Uğur Gürses

‘Finans merkezinin’ foreks macerası

15 Şubat 2017
CUMA günü yayımlanan bir tebliğ ile kamuoyunda ‘foreks’ olarak bilinen kaldıraçlı döviz ve altın işlemlerine sınırlamalar getirildi. Peki ne oldu da birden bire bu düzenlemeye gidildi? 6 yıl boyunca neden izin verildi, şimdi neden kısıtlanıyor?

Alınan kararla, daha önce 1’e 100 olan kaldıraç oranı 1’e 10’a düşürülürken, en düşük teminat miktarı 50 bin TL olarak belirlendi.

1’e 100 kaldıracın anlamı şu; bin lirası olan kişiler, 100 bin TL’nin satın alabileceği riskleri taşıyabiliyordu. Foreks işlemcisi, sanki 100 bin lirası varmış gibi çeşitli dövizlerin, altının ya da diğer emtianın fiyat hareketlerine ‘oynayabiliyordu’. Tersten okunursa; kaldıraçlı olarak nihai riski 100 bin TL olan bir işlemde, fiyat ya da kur yüzde 1 oynarsa işlemci ilk yatırdığı para (bin TL) kadar kazanç ya da kayıpla karşılaşabiliyordu.

İşte bu kaldıraç oranı Sermaye Piyasası Kurulu’nca (SPK) 1’e 10’a düşürüldü; en az teminat miktarı da 50 bin TL’ye.

Özellikle piyasalarda dalgalanmanın yüksek olduğu dönemlerde spot piyasada ‘dalga boyu’ gün içinde yüzde 1’in bile çok üzerine çıkabiliyor. Yüksek kaldıraçlı işlemlerde bu ‘yıkıcı’ kayıplar yaratabiliyor. Zaten aracı kurumların yayımladığı bu konudaki 2016 son çeyrek verileri de, zararda olan kaldıraçlı işlem müşteri hesaplarının ortalama yüzde 80’inin zararda olduğunu söylüyor.

Aracı kurum yetkililerinden aldığım bilgiye göre; Ankara’daki otorite ve siyasetçiler kaldıraçlı işlemleri ‘kumar olarak görüyor’. Eğer öyle ise 1’e 10 oranı da ‘kumar’; öyle değil mi?

Kaldıraçlı işlemler normalde, özellikle gündelik piyasa işlemlerinde alınan risklerin bertaraf edilmesi için vadeli piyasa ürünlerinde kullanılıyor. Temelde riskten korunma aracı olarak; gelecekteki fiyat ya da kur hareketinden, yani bir riskten kaçınma amaçlı yapılan işlemler. Bir çeşit ‘sigorta poliçesi’.

Bu işlemlerin yapılmasında tuhaflık yok. Tuhaflık; bunun finansal okur yazarlığı olmayan bir kitleye ‘yatırım aracı’ olarak pazarlanarak sunulması, teşvik edilen bir ‘alet’ haline getirilmesi. Hani ‘kısa sürede köşe dönme’ hayali olanlara.

SPK, başta yaptığı yanlışı başka bir yanlışla yani ‘yasakla’ çözme yoluna gitti.

Yazının Devamını Oku

‘Çalmadılarsa hırsız değiller’ düzenlemesi

12 Şubat 2017
ÖNCEKİ gün yayımlanan bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Bankacılık Kanunu’na, özetle “çalmadılarsa hırsız değiller” anlamına gelen bir fıkra eklendi. Muhatap bankacılar değil tabii ki. Bakın nasıl?

Yasalarda suç vasfı tanımlanır ve buna uygun cezalandırmalar yazılır. Oysa Bankacılık Yasası’na yapılan ekleme ile mealen “bankacılar şu işlemleri yaparsa zimmet sayılmaz” denildi. Neyin suç olmadığı yasaya sabitlendi.

