Uğur Gürses

Milli enerji; daha fazla rüzgâr ve güneş

7 Nisan 2017
Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın dünkü “Milli Enerji ve Maden Politikası” sunumunda Türkiye’de elektrik üretiminin dağılımı şöyle veriliyordu; yüzde 33.7 kömürden ki yerli ve ithal kabaca yarı yarıya, yüzde 32 doğalgazdan, yüzde 24.6 su kaynaklarından, yüzde 5.6 rüzgârdan sağlanıyor. Geriye kalan 3.9’un da diğer kaynaklardan elde edildiği açık.

Sorunumuz şu; su, rüzgâr ve kömür gibi yerli kaynaklarla ürettiğimiz elektriğin toplam üretim içindeki payını yüzde 49.3’e çıkarabilmişiz. Gerisi, başta ithal doğal gaz olmak üzere ithal kömürden oluşuyor. Elektrik dışında diğer enerji ithalatını da hesaba katıldığında son 10 yıldaki her yıl ortalama 44 milyar dolarlık petrol ve doğal gaz, 10.6 milyar dolar da maden ithalatı olmak üzere toplam 54.6 milyar dolarlık bir ithalat faturası var.

Ekonominin çarklarını döndüren enerji kaynaklarının yarısının bile ithal ediliyor olması, en başta makroekonomik sürdürülebilirlik açısından baskıyı devam ettiriyor. Nihayetinde kur baskısı ile vücut buluyor ve maliyet şokları yaratıyor.

NASIL SORUSUNUN YANITI

Enerji politikasını; arz güvenliği, yerlileştirme ve öngörülebilirlik gibi üç ana aksa oturtan Ankara’nın, bu çerçevede üretim, dağıtım, depolama, kaynak çeşitliliği, sürdürülebilirlik üzerine planları anlatıldı. Her konuda olduğu gibi “nasıl?” sorusunun yanıtını daha belirgin hale getirmekle ve enerji konusundaki paydaşlara daha uzun vadeli ve somut bir perspektif vermekle güven verilmesi mümkün.

Toplamın yüzde 16.3’ünü sağlayan kömüre dayalı elektrik üretiminin son bir yılda yüzde 23 arttığı anlatıldı. Toplam üretimin yüzde 5.7’sini oluşturan rüzgâra dayalı üretimin ise yüzde 31 arttığı. Bakan hedefi; kurulu kapasitesi saatte 7.5 Giga Watt (GWh) olan yenilenebilir enerji üretiminin 10 yılda, 10 GWh rüzgâr, 10 GWh güneş olmak üzere toplam 20 GWh seviyesine çıkarmak olarak anlattı. Bu konuda, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF Türkiye) gibi sivil toplum örgütlerinin hazırladığı raporlarda, yenilenebilir enerjiye öncelik veren bir elektrik enerjisi politikasının maliyetinin, kömüre dayalı bir politikadan daha yüksek olmadığı, ayrıca sera gazı emisyonlarındaki artışın durdurulmasına ve dış ticaret açığının azaltılmasına yardımcı olacağı savunuluyordu. Bu açıdan, “Türkiye’nin 2030 yılında enerji talebinin yarısını yenilenebilir kaynaklardan karşılayabileceğine” dikkat çekiliyordu.

YERLİNİN PAYI ARTACAK

Bakan Albayrak daha çok ‘icraatın içinden’ nitelikli bir sunumu yaparken, hedefin yerli kaynakların payının en az üçte ikiye çekmek olduğunu söylüyordu. Benim de, bu yatırımların finansmanın nasıl olacağı sorusu aklımda idi.

Özellikle elektrik üretim tarafında, hangi kaynağın ne derece finansman bulacağı en temel soru. Amaç yerel kaynaklarla üretimin payını artırmak ise elde yatırımlar için potansiyel iki ana kaynak kalıyor. Terazinin bir tarafında güneş ve rüzgâr, diğer tarafında kömüre dayalı üretim kalıyor. Finansman konusunda ise güneş ve rüzgârın kaynak bulması daha kolay. Artık tüm gelişmiş ülke finans kuruluşları “Ekvator İlkelerine” uyum kriteri taşıyor. Hele ki yurtiçindeki bankalar bile kurumsal çerçevede bu kurallara uyuyor. Güneş ve rüzgâr santrallerinin finansmanı, karbon emisyonu canavarı olan termik santrallerin finansmanında kat kat daha fazla destek buluyor.

Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası’nda ‘kaptan köşkü’ hızla değişiyor

6 Nisan 2017
MERKEZ Bankası’nın yıllık genel kurulunun hemen öncesinde, Merkez Bankası Banka Meclisi’nin 6 üyesinden biri olan Ahmet Faruk Aysan görevinden ayrıldığını duyurdu. Aysan, akademik alanda çalışmak istediği için, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya ile görüşerek bu kararını bildirmiş.

Malum şu sıralar Merkez Bankası’nın Genel Kurulu toplanacak ve bankanın 2 ‘yönetim kurulu’ üyesi belirlenecekti. Şimdi bu sayı 3 oldu. Hepsi değişirse ‘Çetinkaya ekolü’ ağır basacak.

Hikayenin ‘teknik tarafına’ bakalım. O da şöyle; Aysan ilk defa 2011’de kasım ayı başında Merkez Bankası Banka Meclisi’ne atandı. Banka Meclisi, bankanın yönetim kuruludur. Ama faiz kararlarını Para Politikası Kurulu (PPK) verir. Aysan, 2011 Kasım ortasında da, PPK üyesi yapıldı. Malum, 7 kişilik PPK üyesinin biri Banka Meclisi’nden atanıyor. Aysan’ın Banka Meclisi üyeliği görev süresi ise geçen yıl 11 Nisan’da bir 3 yıllık dönem için yenilenmişti. Yani, Başkan Murat Çetinkaya’nın atanmasından bir hafta önce yapılan Genel Kurul toplantısında.

Merkez Bankası Banka Meclisi’ndeki 6 üyenin görev sürelerine bakılırsa; her yıl iki üyenin süresi doluyor. Süresi dolan yeniden atabiliyor. Son 10 yılda çoğunlukla da öyle oldu. Banka Meclisi’nde bu yıl 2 üye 3 yılını dolduruyor. Yani ya yeniden atanacaklar, ya da yerlerine yeni 2 üye atanacak. Aysan’ın ayrılmasıyla birlikte en az 3 yeni üye atanması söz konusu olabilir.

17 Nisan’da görevde birinci yılını dolduracak olan Başkan Çetinkaya’nın sergilediği yönetim tercihlerine bakılırsa 3 yeni üye atanması kuvvetle muhtemel. Yani Çetinkaya, başkan yardımcılarından sonra bankanın yönetim kurulu sayılan Banka Meclisi’nin de yarısını ve buradan da PPK’na gelen üyeyi de değiştirmiş; kendi sözünü geçirir hale gelmiş olacak.

Öyle görünüyor ki; Çetinkaya, Aysan’la çalışmak istemiyor. Bunun ardında muhtemel bir görüş ayrılığı da olabileceği hesaba katılmalı. Zira merkez bankacılığında görüş farklılığını ileri sürerek istifa edilmez. Çünkü zararı kuruma ve ülke parasına olur. Bu, Çetinkaya’nın bir yıl gibi kısa bir sürede önemli bir üst yönetim ve kurul değişikliği yapma çabasının bir izi olmalı.

Ama bu ayrılışın ve potansiyel değişikliklerin yeniden bize hatırlattığı bir tablo var; Türkiye’de enflasyon son 8.5 yılın rekorunda, çekirdek enflasyon eğilimi yeniden yüzde 10’un üzerine çıkmış durumda ve fiyatlama davranışı bozuluyorken Merkez Bankası’nın faiz politikası hem yetersiz kalıyor, hem geriden izliyor, hem de geçici olacağı bir sinyal veriyor. Özellikle akademisyen iktisatçıların hele ki itibarını korumak isteyenlerin bu duruşa imza atarken rahat olmaları mümkün değil.

TÜİK’in Merkez Bankası’nın da katkıları ile hesaplayıp aylık olarak açıkladığı yeni çekirdek enflasyon endeksinde (D) son 3 aylık eğilimin yıllıklandırılmış hali yüzde 12’lik bir artışı gösteriyor. Tüketici Fiyatları Endeksi’nde, 414 adet kalem mal ve hizmetin 282’sinde fiyat artmış. Son 3 aylık eğilimden hesaplanmış hali ile; her 100 kalemin 68’inde artış var demek. Ayrıca üretici fiyatlarında, ara malı fiyat artışların yıllık oranı yüzde 20’yi geçti.

