Uğur Gürses

Finans merkezinin yasakları

3 Mayıs 2017
HÜKÜMET, 29 Nisan’da yayımladığı kanun hükmünde kararname (KHK) ile finansal piyasalardaki kaldıraçlı işlemlerle ilgili yeni bir karar aldı.

Finansal piyasalarla, koltuğa oturduklarında tanışan bürokratlar, akşam evde izlediği TV dizisini borsaya taşımak gibi işlerle uğraşırken, bir taraftan da yasak kararları alınıyor. Olağanüstü hal ile ilgisiz ama, ‘bir şeyi yasaklayacaksak KHK ile olmalı’ düşüncesi ile olmalı; yerleşiklere internet üzerinden kaldıraçlı işlem, türev ürün alım-satım imkanı sunan yurtdışı kurumlara erişimin engellenmesi hükmü yazıldı KHK’ya.

Küresel dünyadan kendini izole eden, yasakçılıkla içine kapanan bir tabloya doğru hızla gidiyoruz. Sermaye Piyasası Kurulu’nun (SPK) talebiyle, internet üzerinden yurtdışında bu tür işlem yaptıran şirketlere olan erişim Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu eliyle engellenecek.

Bir süre önce kaldıraçlı döviz ve altın işlemlerine dair önlemler alınmış; işlemlerde kaldıraç oranı “bire 100”den, “bire 10”a düşürülmüştü. Anımsatalım, kaldıraç oranın “bire 10” olması demek; bin liralık bir nakit varlıkla, 10 bin liralık varlığın riskini almak, bunun getireceği kazanç ya da zararı üstlenmek demek. 6 yıl boyunca bu işlemlerin önü açılırken, ne olmuştu da birden bire “akıl başa gelmişti?” Ankara’da, bu kaldıraçlı işlemlerle TL’nin değer kaybına ivme verildiği kanısı önemli bir etken. Hatta öyle ki; “Foreks düzenlemesiyle, insanlarımızın yaklaşık 3.5 milyar dolar kaybetmesi engellenmiştir” diye “gerçeküstü sayılarla” düşünen bakanlar oldu.

Türkiye’nin ödemeler dengesi ve sermaye hesabına hiç bakmamış biri bu kanaate varabilir, komplo kuramı yazabilir. Kaldıraçlı işlemlerle ‘Türkiye’ye oyun oynandığına’ inanabilir. Açıklamalara da bakılırsa işte bu yüzden, kaldıraç oranı düşürüldü.

Yazının Devamını Oku

‘Tavşana kaç, tazıya tut’ politikası devam

27 Nisan 2017
MERKEZ Bankası yine ‘tavşana kaç, tazıya tut’ kararı aldı. Bir taraftan Türkiye’ye küsmüş kısa vadeli sermayeye “sıkı duracağız” mesajı verirken, bunu da Geç Likidite Penceresi faizini yarım puan artırarak yapıyor; Ankara’daki siyasetçilere göz kırparken de, bunu da diğer tüm faizleri sabit tutarak yapıyor.

Banka bu artışı hemen piyasaya yansıtacak mı bilmiyoruz. Ancak anımsatalım ki; Merkez Bankası’nın karar organı Para Politikası Kurulu, 15 Haziran tarihindeki toplantıya kadar karar almayacak. Bu artırım kararı, ‘rafta yedekte tutmak’ için mi alındı bilmiyoruz.

Banka piyasaya kabaca 100 milyar TL para veriyor; bunun da yüzde 90’ını, Para Politikası Kurulu toplantısı yapmadan dahi herhangi bir gün düşürebileceği Geç Likidite Penceresi’nden sağlıyor. Şimdi sadece bunu yüzde 12.25’e yükseltti. Kalan yüzde 10’luk bölümü ise yüzde 9.25’le veriyor. Bunu da değiştirmedi. Tüm verdiği paranın bankacılık sistemine ortalama faizi yüzde 11.5 seviyesinde idi. Şimdi bu ortalama, aynı kompozisyon korunursa kabaca yüzde 12’ye yükselecek. Bu faiz oranı bile bankacılık kesiminin hali hazırda müşterilerine önerdiği ve gerçekleştirdiği yüzde 14-14.5’luk TL mevduat faizlerinin hala çok uzağında. Yani Merkez Bankası, dün faizi artırsa da piyasanın gerisinde kalmaya devam ediyor. Bankanın, piyasanın faiz artışı beklemediği bir konumdan çıkıp artırması ‘piyasanın önüne geçtiği’, enflasyonu çapalayarak beklentileri yönlendirmeye başladığı anlamına gelmiyor.