Eklenen fıkra şöyle: “Bankacılık mevzuatı ile bankacılık usul ve prensiplerine uygun kredi kullandırma, bu kredileri temdit etme veya ek kredi kullandırma, taksitlendirme, teminata bağlama yahut sair yöntemlerle yeniden yapılandırma işlemleri zimmet suçunu oluşturmaz.”

Eklenen bu fıkra ile deniliyor ki; bankacılar kredilerin vadesini uzatır, yeniler, mevcuda ilave kredi kullandırır, taksitlendirir, teminat değişikliği yaparsa bunlar zimmet suçu oluşturmaz.

Bu düzenlemenin muhatabı bankacılardan çok, ne yazık ki yasayı bugüne dek farklı yorumlayan yargı süreçlerinde yer alan savcı ve yargıçlar. Adres orası.

Bankacılar uzun zamandan beri yasada değişiklik yapılmasını talep ediyorlardı. Çünkü 2001 krizi sonrasında mahkemeye düşen bankacılık yargılamalarında karşılaşılan çok örnek olduğu görülüyor. Örneğin, vadesinde ödeme zorluğu içine girmesi olası bir kredinin yenilenmesi ya da yapılandırılmasına dair işlemlerin zimmet suçu niteliği taşıdığını savunarak dava açılması, karar verilmesine dair örnekler var. Normal koşullarda, bankacılık kuralları ve teamülleri, yasal düzenlemeler çerçevesinde yapılabilen bu işlemlerin, bir şekilde mahkemeye düştüğü ve yargılamalarda ‘zimmet suçu’ elbisesi giydirildiği görüldü.

Özellikle son bir yılda hem genel durgunluktan, hem de turizm, enerji ve metaldeki sektörel krizden dolayı şirketlerin kredi geri ödemelerinde sorunlar var. Bu şirketlerin kredilerinde vade yenileme, teminatlandırma ya da yapılandırma işlemleri banka yöneticilerinin en büyük kabusu, zimmetle yargılanma korkusuydu.

Bir bankacı, “kimi zimmet davası örneklerinde, vadesi gelen kredide geri ödeme sorunu varsa ‘hemen ipini çekmeliydiniz’ yaklaşımı vardı” diyerek anlatıyor durumu. Oysa bankacılıkta her şey ‘otomat’ gibi çalışmıyor. Şirketin nakit akışı, mal varlığı, teminatı, diğer borçlanma olanakları gibi unsurlara bakılması, ilave kredi verilmesi her zaman teamüller içinde.

Peki bu fıkranın bu biçimde yasaya yerleştirilmesi ilerideki dönemde, kötü niyetli zimmet vakalarına yol açar mı? Bankacılar, her işlemde

Yazının Devamını Oku

Paralel bütçe, paralel merkez bankası

8 Şubat 2017
İÇİNE kamu şirketleri ve bankaları devredilen Varlık Fonu’na, paralel bütçe yanında; hem paralel Hazine, hem de paralel merkez bankası işlevleri biçildiği anlaşılıyor. Hem borçlanma yapması, hem de elindeki fonlarla piyasalara müdahale etmesi.

Bu kurulumla, bu bakış açısıyla beklenen ve anlatılanların tersine bir tablo kaçınılmaz.

Borçlanmadan başlayalım. Mega projelere kaynak sağlamak için borçlanmada iki kanal var; biri yurtdışı, diğeri de yurtiçi. Kuruluşları bir teminat-rehin havuzuna koyup menkul kıymetleştirme yoluna giderek, tahvil ya da sukuk ihracı yaparak fon sağlama düşüncesi ilk yol. Uluslararası sermaye piyasalarında hangi araç olursa olsun, ihraç edeceğiniz bir menkul değerin içinden geçeceği bir kapı var; o da kredi derecesi almak.

Hani o yakın zamana kadar Ankara’da, ‘sizi kim takar’ denilerek küçümsenen kredi dereceleme şirketleri. Şimdi kredi notu alacaksınız ki yatırımcıların görüş alanına girebilesiniz.