Merkez Bankası’nın politika faizi sayılan faizleri ise yüzde 8 ile yüzde 9.25’te. Ama bunları değiştirerek kullanmak yerine, yüzde 11.75’lik Geç Likidite Penceresi faizi ile fonluyor bankaları. Bu faiz oranı bile baz kabul edilse bu çekirdek enflasyon eğilimi ile gelecek aylarda da enflasyon bekleyişlerini çapalamak zor.

Yazının Devamını Oku

2016’da ‘güncelleyerek’ büyüdük

1 Nisan 2017
İŞ yapamayan ve kapanan dükkanların sokaklarda belirgin hale geldiği, küçük ve orta ölçekli işletmelere faizsiz kredi için yüz binlerce firmanın kuyruğa girdiği, bankalardaki teminat eksiği olan şirketlere devletin 250 milyarlık devasa bir kredi garantisi penceresi açtığı bir ülkede “yüzde 3.5 büyüme oldu” denildiğinde “vay be” dersiniz. Dersiniz çünkü her büyüme sayısı açıklandığında bir sürpriz var artık.

Hani o meşhur kedi fıkrası gibi; kedi buysa ciğer nerede?

TÜİK dün açıkladı ki; sadece 4. çeyrekte yüzde 3.5’luk bir büyüme olmamış, aynı zamanda 2016’daki ikinci ve üçüncü çeyrekler için açıklanan büyüme oranları da sırasıyla 0.7 ve 0.6 puan daha yüksekmiş. Böylece ekonomimiz yıllık yüzde 2.9 büyümüş. Sayılar, tüm şirketleri ama özelde KOBİ’leri sert biçimde etkileyen bir tüketim düşüşü olmadığını söylüyor. Ekonomideki harcamaların kabaca yüzde 60’ını oluşturan hane halkı tüketiminin ekim-aralık arası son çeyrekte yüzde 5.7 büyüdüğü ölçülmüş. Üçüncü çeyrekte ölçülen yüzde 3.2’lik daralmanın da yarıya, yüzde 1.7’ye güncellendiği görülüyor. İlginç olan da şu; malum, şubat başında beyaz eşya ve mobilya gibi dayanıklı tüketim mallarına nisan sonuna kadar ÖTV indirimi getirilmişti. Bu kararın, genel satış eğilimine bakılarak yapılmış olduğu açık. Bunun dayanağı da sektör olmalı. Ama, ilk üç çeyrek verilerini aşağı yönlü güncelleyen TÜİK, son çeyrekte dayanıklı tüketim büyümesini yüzde 12.9 olarak hesaplamış.