Hele ki dün de bu satırlarda yazıldığı gibi; bankaların kredi patlaması yaptığı son bir aylık dönemde mevduat artışının bu kredi artışına yetişemediği bir tabloda. Banka, dünkü toplantıda, öncekine göre yeni bir cümle ilave etmiş, o da; “yakın dönemde risk iştahında gözlenen artış maliyet kaynaklı baskıları bir miktar sınırlasa da enflasyonun bulunduğu yüksek seviyeler fiyatlama davranışlarına dair risk oluşturmaktadır” diyor.

Bu düşük cümleden çıkarılabilecek anlam şu; küresel piyasalardaki rahatlamadan kaynaklanan kur gevşemesi enflasyon baskısını azaltıyor ama enflasyon yüksek, bunun devam etmesi de fiyatlama davranışını bozabilecek.

Bu konudaki daha açık tabloyu, cuma günkü Enflasyon Raporu’nda görebileceğiz. Raporda Merkez Bankası, enflasyon tahminlerini kayda değer ölçekte yukarı çekebilir. İşte bu yüzden, “madem tahmini yukarı çektiniz, neden faiz aksiyonu almadınız?” sorusuna ön alıyor olmalı.

İşin doğrusu Türkiye, 16 yıllık dalgalı kur rejiminde, ardı ardına sermaye çıkışı ve kur artışı olan dört-beş yıllık bir süreçte kurdan enflasyona geçirgenlik ve fiyatlama davranışı gözleme deneyimi hiç yaşamadı. Hele ki tüm çapaların taradığı, beklentilerin bozulduğu bir konjonktürde.

Bankanın hükümetle belirlediği enflasyon hedefi yüzde 5. Ama cuma günü de görülecek ki; banka kendisi bile bunun 2 yıllık bir ufukta tutturabileceğini ummuyor. Enflasyon gerçekleşmesi ise hedefin iki puanlık belirsizlik aralığının bile çok üzerinde. Artık “hedef çarpı 2” seviyeden bahsediyoruz.

Başçı döneminde ‘düşük haftalık repo faizi ve yüksek gecelik faizi’ ile yapılan “siyasetçi-piyasa vitrini” şimdi, ‘kalıcı düşük gecelik faiz-geçici yüksek olağanüstü faiz’ ile yapılıyor. Hani şimdilerde o çokça hayranı olan ‘Osmanlı modeli’ ile ifade edilirse “idare-i maslahatçı para politikası” ile idare ediliyor; ne çok patlasın ne de çok ürkütsün. Bir taraftan yüzde 9.25’ten 10 milyar para verirken, diğer taraftan ‘olağanüstü faiz’ olan yüzde 11.75’ten piyasaya para veriyor; tuhafı, öbür taraftan yüzde 11.75’le döviz deposu karşılığında (swap kanalıyla) TL çekiyor.

Yazının Devamını Oku

Kredi garantisi orta vadede 'pansuman'

26 Nisan 2017
SON bir ayda şirketler kesimi ve bankacılık alanında ses getiren bir mekanizma var; kredi garanti mekanizması.

Kredi Garanti Fonu’nun (KGF) Hazine destekli verdiği kredi garantisi mekanizmasının boyutu önce 20 milyara, sonra en son mart sonunda 250 milyar TL’ye yükseltildi. Deyim yerinde ise hem bankalar, hem de şirketler ‘üstüne atladı’.

