3 puan, tasarruflarında azalma olanlar da 2.7 puan  düşmüş. Toplumun yüzde 76.8’i umutlu ve bu oran son 13 yılın tavanına yakın.

İlginç ayrıntı; sıfır ile bin 361 TL arasındaki hane halkı geliriyle hane halkı ihtiyaçlarının karşılanması soruluyor,

Yazının Devamını Oku

Kâr transfer mecrası olarak Merkez Bankası

22 Şubat 2017
MERKEZ Bankası, cuma günü aldığı kararla, ihracat ve döviz kazandırıcı reeskont kredilerinde, mayıs sonuna kadar olan vadede döviz olarak yapılması gereken geri ödemelerin TL ile yapılabilmesine olanak sağladı. Geçerli kur da bugüne göre 10 kuruş düşük olan yılbaşındaki kur olacak.

Kabaca 17 milyar dolarlık reeskont kredilerinin mart-mayıs arası 3 ayda vadesi gelecek olan bölümü, toplam 4.5 milyar dolar. Şubattaki dönüş miktarı ise 1.2 milyar dolar idi. Kalan 10 günde 500 milyon olsa; avantaj sağlananın tamamı 5 milyar dolar demek. Yani Merkez Bankası, bu borcun yükümlüsü şirketlere ‘kur kıyağı’ yapmış oluyor.

Bankanın dayanağı, 23 Ocak günü  yayımlanan 683 sayılı KHK. Orada bahsi geçen, kuruluşların kapsamında olmamasına karşın, banka kendisini ‘KİT yerine koyarak’, vazife edinmiş.

Peki banka ne yapmış oluyor? Anlatalım.

Reeskont kredisi ile özünde; ihracatçı ya da döviz kazandırıcı sayılan sektörlerdeki şirketlerin döviz cinsinden düzenlediği senetler, bankalar aracılığı ile Merkez Bankası’na ‘kırdırılıyor’; yani iskonto edilerek kredi yaratılıyor. İşlem şöyle yapılıyor; şirketçe düzenlenen döviz cinsi senedi, o günkü kurdan TL karşılığını ödeyerek, belli bir faizle (yılbaşı öncesi yüzde 9) reeskonta kabul eden Merkez Bankası, nihai olarak şirkete, vadesinde döviz ödemek kaydı ile TL kredi veriyor. O gün Merkez Bankası’ndan TL alan şirket, en geç 8 ay sonra, iskonto ettirdiği senette yazan döviz miktarını bankalar kanalıyla Merkez Bankası’na ödüyor.

Normal zamanlarda banka, döviz kazandıran kesimlere TL kredi desteği sağlamış, nihayetinde de döviz rezervlerini güçlendirmiş oluyordu.

Şimdi Merkez Bankası diyor ki; “isterseniz vadesinde TL ile geri ödeme yapabilirsiniz; hatta bunu da yılbaşındaki kur seviyesinden, dolarsa 3.53’lük kurdan yapabilirsiniz” diyor.

Bunun sonuçlarına bakalım;

Birincisi

Yazının Devamını Oku

Şimşek’i şaşırtan ‘cayma hakkı’ kullanımı

18 Şubat 2017
DAHA ilk 12 günde bireysel emeklilik sistemine (BES) otomatik katılımla gelenlerden yüzde 26’sının ayrılmasını çok yüksek bulan Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, “Maalesef otomatik BES’e ilişkin haksız, olumsuz bir kampanya hissediyorum, Varlık Fonu ile ilişkilendirilmek isteniyor. Böyle bir şey gündemde değil” diyor. Peki sistemi kuran Şimşek neyi gözden kaçırıyor?

Malum; 45 yaş altındaki çalışanların bireysel BES katılımı yılbaşında otomatik hale getirilmişti. İşyeri çalışan sayısına göre ve kamuda kademeli bir takvimle katılım gerçekleşecek. BES’e katılımın otomatik olması; sisteme otomatik olarak sokulan çalışanın, çıkma dilekçesi vermediği sürece sistemde kalması demek.

Henüz iki ay tamamlanmadı; ancak henüz ilk kademede ‘firenin’ yüzde 26 olduğunu dünkü açıklamasında Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’ten duyuyoruz. Şimşek, bireysel emeklilik sistemine 12 Şubat itibariyle 980 bin otomatik katılımcı olduğunu, katılımcıların yüzde 26’sının cayma hakkını kullandığını, bunun ardında da Varlık Fonu ile bağlantılı “haksız ve olumsuz bir kampanya hissettiğini” söylüyor.

Aybaşına, gelirine oranla borçlu başlayanlar olasılıkla bu cayma hakkını kullanıyor olmalı. Ama ötesinde, Şimşek serzenişte çok haklı; zira bu ‘olumsuz kampanyanın’ temelleri, bizzat altına imza attığı kararlarda yatıyor. Bahsettiği Varlık Fonu’nun, kendi bakanlığının yönetimi altındaki Hazine’nin yapamadığı hangi işi yapacağını Şimşek bile anlatamadı. Ama hem kendi sorumluluk alanındaki hem de mülkiyeti Hazine’ye ait tüm kamu bankalarını Varlık Fonu’na devreden düzenlemenin altında kendi imzası da vardı. Daha fazlası, Varlık Fonu’nun kurulmasının ne kadar iyi olduğunu da hiç kamuoyuna, şöyle ‘ağız dolusu’ bir heyecanla anlatmadı.

İlişkisi ise şöyle; Varlık Fonu’nun kuruluşu ile BES otomatik katılımın benzer zamanlarda düzenlenmesi tabii ki kuşku yaratıyor. Kaynak ‘fakiri’ bankaların kredi vermeye zorlandığı, mega projelerin de kaynak bulamadığı bir dönemde; BES’e otomatik katılımla gelecek fonların en az yüzde 10’unun Türkiye Varlık Fonu’nun da sayıldığı alanlara zorunlu olarak yatırma, emeklilik şirketlerinin ellerindeki fonların yüzde 30’undan fazlasını başka şirketlere yönettirme gibi zorunlulukların altında Şimşek’in imzası var. Bu yüzde 10’luk ‘zorunlu yatırımın’ artırılması da bir KHK’ya bakar, öyle değil mi?

Ayrıca hükümetin, devletin bütçe, Hazine ve Merkez Bankası gibi üç temel kurumuna paralel işlevler biçilen Varlık Fonu kurması, başlı başına yurttaşlar tarafında da kaygı yaratması çok doğal. Devlet, kendi içinde bile paralel kurumlar yaratıp hem de bu kurumları esaslı bir denetim olmadan çalıştıracaksa yurttaşlar harcanabilir gelirinin bir bölümünü neden teslim etsin?

Varlık Fonu’nun somut olarak ne yapacağını, ilk birkaç yıllık planın ne olacağını bile kamuoyuna açıklamadan, kazancı bütçeye akan kuruluşları bu fona aktarınca; yurttaşlarda, ülke tarihindeki geçmiş deneyimlerin de ışığında, ‘param cebimde kalsın, tasarrufu ben yaparım’ düşüncesi yaratması şaşırtıcı olmamalı.

Takvime göre ilk bir buçuk ayda, ama fiiliyatta maaş ödemelerinin çoğunlukla ay sonunda yapılmasından dolayı ilk 12 günde yüzde 26’lık ayrılma oranı bu ay sonunda olasılıkla çok daha yüksek bir orana ulaşacak.

‘Olumsuz kampanyadan’

Yazının Devamını Oku