TÜİK, aralık ayında ilan ettiği yeni serileri, daha güvenilir veri kaynaklarından topladığını anlatmıştı. Ancak 2016’nın tüm çeyreklerinde kapsamlı güncellemeler yaptığı görülüyor. Son çeyrek verilerinden yüzde 3.5’luk büyümenin lokomotifi sanayi görünüyor. Üretim tarafında da son çeyrekte yüzde 5’lik güçlü bir büyüme tablosu var. Burada da geçmiş çeyreklere dair güncellemeler yapılmış. Mevsimsellikten arındırılmış sanayi büyümesi ise yüzde 6.3 gibi adeta ‘roketlenmiş’ bir ivmeye işaret ediyor. Aynı tablo hane halkı tüketim ivmesinde de görülüyor; takvim etkisi ve mevsimsellikten arındırılmış hane halkı tüketimi artışının önceki çeyreğe göre yüzde 5.8 olduğu görülüyor. Talep ve sanayi büyüme ivmesi böyle ise şirketler neden sıkıntılı? Neden yüz binlerce şirket, ucuz ve uzun vadeli kredi peşinde? Milli gelirin yüzde 30’unu oluşturan yatırım harcamalarında ise üçüncü çeyrekteki güncelleme ile küçülme büyümeye dönmüş. Son çeyrekte ise yüzde 2’lik bir büyüme gerçekleşmiş. Bunun ana kaynağının da inşaat olduğu görülüyor. Üretim tarafında ise inşaat sektörü büyümesi üçüncü çeyrekte 2.5 puanlık güncelleme ve son çeyrekte yüzde 3.7’lik büyüme ile dikkat çekiyor. Yeni milli gelir serilerini aralık ayında açıklayan ve geriye dönük olarak çeyreklik verileri de güncelleyen TÜİK, hala yatırımlarda özel-kamu ayrımını göstermiyor. Bu da, geriye elde şunu bırakıyor; sadece inşaat ağırlığı ile büyüyen bir sabit sermaye yatırım görünümü. Tekrar başa dönelim; madem ekonomik büyüme önceki yıla göre yüzde 3.5, çeyrekten çeyreğe de yüzde 3.8’lik bir ivme ile büyüyordu da, Ankara neden birden bire ‘barajdaki delikleri’ kapama telaşına kapıldı? Özellikle şubat ayında Ankara’da özel kesim şirketlerine dönük olarak başlatılan, kredi olanak ve garanti hamlesine ne gerek vardı? Yoksa ocak ayında çok kötü bir daralmanın öncü sinyali mi alındı? Bu sayıların özeti şu; son çeyreğe ve tüm yıla damgasını vuran yüzde 3’lük bir büyümenin Türkiye ekonomisinde istihdam yaratma kapasitesinin de düşük olduğu, işgücü verilerinden de görülüyor. Yılın son üç aylık döneminde ortalama aylık istihdam artışının yüzde 1.5’e gerilediği görülüyor. Yılın son 6 aylık ortalama istihdam artışı ise yüzde 1.3’ü gösteriyor. Bu, nüfus artışının yüzde 1.4 olduğu bir ülkede, işsizliğin hızla yükseleceği anlamına geliyor.

Ekonominin tamamı için ifade edilen büyüme oranını etkileyen, bir ya da birkaç sektördeki görece yüksek büyüme yeterli gelmiyor. Giderek belirginleşen şu; tüm sektörlerde yaygın ve istikrarlı, sürdürülebilir bir büyüme patikamız yok. Bu da siyasi gelişmeler ve dış konjonktür gibi diğer unsurlar dışarıda tutulsa dahi tek başına gelecek planı yapmaya olanak tanımıyor. Bu yüzden de inşaat dışındaki özel kesim yatırımları cılız seyrediyor.

Yazının Devamını Oku

‘Helal’ sertifikanın vergisi muğlak

29 Mart 2017
DAHA önce olmamıştı. Herkesin dikkatini çekmiş; bir borsa başkanı, içinde kamu ortaklığı da olsa nihayetinde özel bir şirketin halka arz ‘promosyonuna’ bu kadar destek vermemişti. Gayrimenkul sertifikası yeni bir finansal araç olarak piyasaya çıkıyor. Ankara bürokrasisi, SPK, BİST yönetimi ve aracı kurumlar birliği seferber oldular. Sebep; bunun faizsiz bir araç olması ve yeni bir finansal araç olması. Bu bürokratlar, sertifikaların ‘helal’ olduğunu anlatıyor da, yatırımcıya en önce vergi durumunun anlatılması gerekmez mi?

Çalışacağı zemin iyi ise her zaman yeni olan olumludur ve piyasayı derinleştirir. Hele ki vergi muğlaklığı yoksa.

Bir inşaat şirketi TOKİ ile birlikte hasılat paylaşımı temelli bir ortaklıkla bir konut projesinin üçte birini, 3 yıl içinde bitirme taahhüdü ile bu projenin metrekare paylarını bir finansal araç olarak, gayrimenkul sertifikası olarak halka arz ediyor. Sertifikalar borsada (BİST) alıp-satılabilecek.

Bu konuda yeterince bilgi yer aldı medyada. Kağıt üstünde iyi görünüyor; ‘metrekare metrekare ev biriktirmek’ mümkün. Ya da bir kısmını sertifika olarak biriktirip, o evin ‘rantına’ ortak olmak da. Ama ya pratikte?

Anımsatmak gerekiyor; aynı anda bu projenin üçte ikilik bölümünde de fiziksel satış yapılıyor olacak. Yani bir taraftan sertifika fiyatlanırken, diğer taraftan da fiziksel satışla fiyat oluşacak.