Hem yeterli teminatı bulamadığı için kredi olanaklarından uzak kalan KOBİ ve ihracatçı şirketler için cazipti, hem de verdikleri kredilere Hazine garantisi sağladıkları için bilançolarını daha güçlü gösteren bankalar için cazipti. Garantiyi devlet, parayı bankalar veriyor. 186 bini aşan sayıda şirket kredi konusunda geçici de olsa bir nefes aldı. Bankalar da bilanço düzeltti; borsada hisse değerleri yükseldi.

KGF’den aldığım verilere göre; Hazine protokolünün imzalandığı 20 Mart 2017 ile 20 Nisan 2017 tarihleri arasında 186 bin 131 şirkete 122.3 milyar TL kefalet, 137.3 milyar TL kredi kullandırıldı. Malum, şirket ya da faaliyete bağlı olarak verilen kredilerin yüzde 75 ile yüzde 100’ü aralığında kefalet veriliyor.
Fon, bu sağlanan kefaletin yüzde 55’inin yeni kredi, yüzde 43’ünün ise ilave kredi olarak kullandırıldığını söylüyor. Toplam kefaletin sadece yüzde 2’sinin mevcut kredilere sağlanan kefalet olduğunu da.

Yazının Devamını Oku

Mutsuz çocuklar ülkesi

22 Nisan 2017
TOPLUMUN değerleri, beklentileri, bakışı çok farklı kutuplarda olabilir ama herkesi aynı şemsiye altında birleştiren nadir hedeflerden biri; çocukların geleceği ve eğitimi. Daha ‘kuru’ ve mekanik bir açıyla bakarsanız ekonomide de, bugünün çocukları; geleceğin üretimini yapacak ‘insan sermayesini’ oluşturuyor. Geleceği de o çocukların hayalleri kuracak.

Yine toplumun farklı kesimlerini buluşturan ortak bir nokta olan futboldan örnekleyelim; takım sahaya çıkmadan hani o klişe ‘moral, motivasyonu’ biliyoruz da; ‘geleceğin takımı’ çocukların hali nedir merak ediyor muyuz?

Türkiye yarın Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı zorlu bir eşikte kutlarken, araştırmalar, çocuklarımızın fena halde mutsuz olduğunu söylüyor.

REFAH ÖLÇÜMÜ

2000’li yıllarla beraber, artık refah tek başına “kişi başı milli gelirle” ölçülmüyor. Çalışma ve gelir gibi unsurlara, barınma koşulları, sağlık koşulları, eğitim ve beceriler, toplumsal ilişkiler ve sivil toplum sorumlulukları, çevresel koşulların kalitesi, kişisel güvenlik koşulları, çalışma ve özel yaşam dengesi, öznel refah gibi birçok unsur da ölçülüyor. Tüm bunların bileşkesinden de refah koşulları, nihayetinde de yaşam memnuniyeti tablosu çıkıyor. Bireylerin kendini sağlıklı, mutlu ve müreffeh hissedip hissetmedikleri ölçülüyor. OECD’nin PISA testi çerçevesinde yaptığı çalışmada, 15 yaş grubundaki öğrencilere, (Türkiye’de o kuşaktaki kişi sayısı 1.3 milyon kişi, ama okula gidenin sayısı kabaca 1 milyon 100 bin kişi) 4 ayrı alanda memnuniyet ölçümü yapılmış; okuldaki başarıları, okuldaki akranları ve öğretmenleri ile ilişkileri, evdeki yaşamları ve sonuncusu da okul dışında nasıl zaman geçirdikleri ölçülmüş.

Öğrencilerin esenliği, memnuniyeti (well being) ; onlara mutlu ve tatmin edici bir yaşam için gerekli olan psikolojik, bilişsel, toplumsal ve fiziksel kaliteye karşılık geliyor.

35 OECD ülkesinde ortalama memnuniyet derecesi, 10 üzerinden 7.3 çıkmış. Türkiye’deki öğrencilerin ortalaması ise 6.1 hesaplanmış. Bu değer, 7’si bu teste katılmayan 35 OECD ülkesine ilave olarak, OECD üyesi olmayan ama teste katılan diğer 21 partner ülke olmak üzere toplam 48 ülkenin gerisinde. Türkiye’den bu teste katılan öğrenciler, yaşam tatmini ya da memnuniyeti açısından 48 ülkenin sonuncusu.