Borçlanmaya gidilirse soru şu olacak; Hazine’nin yapamadığı hangi borçlanma vardı ki bunu bir Varlık Fonu içinde yapma çabasına girişildi?

Varlık Fonu’nun çıkaracağı hangi borçlanma aracı olursa olsun, muhtemelen aynı kredi notu sağlanacak olsa bile Hazine’den daha pahalı olacağı bugünden belli. Hem Varlık Fonu’nun içine KHK ile eklenen maddenin verdiği yetki ile devredilen kuruluşların olması, hem de Hazine’nin kurumsallığı ve kurallı yapısının dışında, denetimsiz olması ödeyeceği faizi daha yüksek kılar.

Devlet fonlarının uluslararası kabul görmüş ‘Santiago Kurallarına’ göre ilk ilkesi ‘sağlam hukuki temel’ geliyor. Bizim Varlık Fonu’nun hangi kuruluşları içine alabileceğine dair maddesi KHK ile düzenlendi. En başından sakat. Bu da hem fonun işlemlerini hem de çıkaracağı menkul değerleri bu kurallar setine aykırı yere düşürüyor.

Petrol zengini Ortadoğu ülkelerinin kurduğu varlık fonlarının bile kredi notuna dayanan yatırım kriterleri var. Bu yüzden, ister onların parasına talip olun, ister başkasının; uluslararası piyasalara kredi notu olmadan çıkarak ‘ahbap-çavuş’ işi borçlanmak mümkün değil.

İkinci seçenek ise Varlık Fonu’nun dış piyasalarla aynı anda ya da tek başına iç piyasada borçlanmaya çalışmasıdır. Bu durumda, ayrı bir kanaldan Hazine borçlanmalarına rakip olarak çıkacak demektir. Hazine’nin mevcut borçlanma miktarını kayda değer biçimde artırması neyse sonuç da o olacaktır; faizler aratacaktır.

Yazının Devamını Oku

Varlıkları rehin fonu

7 Şubat 2017
VARLIK fonları, petrol gibi doğal kaynaklar zengini ülkelerde bugünkü ve yakın gelecekte birikecek bu kamusal zenginliği ileriye, yani torunlara taşıma niyetiyle kurulur. Bugünkü refahı geleceğe, onlara da taşıma niyeti vardır.

Bizim gibi doğal kaynağı olmayan ülkede de, düzenlenişi itibariyle bugünkü harcamalar için eldeki varlıkları rehin ederek yaratılacak borçluluğu, geleceğe yani torunlara taşımak için kuruluyor.

Şu andaki tabloda görünen; bu bir ‘varlık fonu’ değil, varlık rehin fonudur.

Malum Varlık Fonu yasası Ağustos ayında Meclis’ten çıktı. Ocak ayı içinde, Olağanüstü Hal çerçevesinde hükümete verilen ‘kanun hükmünde kararname’ (KHK) yetkisi amaç dışında kullanılarak; bu varlık fonuna konulabilecek varlıklara ilave tanımlamalar yapıldı. Öyle genişti ki; ‘istediğimi bu fona devrederim’ maddesi idi.

İşte bu ‘indirme madde’ ile yani Meclis tarafından verilmeyen bir yetkinin hükümetçe yasaya KHK ile eklenmesi sayesinde, hafta sonu açıklandı ki; birçok kamu şirketi ve bankasının hisseleri Varlık Fonu’na devredildi. Meclis iradesi dışında ve OHAL’le ilgisi olmayan bir yetki ile yasaya madde ekleniyor, buna bağlı transfer yapılıyor. Bunun hukuk dışı olduğu tartışma götürmez. Bugünden ileriye doğru yapılacak tüm işlemlerin mahkemelik olması kuvvetle muhtemel.

O kadar denetimsiz ki; zaten bu fonu yönetenleri de, denetleyenleri de başbakan atayacak. Meclis adına hiçbir Sayıştay denetimi olmayacak. Meclis, iktidar milletvekilleri dahil ne yazık ki seyredecek.