Bu projeden bağımsız olarak; böyle bir durumda bana kalırsa temel sorun, satın alınacak sertifikanın arkasına dayandığı reel konutun pazar fiyatının nasıl oluşacağı, daha doğrusu oluşan fiyatın ‘doğru fiyat’ olup olmadığının nasıl bilineceği. Bu paralel fiyatların nasıl uyuşacağı.

Klasik bir örnektir, gazetelerde sıkça karşımıza çıkar; yapsatçı inşaat şirketi ‘faizleri sıfırlamıştır’. ‘Sıfır faizli’ taksitlerle uzun vadeli satış yapıyordur. Ama bu ilanın can alıcı sorusu fiyatın ne olduğudur. Yapsatçı şirket gelecekte ödenecek faizin bugünkü değerini satış fiyatına yedirmiş olmasın sakın?

Ya da dövize dayalı mal ya da hizmet satan firmaların ‘döviz kurunu sabitledik’ ilanları gibi; ‘kur sabitlenir’ ama, ana fiyat ne yapılmıştır?

Konut sektörü; pazar fiyatı standart olmadığı gibi, rayiç fiyat etiketinin pazarın oyuncuları tarafından şeffaf biçimde izlenebildiği bir sektör değil. Gerçek fiyat, alıcı ve satıcı arasında bilinir. Etiket fiyat her zaman üzerinde iskontoların rol oynadığı bir fiyattır. Bunun da temel nedeni, tapu devir işlemlerinde gerçek değerleri göstermemesidir.

Yazının Devamını Oku

Referandum hesapları ve ekonomik güven

25 Mart 2017
REFERANDUMUN potansiyel sonuçları üzerinden, sonrası için ekonomideki olası seyir ve mali piyasa yönü ile kur ve faiz gibi parametreler, bugünlerde en çok sorulan soruların başında geliyor.

Çok yakın zamana kadar, iki sonuç üzerinden yapılan tahminler kabaca şöyleydi; “Evet” çıkarsa kısa bir ‘ralli’, sonrasında ise bunun kâr satışı, sonra tüm mali piyasa parametrelerinde belli bir seviyede yatay seyir bekleniyordu. Sonuç “Hayır” çıkarsa bunun yeni bir seçime; erken seçime kapı açacağı ve yeni bir belirsizlik içine girileceği beklentisi ile mali piyasa göstergelerinde sert bozulma beklentisi konuşuluyordu.

Piyasalar ‘işine’ geldiği gibi bakar gelişmelere; kazanç sürdürülüyorsa ne ala, kamu yararı için doğru mu, yanlış mı ‘kerteriz’ bulamazsınız. Kamuoyu yoklama anketlerindeki ‘kararsızların’ çokluğu epey belirgin iken; ‘Evet’in olası mali piyasa sonucu da, ‘iyimser duruşlu’ görüş belirtenler açısında da ‘rasyonel’ görünüyor.

Bu tablo, önceki akşam Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CNNTürk’te Hakan Çelik’e verdiği mülakattan çıkan başlıklara bakılırsa tersine çevrilmiş görünüyor.

Birincisi “evet” çıkarsa AB ile ilişkilerde ‘restleşme’ somut adımlara dönüşebilir görünüyor. Zira Cumhurbaşkanı “ekonomik ilişkilerimizi devam ettirebiliriz ama bizim siyasi, idari noktadaki şeylerde gözden geçirmeye ihtiyacımız olabilir. Bütün gündemlerin hepsini artık 16 Nisan belirleyecek. 16 Nisan’dan sonra çok sürprizlerle karşılaşabilirsiniz, onlar da karşılaşabilir” dedi. İkincisi, referandum sonrasında ki “hayır” çıktığı durum için de geçerli görünüyor; erken seçime gitme fikrine karşı olduğunu, mevcut hükümetin 2019’a kadar gideceğini not etti.

Birincisi, referandum öncesinde Venedik Komisyonu’nun raporuna da yansıdığı gibi, potansiyel olarak referandum sonrasında Avrupa’nın o çok fısıldanan ‘müzakereleri askıya alma’ olasılığının yanına, şimdi de “evet” çıkması halinde Türkiye’nin de bir ‘sürprizle’ karşılık vermesi olasılığı var artık. Hatta “evet” çıkması halinde idam cezasının yeniden tesisi için sözler verildi. Yani olası “evet” sonucu Türkiye’nin AB hikayesinde tansiyonu yükseltme, hatta büyük bir darbe vurmaya aday. Bunun da sermaye girişlerine sert darbe olacağı açık.