Daha fazlası; aradaki fark da çok açık. Örneğin yaşam tatminine, “0 ile 10” puan arasında olan not aralığında 0 ile 4 arası not vererek “mutsuz” tablosuna girenlerin oranı OECD’de ortalama yüzde 11.8 iken, Türkiye’deki öğrencilerin oranı ise neredeyse üç katı: Yüzde 28.5’ta. Bu sıralamada da 48 ülkenin en mutsuz çocukları bizimkiler.

9 ile 10 arasında not verip

Yazının Devamını Oku

IMF: Ekonomik görünüm bulutlu

19 Nisan 2017
REFERANDUM bitti ama sonuç üzerinde ciddi itirazlar varken, “şimdi gündem ekonomi” tarzı açıklamalar geliyor.

 Doğru ama eksik. Ekonominin direksiyonunda eski etkisi kalmamış olan Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek bile “En kötüsü geride kaldı. Şimdi referandum belirsizliği de Türkiye’nin uzun vadeli hükümet yönetim sistemine ilişkin kaygıları da ortadan kalktı. Türkiye artık istikrar bekliyor. İstikrar reformlarla desteklenirse kalıcı güçlü refah artışını getirecek” diyor;  toplumun yarısının kaygılarını oy sandıklarına döktüğü günün ertesinde. Bu toplumun yarısını yok sayan bir açı; hem de hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı gibi temel değerlerin kaybının ‘resmiyete’ sokulduğu, tartışmalı bir referandum sonrasında.

Gelişmiş ülkeler, ‘toplumsal sözleşme’ niteliği olan anayasalarında temel demokratik kurumlarına rötuş yaparken nitelikli çoğunluğa dayanırken, Türkiye gibi kutuplaşmış bir ülke “yüzde 50+1” yolunda ilerledi. Marjinal farkla sonuçlanan, ama önemlisi seçim sırasında ‘oyun devam ederken’ yasal kuralın yok sayılması, sonucu tartışmalı kılıyor. Nasıl sonuçlanır bilmiyoruz ama tartışmalı hale gelen bu referandumun, toplumun bir kesiminin gözünde meşruiyetine gölge düştü.

Türkiye gibi ekonomisinin yüzde 60’ının hane halkı tüketim harcamaları, yüzde 30’a yakınının ise yatırım harcamalarına dayandığı bir ülkede, toplumun yarısının istemediği bir siyasal kurumsal değişiklik o kesimin geleceğe dair beklentilerine de, ekonomik kararlarına da yansır. Hele ki GSYH’nın yüzde 62’sini üreten 13 büyük kentte, hani o “yüzde 50+1” olarak bakanların merceği ile bakılırsa çoğunlukla hayır çıkmış durumda ise.

Şurası açık; bu atmosfer içinde, bu anayasa değişikliği tüm itirazlara karşın yürürlüğe girse de 2019’a uzanan süreçte, temel ‘taşıyıcı kolonlar’ olan hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığını sona erdirdiğinden, reform iddiası ekonomide heyecan yaratmaz. Davutoğlu döneminden beri ‘reform’ adı altında topluma sunulan hedeflerin Ankara’nın dehlizlerinde kaybolduğunu da anımsamak gerekiyor. Bunu en iyi bilecek bakan Mehmet Şimşek olmalı.

‘Siyasal istikrar’ olgusunun “yüzde 50+1” olmadığını, kapsayıcılık ve çoğulculuktan geçtiğini de not etmek gerekiyor. İşte bu da artık açık açık IMF gibi kurumların raporlarına da yansıyor.

2017’DE YÜZDE  2.5 BÜYÜR

Hem küresel koşulların bizim gibi ülkeleri daha da sıkıya aldığı bir dönemde, Türkiye de hem yalnızlaşarak içine kapanıyor, hem de toplumun güvensizlik içinde iki ayrı kutup olarak ayrıştığı süreç derinleşiyor. Bu koşullarda ayrışan hane halkının geleceğe bakışı ekonominin bütünü için yüksek büyüme getirmez.