Demokratik ülkelerde, böylesi büyük fonların yönetimi de denetimi de üzerine titizlikle titrenen olgulardır; şeffaflık ve hesap vermeye dayanır. Atanan kişilerin bu konuda eğitimli, uzman, deneyimli ve saygın olması beklenir.

PEKİ BU FON NE YAPACAK?

Varlık Fonu’nun, kendisine Hazine’den devredilen varlıkları satmaktan çok, rehnederek borçlanma ve kaynak yaratma peşinde koşacağı çok açık.

Yazının Devamını Oku

Kur artışı yoksulun mutfağını yaktı

4 Şubat 2017
PİYASA faizi bile artmışken ‘Aman faiz artırmayalım’ takıntısıyla kur artışına göz yumulmasaydı; sadece bir ayda yüzde 6.8 gibi astronomik yüksek oranda bir gıda fiyat artışıyla olasılıkla karşı karşıya kalmayacaktık.

PİYASA faizi bile artmışken ‘Aman faiz artırmayalım’ takıntısıyla kur artışına göz yumulmasaydı; sadece bir ayda yüzde 6.8 gibi astronomik yüksek oranda bir gıda fiyat artışıyla olasılıkla karşı karşıya kalmayacaktık. Bu artış oranı, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2003’ten bu yana tuttuğu fiyat serilerinde gözlenmiş aylık bir artış değildi; Ocak 2017’ye kadar.

Gıda, ekonomideki talep durgunluğundan en az etkilenen alan; çünkü temel yaşam harcamalarımızdan ve en büyük yer tutanı. Düşük gelir gruplarında, özellikle de asgari ücretli geliri olan hanelerde ise gıda harcaması çok daha fazla yer tutuyor. Bu yüzden enflasyon artışı, özelde de gıdadaki sert artış yoksulu vuran bir nitelik taşıyor. ‘Ocak ayında vurdu geçti’ denilebilecek türden de bir artış değil bu. İzleyen aylarda da dalgalar devam edecek. Çünkü hem ilave kur artışı oldu, hem de kur artışının geçmişe göre daha kalıcı olduğu inancı pekişiyor.

Enflasyon ocak ayında yüzde 2.5’luk bir artış gösterip yıllık yüzde 9.2’ye yükselirken, gıda dışında ikinci önemli etken enerji fiyatlarındaki yüzde 3.5’luk artış. Burada da, kur etkisi olduğu çok belirgin.

TÜİK’in tüketici fiyatları endeksinde yer alan 414 mal ve hizmet kaleminin 290’ında artış olmuş. Yani ocak ayında satın aldığımız mal ve hizmet kalemlerinin yüzde 70’inin fiyatı artmış.

Bu fiyat artışlarının burada kalmayacağının sinyalini de üretici fiyatlarındaki gelişmeden alıyoruz. Yurtiçi Üretici Fiyatları Endeksi’ndeki yıllık artış yüzde 13.7’ye vurmuş durumda. Bu da, neredeyse son 10 yılın rekoru. 2008 Ağustos ayındaki yüzde 14.6’lık artışın ardından bu yılın ocak ayı yeni bir rekor kırdı. 2008 Ağustos ayındaki o seviye de anlaşılabilirdi; dünyada emtia fiyatlarının patlama yaptığı bir dönemdi.

Üretici fiyatlarında eylülden beri dört ayda toplam artış yüzde 10’a ulaşmış durumda. İmalat sanayinde ise aynı dönemde yüzde 10.9, son bir yılda ise yüzde 15.8 artış var.

Sanayide üretilen ara malların, yani hane halkı olarak bizlerin satın aldığı ya da ihracatta başka ülkelerle rekabet ettiğimiz nihai ürünlerin üretiminde kullanılan ara malların fiyat artışı yüzde 18’de. Bu artışların TÜFE’ye yansıması kaçınılmaz.

