Yat turizmiyle uğraşan dostumuz Kaan Akdoğan’ın daveti üzerine Murat Çelik, Uğur Şevkat ve Mehmet Gürbüz ile birlikte yine yollara düştük. HKA Neta Yachting’in Gazi kaptanı ve ekibi bize unutulmaz bir dört gün yaşattı. Kaan Akdoğan “Gazi kaptan, bu ekip resim işinden biraz anlar. Rotamızda Bedri Rahmi Koyu da olsun” deyince, mutlu olmadık dersek yalan olur. Turkuaz renkli denizin boyadığı koyun asıl ismi “Taşkaya Koyu” imiş. Bedri Rahmi Eyüboğlu, sahildeki devasa kayayı balık motifi ile süsleyince koy, “Bedri Rahmi” diye anılmaya başlamış. Murat Çelik ve Mehmet Gürbüz’le tekneden atlayıp kıyıya kadar yüzdük. Bedri Rahmi’nin yıllara meydan okuyan o muhteşem yapıtını daha da yakından gördük. Hep resmin ne zaman yapıldığını merak ederdim. Bedri Rahmi imzasının altında 1974 tarihini gördüm. 46 yıl önce bir kaya üzerine yapılmış resmi görmek, şöyle geriye çekilip uzaktan seyretmek, her şeyden öte o kayaya dokunmak insanı gerçekten heyecanlandırıyor. Bölgeye gittiğinizde Bedri Rahmi Koyu’nu görmeden dönmeyin derim. Derme çatma çardak altı bir mekanda kahvaltı ya da yemek keyfi yaşayabileceğiniz imkân da mevcut.
Bedri Rahmi Koyu’nu görünce 2018 Temmuz’unda kaybettiğimiz, Demirören Holding ve Demirören Medya Holding Yönetim Kurulu Üyesi Tayfun Demirören’in eşi Reyhan Demirören’in babası iş insanı merhum Ayhan Bozkurt’un bir sohbetinde anlattığı projesini bir kez daha hatırladım. Koleksiyoner de olan Ayhan beyin ünlü ressamlarımızdan Yalçın Gökçebağ’a, Bodrum-Mazı’da bir kaya üzerine resim yaptırma projesi vardı. Yanılmıyorsam, yıllar önce de bu projeden bahsetmiştim. Umarım Gökçebağ fırsat bulduğunda, Ayhan beyin bu projesini hayata geçirir.
39 yıldan beri ulusal ve uluslararası platformlarda yer alan Tekand, resim ve heykel disiplinindeki çalışmalarıyla bireysel ve toplumsal bellekler üzerinden çalışmalarını üreten bir sanatçı. Tekand’ın “Eksilen Portreler” olarak adlandırdığı çalışmaları, kalın boya katmanlarıyla yarattığı portrelerden oluşuyor. Desenlerin ve renklerin üst üste binmesiyle kaotik, karmaşık bir anlatım kazanan portreler, bilinçli bir şekilde deforme edilmiş ve yüzleri belirsizleştirilmiş olarak karşımıza çıkıyor. Tekand geçmiş sergilerinde olduğu gibi “Eksilen Portreler”de de herhangi bir akımdan ve kavramdan bağımsız olarak yaratma güdüsünü gözler önüne seriyor. Yoğunlaştığı konuyu “bir düzlemin üzerinde iz bırakma” olarak açıklayan sanatçı en temelinde, resmi sadece bir düzlem olarak algılayıp resim yapma pratiğinin kendisini sorguluyor. Sanatçı, Ortaçağ Avrupası, Uzakdoğu Asya ve İslam Coğrafyası’nın minyatürlerindeki mizanpajı ve renkleri inceleyerek resmin yazı ile birlikteliğine de ağırlık veriyor.
68 yaşındaki Tekand, Danimarka Arhus Sanat Akademisi’nde çalıştıktan sonra, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ni bitirmiş. Resim ve heykel çalışmalarının yanı sıra tiyatro ve sinemada pek çok sahne tasarımı ve sanat yönetmenliği de yapmış, bu alanda ödüller almış. Sanatçı “bianet”te yayınlanan bir söyleşisinde “Neden resim yaptığı?” sorusuna yanıt verirken özetle, “Sadece basit düşünmeye çalışıyorum. Boyalarla renk vermeyi, yüzeylerde iz bırakmayı ve oynamayı seviyorum (...) Resim yaparken kendini sıfırlayıp, bir nevi performans korkusu oluşturmalısın. Bu da, karanlık köşelere elini sokmak, bela aramaktır. Aksi müthiş monotonluktur ve resim heyecan verecekse yapılır. Yoksa yapılması şart değildir(...) Resim yapmak ikircikli bir süreçtir. Güya karanlık yola giriyorum ama arka tarafta ‘Bu resim satar mı?’ diyorum. Çoğunlukla bütün sanatçılar bu konuda kendimizi aldatırız. Bir yandan resimlerin satılmasını bekleriz. Bu durum da kafamızı karıştırır, kirletir” diyor.