İşte IMF de, Nisan toplantıları öncesinde yayımladığı Dünya Ekonomik Görünümü raporunda Türkiye’nin 2017 ekonomik büyüme tahmini yüzde 2.5’e düşürdü. Bu oran kasım ayında yüzde 3, şubat ayında ise yüzde 2.9 idi. Şurası açık yüzde 2.5’luk bir büyüme patikası işsizliği artırır.

Yazının Devamını Oku

2019 seçim ekonomisi perdesi açılır

17 Nisan 2017
Kıl payı’ farkla sonuçlanan referandum bitti. Sonuç üzerinden tartışmalar başladı ve sürecek. İstatistiklerde ‘hata payı’ olarak dikkate alınan 2 puanlık pay dahilinde olan bu kesin olmayan sonucun, uluslararası alanda ve ekonomide yansımaları olacak.

En başında AB ilişkilerinde ki Avrupa Parlamentosu raportörü Kati Piri bunu ilk ifade eden oldu: “Az farkla Avrupa değerlerinden büyük uzaklaşma”. Bu açı AB zirvesinde de kabul görürse ekonomiye ilk elden finansal kanaldan etkileri olacak. En azından bunun baskısının öncü etkileri.

EKONOMİNİN SESİ

İçeride ise  ilginç bir tablo var; Türkiye’de milli gelir illere göre en yüksek üretenden aşağı doğru sıralandığında ilk 20 kentin 13’ünde “hayır” oylarının çoğunlukta olduğu görülüyor. Bu kentlerin ürettiği milli gelir, toplamın yüzde 62’si. Başka deyişle, ilk 20 büyük kent Türkiye’deki GSYH’nın yüzde 77’sini üretirken, yüzde 62’lik kısmını üreten 13’ünde çoğunluk “hayır” demiş. Bu tablo ‘ekonominin sesi’ olarak bakıldığında, geleceğe dönük olarak önemli bir sinyal taşıyor.

Bu anayasa oylamasının zayıf bir farkla geçtiği tescil edilirse özellikle büyük kentlerde ‘hayır’ çoğunluk sağlayan muhalefete güç, iktidara ise 2019 seçimlerine kamusal olanakları kullanma ivmesi verecek. Bu ‘fotoğraf’ ne sunuyor? Muhtemelen 2019’a kadar bir seçim olmayacak. Bu da, mevcut iktidarın önümüzdeki  iki buçuk yıl boyunca ekonomi politikasında daha ‘harcamacı’ ve bütçe bozulmasına ağırlık vermesine yol açacak. Genişlemeci maliye ve para politikasına yüklenecek. Tabii buna kabine revizyonu ile başlanması muhtemel.

13 KENTİN MESAJI

Bir yandan da, AB ile müzakerelerin potansiyel olarak askıya alınması durumu da 2019 seçim harcamalarına eşlik ederse mali piyasa tablosu çalkantılı olmaya aday. Dün gece konuştuğum analistler de, kısa süreli bir piyasa yükselişi olması beklenebileceğini ama çıkan sonucun küçük farklı olması nedeniyle ve 2019 seçimine potansiyel olarak ekonomi politikası ile yüklenme tablosunun güçlenmesi nedeniyle piyasa görünümünde temkinli olmayı öneriyor.

Dün referandum bitti; bugün, 2019’a giden yolun başlangıcı. Bu yolda da hem iç hem de dış siyasi rüzgârlara açık, seçime odaklı bir ekonomi politikası öne çıkacak. Asıl sorun şurada; ‘seçim ekonomisi’, hayır oylarının çoğunlukta olduğu GSYH’nın yüzde 62’sini üreten 13 kentin verdiği mesajın çaresi olmayacak büyük olasılıkla.

Yazının Devamını Oku

Hikâyenin sonu mu başlangıcı mı?

15 Nisan 2017
EKONOMİ, kalkınma, refah gibi kavramların sadece sayılardan oluşmadığını, “ekonominin sadece ekonomi olmadığını” çoktan öğrendik. En basit yol; insani gelişmişlik, refah, iyi yaşam gibi küresel lig sıralamasında ilk 10’a, ilk 20’ye giren ülkelerin neyi nasıl yaptığı, hangi kurum ve kurallara sahip olduklarına bakmak zaten iyi bir “kılavuz”. Yazılı anayasası bile olmayan ülkelerin hukukun üstünlüğünü tesis etmek için ne yaptığını keşfetmek zor değil.