Yani henüz

Yazının Devamını Oku

‘Enflasyonu saldım çift haneye’ politikası

1 Şubat 2017
DAHA önce hiç böyle bir şey olmamıştı; enflasyon hedeflemesine geçildiğinden bu yana ilk defa, yılın en başında Merkez Bankası, yıl sonu enflasyon hedefini, 2 puanlık belirsizlik bandı dahilinde bile tutturamayacağını ilan etti. Ayrıca, bunun mevcut ‘sıkı duruşla’ bile olmayacağını da. Anlamı, ‘enflasyonu saldım çayıra, başınızın çaresine bakın’ demek.

Malum yüzde 5’lik bir enflasyon hedefi yanında; çeşitli sürprizlere karşı aşağı ve yukarı yönde 2’şer puanlık bir belirsizlik bandı da söz konusuydu. Örneğin, petrol fiyatları hızla yükselebiliyor. Yapacak bir şeyiniz yok.

Ama dün Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya ilan etti ki; 2017 yıl sonu için Merkez Bankası’nın enflasyon tahmininin orta noktası yüzde 8. Ayrıca yüzde 9.4’e kadar da çıkabileceğini not ediyor. Yani ana enflasyon hedefi yüzde 5’in 2 puanlık belirsizlik aralığının da (yüzde 7) üzerinde. Hani, tutmayınca neden tutmadığını mektup yazarak bildirdiği seviye.

Bankanın açıklaması tam olarak şöyle: “Enflasyonu düşürmeye odaklı ve sıkı bir politika duruşu altında, enflasyonun yüzde 5’lik hedefe kademeli olarak yakınsayacağı; 2017 yılında yüzde 8 olarak gerçekleşeceği”. Yani banka diyor ki; şu andaki faiz duruşu ile orta halli bir durumda ancak yüzde 8 olur.

Asıl sorun şurada; bu ‘sıkı duruş’ da kalıcı değil, geçici olduğu sinyalini veriyor. “Enflasyonu düşürmeye odaklı” ama en fazla yüzde 8’e kadar. ‘Gerisine karışmam’ diyor. Banka bununla dün, enflasyon artışının kalıcı olduğunu, faiz artışının geçici olduğu vurgusunu güçlendirdi.

Çetinkaya, bunu açıkça da ilan ediyor; dün, “uyguladığımız politika bir tercihtir” diyordu. Yani gecelik faizleri fazla yükseltmeden yüzde 9.25’te tutup, likiditeyi vermeyip gün sonunda bankaları geç likidite penceresine düşürerek yüzde 11 faizle para vermek, geçmişte gecelik faizleri yüksek tutarak sürekli kılmaktan iyiymiş. Merkez Bankası hem enflasyon alıp başını gidiyor diyor, hem de ‘gecelik faizi sürekli yüksek tutan çerçeve iyi değildir’ diyor. 

Özetle; Merkez Bankası yönetiminin kafasında, ‘kur artışına karşı kısa faiz şokları verebiliriz, ama bunu kalıcı kılmayalım’ gibi yaklaşım var. “Ya enflasyon ne olacak?” sorusuna ise yanıt yok. Bu duruş, enflasyondaki kalıcı yükselişe karşılık vermiyor.

Banka hem kur artışına geç biçimde para politikası tepkisi verirken, sonrasında da bunun ‘geçici’ olduğu duruşunu sergiliyor. Bunun getireceği potansiyel sonuç şu olur; enflasyona karşı koruma kalkanlarını açamayan bir Merkez Bankası varsa geçmişte olduğu gibi ‘enflasyon koruması’ için alternatif araçlara yani dövize ve altına kayış tercihi ortaya çıkabilir. Bu da işleri daha da bozar. Geçen yıl ‘sadeleştirme’ diyerek gecelik faizleri indiren Merkez Bankası yönetimi, şimdi ‘etkin ve dinamik’ olduklarını iddia ediyor. ‘Sadeleştirme’ ile; gecelik faizleri daha düşük olan haftalık repo faizlerine yaklaştırma ve tüm piyasaya vereceği parayı tek bir faizle verme iddiasındaki Merkez Bankası ilk dalgalanmada hemen ‘topu taca attı’. Oysa normal koşullarda haftalık repo faizini de yukarı çekmesi gerekiyordu.