İkincisi de “hayır” olasılığı ile artık piyasaların o ‘ürktüğü’ tablo potansiyeli, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklaması ile azalmış görünüyor.

Düne kadar referandumun olası sonucuna bağlı mali piyasa ve ekonomik bekleyişler, bir gecede değişmiş oldu. “Hayır” sonucunun, kimilerinin kafasında canlandırdığı, öngördüğü gibi ‘kaos’, mali piyasada sert düşüş gibi ‘piyasa dostu olmayan bir görünümü’ yok artık. Tersine “evet” sonucu, ekonomik ve mali piyasalarda kaygılara yol açabilecek, “kara bulutlu AB tablolu” atmosfere açık görünüyor.

AB müzakere tarihi alınmasıyla 2004 sonrasında,

Yazının Devamını Oku

Popülizm kaybederse Euro güçlenir

22 Mart 2017
FRANSA’DAKİ seçimde sol-liberal Macron, Almanya’da ise sosyal demokrat Schulz kazanırsa; hatta bunun olasılığı bugünden güçlü biçimde görülmeye başlanırsa ekonomiye ne olur?

Şuradan başlayarak yanıtlayalım. Avrupa’da enflasyon yeniden yükseliyor; tam 4 yıl sonra Euro Bölgesi’nde enflasyon yüzde 2’ye döndü. Bunda hem gıda fiyatlarındaki yıllık yüzde 5’e ulaşan artışın, hem de enerji fiyatlarındaki yüzde 9’a vuran artışların etkisi büyük.

Peki bu ne getirecek? Şunu; enflasyon yükselişi enerji ve gıda dışında da kendini göstermeye başlarsa Avrupa Merkez Bankası (ECB) bir süredir yaptığı parasal genişlemeye son verip sıkılaştırmaya başlayabilir. Bunun olasılığının güçlenmesi bile mali piyasalara ve dahi bizim gibi gelişen ülkelere yansır.

Yüzde 2’lik bir enflasyon hedefi gözeten Avrupa Merkez Bankası (ECB), parasal gevşemenin en azından fiyatını değiştirebilir.

Malum, Avrupa Merkez Bankası’nın bir yandan ‘sıfır faizle piyasaya para verir, diğer yandan da kendisinde tutulan likidite fazlasından da yüzde 0.40 faiz alır’ durumda bir politika faizi uygulaması var. Öte taraftan da, Mart 2015’den bu yana 60-80 milyar Euro’luk tahvil alımı yapıyor. Aralıkta, nisan-aralık arasındaki alım miktarlarını aylık 60 milyara düşüreceğini açıklamıştı. Özeti; hem faizi sıfırda tutuyor, hem de piyasaya bolca Euro sürüyor. Eğer enflasyon yüzde 2’de kalırsa bu tablo tersine dönmeye başlar. Buna kanaat getirmek için eylül ayına kadar da zaman var.

Avrupa için asıl ‘hikaye’, Fransa’daki başkanlık seçimi ile Almanya’daki parlamento seçimi sonrasında, tüketici güveninin ve talebin toparlanma olasılığıdır. Bu da fiyatları yüzde 2’lik enflasyon patikasına yerleştirebilir.

Avrupa’daki korku, AB karşıtı, popülist ve aşırı milliyetçi-yabancı düşmanı partilerin güç kazanması üzerine idi. Bu da hane halkının, yatırımcıların geleceğe bakışını, bekleyişlerini bozuyor.

Popülizm dalgası son 3 ayda önce Avusturya’da, sonra da Hollanda’da kayda değer bir ‘başarı’ hikayesi yazamadı. Seçmen izin vermedi. Hollanda’da sosyal demokratlar kaybederken sol-yeşil parti güç kazandı. Irkçı parti güç için avantaj sağlayamadı.