Türkiye yarın, bundan neredeyse 10-12 yıl önce ekonomisine, kalkınmasına ve toplumsal refahına büyük bir ivme veren “hikâyesinin” sonunu oyluyor olacak. 2005’te “gelişmiş ülkeler” ligine eşiğine adım atarak, AB üyelik müzakerelerine tarih alırken ortaya çıkan ‘hikâye’ çoktan bozuldu. Şimdi bunu ‘kitaba yazmak’ ya da yeniden başlamak için halk oylaması yapılıyor.

O ilk günden belli idi ki sonunda Türkiye ister üye olsun, ister olmasın; müzakere sürecinde hukuk, demokrasi, temel haklar, kurumlar ve kuralları olan ekonomi gibi temellerde ilerleyecek, bunu kurdukça “gelişmiş ülke” liginde sıra kazanacaktı. Devasa yatırımların ve sermaye akışının kapısı açılmıştı.

Oysa oylama öncesinde geldiğimiz yer şöyle; bir borsacının tanımlamasıyla “yabancı yatırımcı ilgisi kalmadı; 50 milyon dolarlık alımla 4 hisseyi yükseltip, ‘Borsa Evet’i satın aldı’ hikâyesi yazma” noktasına sürüklendik.

“Ortak akıl” şiarı ile ülke yönetimine aday olan iktidar partisinin ilk kurulduğunda parti programında “Farklı tercihlerin rekabeti, sağlıklı bir demokratik sistemin vazgeçilmez unsurlarındandır. Bu yarışta çoğunluğun oyunu alanlar iktidara gelir, tüm ülkenin ya da yerel yönetimlerin sorumluluğunu üstlenirler. Ancak yarışı kazanmak ve iktidara gelmek çoğunluğun iradesini mutlaklaştırmaz” yazıyordu. Hâlâ da öyle yazılı. Ama çoktan ‘çoğunlukçu tarz’ işleyişe egemen oldu. Anayasa değişikliğinin yapılması da, halk oylamasından beklenen de programdakinden tam tersi; yarıdan bir fazla oyu alırsa tüm toplumun refahını yükseltme ivmesi yaratan o “gelişmiş ülke” ligine gidiş hikâyesini zayıflatacak bir anayasa değişikliği yürürlüğe girecek. Türkiye içine kapanacak.

Anayasa referandumunda yarın söz halkın. Yoklama anketlerinde kararsızları da dağıtarak öngörülen sonuçların yarı yarıya olduğu görülüyor. İstatistiki yanılma payı yüzde 2 de hesaba katılırsa her iki yönde de sonuçla karşılaşılabilir. Herkesin aklında olduğu gibi şunu da not etmek gerekiyor; OHAL altında kamuoyu yoklamalarına zar-zor bulunan, ulaşılan deneklerin verdikleri yanıtların gerçek bakışlarına ait beyanları olduğu ve kararsızların da ‘uygun’ dağıtıldığı varsayımı ile bakılıyor bu sonuçlara.

Tüm toplumu ilgilendiren temel hak ve özgürlük, kural ve kurumların değiştirilmesini içeren anayasa düzenlemeleri “nitelikli çoğunlukla” değil de “marjinal” oy farklarıyla geçtiğinde tartışma bitmez. Anayasalar, toplumsal mutabakat metinleridir çünkü. Özel mülkiyet alanında apartman yönetiminde bile tam mutabakat kuralları olan ülke, mutabakatsız bir anayasa yapıyor. Bugün “gelişmiş ülke” statüsünde bulunan çok zengin ülkelerin buna sıkı sıkıya sarılmasının ardında da bu refahı koruma çabası var. Bu refahın ana temeli de güçler ayrılığı. Türkiye yarın bunu ya gömecek, ya da tersine güçlendirme iradesini ortaya koyacak.