Türkiye, nisan ayındaki anayasa referandumuna, çift haneye koşan bir enflasyon ve faizi artışının geçici olduğu duruşunu sergileyen bir Merkez Bankası tablosu ile gidiyor. Tercih de baştan kullanılmış; enflasyonun önü açılmış durumda. Bu ‘tercihle’ sanılıyor ki; görece düşük faiz ya da faizin ‘geçici yükseltilmiş olduğu vitrini’, mevcut ekonomik durgunluğa bir nebze çare olacak. Tersine belirsizliği ve enflasyon ivmesini artırıp, ekonomik güveni azaltıyor. Bu, politikacılara ilave oy getirmez ne yazık ki.

Yazının Devamını Oku

Başa döndük

28 Ocak 2017
Türkiye 25 yılın ardından başladığı noktada. Fitch’in de kredi notunu BB+ ile yatırım yapılabilir seviyenin altına çekmesiyle, 1994 yılında ilk notumuzu kaybettiğimiz duruma geri döndük.

TÜRKİYE’ye 2012’de tam 20 yıl sonra yeniden kazandığı yatırım sınıfı notu dün kaybetti. Avrupa ve ABD kökenli derecelendirme kuruluşlarından yatırım sınıfı notumuz kalmadı.

Türkiye’nin kredi dereceleme şirketleriyle ilişkisi, sermaye hareketlerini serbestleştirdiği 1989 sonrasında başlar. Dış sermayeye açılma, içerideki banka ve şirketlere döviz tutma ve borçlanma kapısını açtı. Bunun da yatırımlara ve ekonomik büyümeye kapı açtığı malum. Sermaye hesabının serbestleşmesine dair o dönemde ekonomi bürokrasisinin çoğunda kaygılar vardı; Türkiye buna hazır mıydı? Başbakan Turgut Özal’ın arzusu, bürokratları ikna etti. Çünkü sermaye hesabını serbestleştirmesi demek; bireylerin, şirketlerin ve bankaların serbestçe döviz tutmasına, borçlanmasına, sermayenin serbestçe girip çıkmasına kapı açmak demekti. Nihayetinde; Türkiye, ‘oyunu’ uluslararası kurallara göre oynayacaktı.

İlk not 5 Mayıs 1992’de hem de ‘yatırım sınıfı’ bir not olarak geldi; Moody’s tarafından. Siyasetçilerin zoraki faiz indirme çabasıyla hani ağızlara sakız olan o söz ters yüz oldu; yatırım sınıfı notla gelen bu fırsat, krize çevrildi. Türkiye, ilk yatırım sınıfı notunu bir buçuk yıl sonra Ocak 1994’te kaybetti. Sonrası malum 1994 krizi patladı. 90’lı yılların ve hatta 2000’li yılların başlarında temel kaygı kamu kesiminin borç çevirme ve geri ödeme kaygısı idi. Buna eşlik eden yan pencere ise sığ döviz akışında ödemeler dengesi dalgalanmaları idi.

1994’ten 2012’ye uzanan çok uzun sürede Türkiye’nin notu bir basamak ileri, bir basamak geri iniş çıkışlarla seyretti. Arada 2001 krizi en dip noktası idi. 2005’te AB çapası ile daha iyi bir noktaya taşındı. Ama 2008-2009 küresel krizi buna bir ara verdirdi. 2009 sonrasında kredi dereceleme şirketlerinin finansal araçlara sağladıkları yüksek notlar ve bu süreçteki hatalarının su yüzüne vurması, ardından ABD’de yürürlüğe giren Dodd-Frank yasası gibi dereceleme şirketlerini sorumluluk altına sokan düzenlemeler nedeniyle ‘iyi not’ almak zorlaştı. Sonunda Kasım 2012’de Türkiye yeniden Fitch ile yatırım sınıfı nota çıktı. O dönemin Hazine Bakanı Ali Babacan, “Not artışı geç de olsa yerinde bir karar. Karar piyasa göstergeleri ile kredi notumuz arasındaki farkı bir miktar azaltmıştır” diyordu.