Fransa’da Sosyalist Parti’nin ekonomi bakanı iken ağustosta kendi sol-liberal hareketini kuran Emmanuel Macron, hem sosyalist aday Hamon’un, hem de muhafazakar aday Fillon’un önüne geçti. Kamuoyu yoklamaları, Cumhuriyetçi aday Fillon ile Macron’un ilk turu geçme konusunda yarıştıklarını, ama ikinci turda Macron’un daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Kime karşı? Tabii ki ilk sırada görünen popülist-ırkçı Ulusal Cephe Partisi’nin lideri Marine Le Pen’e karşı. Kamuoyu yoklamalarına göre; ilk turda Le Pen ve Macron yüzde 25-26’lık bir oyla ikinci tura girmeye en yakın iki aday. İkinci turda ise Macron yüzde 60’lık bir oya ulaşıyor.

Yazının Devamını Oku

Merkez’den ‘eğreti sıkılaşmaya’ devam

17 Mart 2017
ÖNCEKİ gün Fed, gayet net biçimde ve de ‘kalıcı’ biçimde patika çizerek faizleri artırırken, bu kararının ertesinde dün Merkez Bankası yükselen enflasyona karşın ‘geçici’ faiz artışında ısrarlı olduğunu gösterdi. Sadece ‘Geç Likidite Penceresi’ne uyguladığı yüzde 11’lik faizi 0.75 puan artırdı.

Öyle görünüyor ki; Merkez Bankası da siyasetçilerin gölgesinde, olan bitene ‘deve kuşu duruşuyla’ devam edecek. Ankara’daki çaba şu; ‘olan olacak, bari birden olmasına engel olalım’. Aynen döviz kuruna bakışta olduğu gibi; ‘kur yükselecek, bari aniden olmasın’. Bu yüzden, politika faizi olan haftalık repo ve gecelik faizler enflasyonun altında tutulurken, başka bir işlev için var olan ama birkaç aydır para politikası için kullanılan pencerenin faizi yükseltiliyor; ‘yarın hemen faizi düşürebilirim’ mesajı veren bir duruşla. Ankara’daki siyasetçiler böyle ‘geçici olduğu sunulan’ bir durumun da ‘büyümeye destek’ olduğunu sanıyor. Ama öyle değil; piyasanın ihtiyacı olan likiditenin yüzde 90’ı saat 16 sonrasında bankaların eline geçiyor.

Merkez Bankası ‘geçici bir durum’ gibi sunarken yüzde 11’lik geç likidite penceresini 51 gün boyunca kullandı. Şimdi de buna 26 Nisan’a kadar 41 gün boyunca kullanacağını ilan ediyor. Soru şu; normal koşullarda arızi olarak kullanılan bu aracı ‘geçici’ vurgusuyla 3 ay boyunca kullanacaktınız da neden politika faizini arttırmıyorsunuz? Bankaların efektif fonlama faizini yükselttiniz de, bunu tabelaya yansıtmayarak kimin gözünü boyuyorsunuz? Bundan nasıl bir yarar umuyorsunuz?

Şimdi, Merkez Bankası mevcut fonlama kompozisyonu ile giderse; kabaca 10 milyar TL’yi yüzde 9.25’le, geriye kalan kabaca 80 milyar TL’yi yeni faiziyle yüzde 11.75’le verirse bankaların ortalama borç alma (fonlama) maliyeti, düne kadar yüzde 10.80 iken şimdi yüzde 11.50’ye yaklaşacak.

Ocak toplantısına girerken bankaların Merkez Bankası’ndan yaptığı borçlanmanın ortalama maliyeti yüzde 9 iken, şimdi yüzde 11.50’ye çıkıyor. Sorarsanız ‘geçici’.

Faizleri geçici yükselttiğini örtük biçimde açığa vuran Merkez Bankası, enflasyondaki gidişatı gerçekten de, ‘geçici’ mi görüyor? Toplantı metnine bakılırsa kur yükselişinin gecikmeli yansıması ve gıda fiyatlarındaki baz etkisi nedeniyle yükselişin kısa vadede devam edeceğini öngörüyor. Bunun için de ‘sıkılaşmanın’ güçlendirildiği, yani 0.75 puanlık artış vurgulanıyor. En çarpıcısı şu; ekonomideki ‘toplam talep gelişmeleri enflasyona düşüş yönünde katkı vermektedir’ sözünü metinden çıkarmış.