Tekand, yolunun resimle nasıl kesiştiğine de şöyle anlatmış:
“Annem dikiş dikerken, ben de resim yapardım, diye anlatırlar ya, tipik ressam salaklığı aslında. Ama hakikaten çocukken resim yapıyordum. Ailem kültürlü olalım kampanyasına katılmış, hevesleri yarım kalmış. Plaklar bir köşeye atılmış, kitaplar okunmamış. 14 yaşında o kitaplardan tesadüfen klasik bir Van Gogh kopyası yaptım. İyiydi gibi hatırlıyorum. Tutku işte. Şimdi bu eğilimler pedagojik açıdan yönlendirilebiliyor. Bizim zamanımızda yoktu. Neye takılıyorsak gidiyorduk. Takıldıktan sonra vazgeçilmez oldu. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’nde seramik okudum. Akademinin hocalarını takip ettim, etraftan aldığım görgüyle oldu. Sadece resim yapma isteğim vardı. Belli disiplinler, öğretiler yoktu. Benim kuşağım okumaya pek niyetli değildi. Biz sokakta, devrimci gençlik hadisesinin içinde büyüdük. Bugün de olsa bunu tercih ederim. Bugün o yer kaybedildi. Artık sanat kartviziti olan mesleklerden biri gibi. Bu yüzden niteliği de değişti...”
Tekand’ın eserlerini görmeniz için iki hafta daha süreniz var.
KENTTE NE VAR?
Pandeminin kültür ve sanat yaşamında etkisini gösterdiği inkar edilemez. Özellikle de plastik sanatlarda. Peki, bu süreç olumluya çevrilebilir mi? Yeni kuşak eleştirmenlerden Pınar Akkaş’a bu konuda bir değerlendirme yapıp, yapamayacağını sorduğumda, “Elbette kendi düşüncelerimi yazarım” yanıtını verdi. Akkaş’ın, yazısının sonunda ortaya attığı “Pan-Art” vurgusunu ilginç buldum. Yazının geneline baktığımızda, sanat dünyasının da bu süreci olumlu değerlendirebileceği izlenimi edindim ki, bu güzel bir şey. Sizi bu hafta Akkaş’ın yazdıklarıyla baş başa bırakıyorum:
“Dünya, elinde pandemisiyle tanrının bekleme odasında oturan ve kolay kolay konuşmaya cesaret edemeyen bir misafir gibi görünüyor. ‘Pandemi’nin (pandemic) etimolojik kökeni, kırların, ormanların ve çobanların tanrısı yarı keçi yarı insan ‘Pan’dan gelmektedir. Ayrıca İngilizcede ‘tüm, hepsi’ anlamındadır. Bir de sert eleştiri demektir. Acaba bütün bunlar gerçekten evren tarafından bize gönderilen bir tür eleştiri mi ya da sınav mı? Dinsel ve spirütüel bir yaklaşımla bunlara cevap vermek daha kolay gelebilir bize ama artan nüfus, iklim değişikliği, kıtlık ve kuraklık gibi kapıdaki daha büyük sorunların yanında pandemi hala küçük bir sorun gibi kalıyor. Aşının hala bulunamaması, okulların tam kapasite açılamaması, iş hayatının vardiya sistemine geçmesi, sosyal hayat, kültür sanat etkinlikleri ve yeme içme sektörü vb. gibi her şey epey yara almış durumda. İşsizlik ve pandeminin yarattığı ekonomik çalkantılar hala doludizgin devam ediyor ve ekonomistler öngörülebilen bir grafik ortaya çıkaramıyor. Bütün bunlara rağmen bilim insanları çalışıyor ve sanatçılar da üretmeye devam ediyor. Ressam ve heykeltıraşların azımsanmayacak bir kesiminin üretim açısından bu süreci iyi değerlendirmeye çalıştıklarını düşünenlerdenim. Osmanlı’ya elinde minyatürle giren Türk resim sanatı, aristokratların ve elitlerin himayesinde korunmuş ve ancak Cumhuriyet döneminde kanatlarını çırpmaya başlamıştır. Halktan seyircisi olmayan resim, heykel, mimari, müzik gibi yüksek entellektüel üretimler, genelde halk-kamu için hayranlık uyandırıcı ve pek de anlaşılmayan bir şeyden öteye geçememiştir. Ancak bu sıradan insanın, sıradan çıkması da sanatla başlıyor. İlgilerini genişletip, her şeye meraklı gözle bakmaya başlıyor ve dahası onu, yani sanatı seviyor: İşte size sanatsever... Belki bu sanatsever insan, Heidegger’in ‘Das Man’ıdır (hiç kimse ve herkes) onun bu dünyadaki kaçışını hızlandıran en anlamlı şey olarak. Sanatı sevme aracılığıyla baş edemediği sıkıntısından kurtulup