KONJONKTÜR ALEYHİMİZE

İşin doğrusu Türkiye 2005-2008 arası dönemde alabileceği notu, 2009 sonrası gelişmiş ülkelerden akan ve nereye gideceğini bilemeyen paraların sağladığı bir ‘doludizgin piyasaya’ borçlu idi. Babacan da, ‘piyasa ile kredi notu farkıyla’ bunu örnek gösteriyordu. Şimdi 2012’ye göre şirketlerimiz çok daha borçlu, ama döviz borçlusu. Hem de ekonomik durgunluk içindeyiz. 2012 sonrasında risk unsurlarıyla baş etmede, yönetmede daha sorunlu bir tablomuz var; hem siyaseten, hem ekonomik olarak. Hem de arka planımızda, değişen küresel koşulların aleyhimize geliştiği bir konjonktür var.

2009-2017 arası dönemde Türkiye’de şirketler kesimi çok hızlı biçimde borç biriktirdi. Kredi dereceleme kuruluşlarının artık 1990’lı yıllardan farkı şurada; o yıllardaki kamu kesimi için duyulan kaygılar artık şirketler kesimine kaymış durumda. Özetle; ‘çok borçlu şirketler, ekonomik yavaşlama ile bu borçlarını geri ödemekte zorlanacaklar’ kaygısı. Hele ki hem döviz kurunun arttığı, hem de ekonomik durgunluğun derinleştiği bir dönemde bu risk çok arttı. Borç geri ödeme kapasitesi azalıyor. Türkiye’nin mevcut döviz borçları veri iken döviz arzının azaldığı, kur baskısının arttığı bir dönemde; yavaş yavaş kamunun, özel kesimin kur risklerini kıyıdan köşeden üstlendiği bir mecraya girdiği de kayıtlara yansıyor. Dolar kuru 4’e dayanmışken, bir kesime yılbaşında geçerli 3.53’lük kur üzerinden geri ödeme seçeneği sunulması böyle bir durum. Ama çok tehlikeli bir kapı. İspanya’nın, 2008 küresel krizi patlamadan önce, kamu borçlarının kabaca milli gelirin yüzde 30’una, bütçe açığının da milli gelirin yüzde 2’sine yakın bir ülke olduğu, krizle birlikte özel kesim borcunun kamu borcu haline dönüştüğü ve yüzde 100’e yaklaştığı belleklerde.

1994’te ilk yatırım sınıfı notu kaybetmemizde en önemli etken, yapay biçimde faizi aşağıda tutmaya çalışmaktı. Aradan geçen çeyrek yüzyıl sonunda yeniden başa döndük; çok yüklü döviz borcu olan bir ekonomide yine yapay biçimde faizi düşük tutma çabası, bizi yine aynı yere getirdi. Sonunda notumuz düştü.

Yazının Devamını Oku

Faiz artışı geçici likiditeye ‘OHAL’ kalıcı

25 Ocak 2017
GEÇEN yıl ‘sadeleşme’ ambalajı ile faiz indiren Merkez Bankası, dünkü kararı ile buna son verdi.

Ama yeniden ‘karmakarışık’ bir yola, yine o eski duruşa döndü: Politika faizi olarak adlandırılan 1 haftalık repo faizini yüzde 8’de tutup değiştirmeden, gecelik faizi 0.75 puan artırıp yüzde 9.25’e çıkararak yeniden faiz koridorunu genişletti. Bunun anlamı, ekonomik birimlere ve piyasalara ‘durumun geçici olduğu’ telkininden başka bir şey değil. Oysa enflasyon gelişmeleri öyle demiyor. Çok açık ki; yeniden yüzde 8’le para vermeye geri dönme hayalini ön planda tutan bir para politikası duruşu bu. Döviz kurunu da dizginleyecek bir açısı olan duruş değil.