Bankanın önceki toplantıda, gelecekteki duruşuna dair söylediği söz “para politikası kararları enflasyon görünümüne bağlı olacaktır” iken, bu kaldırılıp yenisi konmuş; “enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş sürdürülecektir.” Geçen ay ‘ne kadar sıkılaştıracağım belli değil’ anlamına gelirken, şimdi ilave faiz artırımı sonrasında ‘sıkılaşmayı ne kadar sürdüreceğim bilmiyorum’ diyor. Soru şu; madem belirgin bir iyileşme konusunda Merkez Bankası ‘ufku’ göremiyor, neden ‘eğreti duruş’ gösterip, politika faizini yükselterek, yani faizi ‘tabelaya’ kalıcı olarak yansıtarak güçlü bir mesaj vermiyor?

Yanıt şurada galiba; Merkez Bankası da farkında ki yerli yersiz en kısa sürede faizi indirme eğiliminde olacak bununla da yeni bir döviz zıplamasına neden olabilecek. Olan şuraya oluyor; Merkez Bankası’nın ‘eğreti para politikası’ yüzünden enflasyon beklentileri çapalanamıyor, bu da uzun vadeli faizlerin kalıcı biçimde düşeceğine inancın altını boşaltıyor. Normal koşullarda, siyasetçilerin arzu ettiği; uzun vadeli faizlerin düşmesi yolunda bizatihi Merkez Bankası’nın bu duruşu bir engel oluşturuyor.

Yazının Devamını Oku

Fed ‘pedal basmaya’ başladı

16 Mart 2017
Dün Fed, ABD’de faizleri 2015 sonundan itibaren üçüncü kez 0.25 puan artırıp yüzde 1’e yükseltirken; yılı 2 ilave faiz artırımı ile tamamlayacağının da işaretini verdi.

Bunun giderek sıklaşan bir süreç olacağı belirginleşiyor. Anlamı: Fed ‘pedal basmaya’ başladı. Enflasyon, büyüme ve işsizlik tahminleri ile Fed üyesi başkanların geleceğe dönük faiz tahminlerinin ise pek değişmediği görülüyor.

Fed enflasyonun yüzde 1.8 ile yüzde 2.1 arasında seyredeceğini öngörüyor. Bu yüzden yüzde 2’lik hedefin üzerine çıkıldığında da ‘çarşının karışmasını’ istemiyor. İşte Fed’in karar metninde, “simetrik enflasyon hedefi” sözünün girme nedeni de bu.

Simetrik enflasyon hedefi ile; enflasyon hedefinin katı biçimde yüzde 2 değil, genişliği tanımlanmamış ama bunun etrafında küçük çapta dalgalanan bir bant olarak kabul ettiği anlaşılıyor. Bu da, bir enflasyon hedeflemesi yapan merkez bankaları gibi ‘belirsizlik bandı’ anlamına geliyor.

Fed üyelerinin tahminlerine bakılırsa bu yıl içinde 2 faiz artırımı daha olacak da, basın toplantısında da soruldu ki; ‘daha hızlı olabilir mi?’ Fed başkanı Yellen de, “3 artış kademeli bir artış demek” diyerek örtülü olarak 0.25’lik artışları ima etmeyi tercih etti.

Fed’in 17 üyesinin 13’ü 2017 sonunda yüzde 1.50 ve üzerinde bir yere gidileceğini işaret ediyor. 

Dünkü basın toplantısında bir başka kritik soru şuydu; acaba Fed faiz kararı alırken potansiyel bir genişlemeci maliye politikası ve vergi politikası değişikliğini dikkate almış mıydı? Yellen’in yanıtı çok netti; bu faiz artışı ekonominin mevcut göstergelerine göre alınmıştı.Potansiyel bir maliye politikasına ön almak için değil.

Asıl hikaye, Fed’in 2009 sonrasında tahvil satın alarak büyüttüğü bilançosunun küçültme operasyonunu nasıl ve ne zaman açıklayacağında idi. Asıl o zaman piyasadan dolar çekilmeye başlanacak.

Olasılıkla da 2018 ortasında o yola girileceği piyasada tahmin ediliyordu; Fed Başkanı Yellen bilançonun tartışıldığını ama karar alınmadığını söyledi.Şimdi top Trump’ta; eğer ‘genişleme fişeklerini’ çakarsa Fed de hızlanacak.ugurses@hurriyet.com.tr

Yazının Devamını Oku