Çoğunlukçu bir bakışla hazırlanan ve halkın iradesini temsil eden Meclis’te “nitelikli çoğunluk” bulamadığı için doğrudan halk oylamasına giden Anayasa değişikliğinin yarıdan bir fazla oyla geçmesi bile sorunlu olacaktır.

Böylece, bundan 10-12 yıl önceki “AB ile eklemleşme” hikayesinin bitiş ve “AB ile ayrışma” hikayesine başlangıç demek olacaktır. Tüm bunun ekonomiye yansıması en başta finansal kanaldan başlayıp daraltıcı yönde olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Hazine nakit açığında rekor artış

12 Nisan 2017
ANKARA’nın o pek övündüğü mali disiplinde mart ayı verilerinde daha da belirginleşen kayda değer bir aşınma dikkat çekiyor. Referanduma giderken ekim ayından itibaren kamu harcamalarında gaz pedalına tam olarak basıldığı gözleniyor. Nereden mi? Hazine’nin nakit durumundan.

Durum şöyle; mart ayında Hazine’nin son 6 aylık nakit açığı kabaca 40 milyar TL’ye vurmuş. Oysa geçen yıl aynı dönemde Hazine nakit açığı sadece 3.1 milyar TL idi. Açıktaki artış 12 kattan fazla.

Pek ne olmuş? Sayılara bakalım.

2016 yılı mart ayında, 2015 Ekim-2016 Mart arasını içeren son 6 ayda, devlet faiz ödemeleri dışında toplam 247.5 milyar TL nakit harcama yaparken, bu yıl aynı 6 aylık dönemdeki harcamalar 304.7 milyar TL’ye çıkmış. Bu, yüzde 23’lük bir artışa karşılık geliyor. Oysa aynı dönemdeki toplam nakit gelirlerdeki artış ise sadece yüzde 11. Böylece bu dönemdeki devletin nakit açığı 39.8 milyar TL olurken, önceki yılın aynı ayına göre 12 kattan fazla artmış olduğunu söylüyor.

Eldeki nakitten (Kasa-banka) kullanımlarla bir kısmı karşılanan bu nakit açığının kalan 29 milyar TL’lik bölümü ise borçlanma ile kapatıldı. 2016’daki 6 aylık dönemde kabaca toplam 6 milyar borçlanma yapan Hazine, bu yıl 28.7 milyar borçlanma gerçekleştirmiş oldu. Yani önceki yıla göre nakit borçlanma kabaca 4 kat artmış oldu.

Devletin mali hesapları iki pencereden izlenir; biri nakit bazlı izleme, diğer ise tahakkuk bazlı izleme. Nakit bazlı olan Hazine tarafından izlenir; kamunun ‘cebi’ olan Hazine, nakit olarak bu ‘cebe’ ne kadar giriş ve çıkış olduğunu izler, devletin nakit durumunu ayarlar. Tahakkuk bazlı gerçekleşme ile nakit bazlı gerçekleşme arasında farklar olabilir. Asıl ‘cebe yansıyan’ kısmı nakit bazlı gerçekleşmeler. Örneğin vergi tahakkuk eder ama ödenmeyebilir. Görülüyor ki; enflasyon hedefinin yüzde 5 olduğu yerde faiz dışı harcamalar nakit olarak yüzde 23 artarken gelir artışı nakit olarak bunun yarısı oranında olmuş.

Daha çarpıcı olanı; 2017 mart ayındaki son altı aylık nakit bazlı faiz dışı harcamaların iki yıl önceki yani 2015’deki aynı döneme göre artışının yüzde 49 olduğu. İki yılda yüzde 49’luk artışın normal olduğunu kim iddia edebilir? Çok açık ki bütçe disiplini bozuluyor.

Maliye Bakanlığı tarafından açıklanan bütçe gelişmeleri tahakkuk bazlıdır. Buradan görünen de şöyle; aynı dönemin 5 aylık verisine (Ekim-şubat) göre, faiz dışı harcamalar içinde cari transferler kayda değer ölçüde (yüzde 30’a yakın) artış gösterirken, bütçe açığı da 5 kat arttı.

Yazının Devamını Oku