Peki enflasyon yükselecekse ki çift haneye doğru gidiyor; önümüzdeki en az 6-9 ay boyunca yüzde 8’le para verecek bir tablo mu olacak? Hayır. Halihazırda ‘en iskontolu beyanlarla’ bir anket olan Merkez Bankası’nın Beklenti Anketi’nde yıl sonu için yüzde 8.48’lik enflasyon beklentisi kayıtlarda olan bir ülkede; Merkez Bankası, yüzde 8’lik repo kanalını hazır tuttuğu mesajını kalın harflerle veriyor.

Bir başka nokta da, bankanın son dönemde sanki bir politika aracı imiş gibi kullandığı saat 16’dan sonra açılan ‘geç likidite penceresinin’ faizini de yüzde 10’dan yüzde 11’e çıkarması idi. Bu da, açıklama metninde ‘ihtiyaç duyulması halinde ilave parasal sıkılaştırma yapılabilecektir’ diye açıklanan yer. Mevcut durumda ilave sıkılaştırma ancak ve ancak, bankalara gecelik vadede diğer pencerelerden hiç para vermeden, saat 16’ya kadar bekleterek ‘geç likidite penceresinden’ para vermekle olabilecek. Merkez Bankası’nın yönetimi, likiditeye OHAL’i kalıcı hale getirip, hala bu pencereyi kullanmakta ısrarlı olduğunu kayda geçirmiş.

Ekonominin, bankaların ihtiyacı olan likiditenin yüzde 30-40’ını saat 16’ya kadar vermeden tutmak, bir nevi ‘likiditeyi gözaltında tutmak’ demek. Ama bunu böyle kullanmanın zararı sonradan görülecek.

Bundan sonra olası senaryo şöyle; banka, yine haftalık repo açmadan ama bu defa piyasanın ihtiyacı olan likiditenin tamamını gecelik vadede yüzde 9.25’le verecek görünüyor. Son hafta, bankalara verdiği likiditenin ortalama faizi yüzde 9-9.15 arasında idi. Şimdi bunu yüzde 9.25’e getirip tutacak görünüyor. Böylece ortalama fonlama faizini pek değiştirmeden devam edecek. Ama hâlâ kur hareketi devam ederse bankaları geç likidite penceresine iterek, eskisi gibi ihtiyacın yüzde 20-40 arası oranda bir miktarını, faizini yüzde 11’e çektiği bu pencereden vererek, ortalama fonlama maliyetini yüzde 10’a yaklaştıracak.

Yine döndük geldik Erdem Başçı dönemi duruşuna, ‘kaşı gözü oynayan’ bir para politikası duruşuna; Siyasetçilere, “faizi değiştirmedik; ortalama fonlama faizi değişmedi, dalgayı atlatınca da yüzde 8’e geri döneceğiz” denilecek. Piyasalara da, “bakın gecelik faizi yükselttik, kur hareketlenirse geç likidite penceresine düşürürüm sizi” diyecek. Önümüzdeki en az birkaç aylık dönemde kısa vadeli faizlerin nerede olacağının bilinmediği bir duruş, bizatihi dalgalanmaya zemin oluşturuyor. Bunun adı merkez bankacılığı değil.

İşin tuhaf tarafı, Merkez Bankası dünkü aldığı kararları anlattığı açıklamada, “Döviz kuru gelişmelerinin gecikmeli etkisi ve işlenmemiş gıda fiyatlarındaki oynaklık nedeniyle kısa vadede enflasyondaki belirgin yükselişin devam edebileceği öngörülmektedir” derken, aldığı gecelik faizleri artırma kararının geçici kalacağı izlenimi vermesi açıklanabilir değil. Enflasyonun artışı kesin, ama faizin değil.

Eylül sonrası dönemde kur artışının yüzde 30’a yaklaştığı tabloda, enflasyona yansımanın 4-4.5 puanı bulacağı bilinirken, buna

Yazının Devamını Oku