varlığına, dolayısıyla varoluşa bir katkı sağlayabilir. Fakat şimdilerde pandeminin yarattığı bir maskeyle gezen sanat, eskisinden daha ürkek ve belirsiz bir şekilde bir ‘zor zaman tüneli’nde ilerliyor. Galeriler çok az sergi yapabiliyor, bu sergilere çok az insan katılabiliyor. Sanatsal üretime katılım yani seyirci zaten az iken şimdilerde neredeyse hiç yok gibi. Ama bu çağdaş sanatçılarımızın azmini hiç kırmadı ve üretimlerini sınırlamadı. Tam tersine özellikle genç sanatçılarımızın gayretli çalışmaları umutlu, pozitif ve dayanışmacı yaklaşımları, sanata gönüllü hizmet eden ve genç sanatçıları destekleyen sanat insanlarının (eğitimciler, sanat danışmanları) emeği ile bu süreci kolay atlatacağımızın biraz duygusal olsa da bir kanıtıdır. Galeriler sanal sergi, online müzayede yaparak hem sanatı, hem de kendi varlığını devam ettirmeye çalışıyor. Sanata dair bütün disiplinlerin yaşaması ve korunması için bunca özveride bulunan sanatseverlerin ve koleksiyonerlerin ise şimdi daha çok özveride bulunması gerekiyor. Sanatçılar, sanatseverler ve galericiler birbiriyle eskisinden daha çok yardımlaşarak toplumsallaşıp günümüzün bir Medici ailesini yaratabilir ve yeni yüzyılın Rönesans ışığı cesur gençlerin elinde pandemiden bir ‘Pan-Art’a dönüşebilir.”
GEÇMİŞ OLSUN İZMİR
İzmir benim yılda birkaç kez, çoğunlukla da sanatsal etkinliklere davetli olarak gittiğim bir kent. Her gittiğinizde daha da çok seversiniz İzmir’i. Maalesef İzmir ve civarında yaşanan deprem hepimizi derin üzüntüye sevk etti. Depremde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Geçmiş olsun İzmir.
Salgın öncesinde de internet üzerinden müzayede düzenleyen bazı şirketler bu sürece hazırlıklı yakalandı. Bu şirketler kendilerinin hazırladığı yazılım üzerinden belirli aralıklarla müzayede yapıyor.
Ancak internette kendi yazılımı olmayan şirketlere bu imkânı tanıyan bir uygulama da var. İsmi, Müzayede APP. “Online Müzayede Uygulaması” diyebiliriz. Müzayede APP’e girdiğinizde bu sezonun ilk yazısında dile getirdiğim, “Herhalde dünyada Türkiye’den başka hiç bir ülkede bu kadar online müzayede yoktur” görüşüme destek vereceksinizdir. Bu uygulamada, aklınıza gelebilecek her çeşit objeyle ilgili müzayedeye rastlayabilirsiniz. Elbette resim müzayedelerine de bu uygulamadan ulaşabiliyorsunuz.
İnternet müzayedeciliğinde İstanbul’un ağır bastığını söyleyebiliriz. Ankara’dan da iki şirket öne çıkıyor. Ankara Antikacılık ve RC Art Gallery. Ankara Antikacılık kendi adıyla, RC Art da “Sessiz Müzayede” adı altında değişik müzayedeler düzenliyor. Her iki şirket zaten salgın öncesinde salon müzayedesi yapıyordu. Dolayısıyla ikisi de Ankaralı sanatseverlerin yakından bildiği şirketler.
“Müzayede APP nedir? Nasıl bir uygulamadır?” diye ben de internette araştırırken, karşıma Müzayede APP’in yöneticilerinden Kubilay Demir’in geçen temmuz ayında Ankara Life Dergisi’ne verdiği röportaj çıktı. Hem Ankara Life Dergisi’nin, hem de Kubilay Demir’in iznini alarak bu röportajı özetleyerek sizlere sunuyorum:
Ankara’da sanat galerilerinin yoğun olduğu Yıldız semtine uğradım. Samimi söylemek gerekirse, galeriler semtinde “korona sessizliğine” şahit oldum. Birkaç galeri açık. Bazıları da açalım mı, açmayalım mı diye düşünüyor.
Bu kısa gezintiden, COVID-19 salgını geçene kadar birçok galerinin özel sergi açmayacağı izlenimi edindim. Anladığım kadarıyla galeriler bir süre daha duvarlarını kendi koleksiyonları ya da konsinyelerindeki eserleri sergileyerek süsleyecekler. Salgınla birlikte artık vazgeçilmez hale gelen “online yaşam” öyle anlaşılıyor ki, sanat dünyasına da iyice yerleşecek. Galerilerin eser satışında online sistemin önemli bir yer tutacağını düşünüyorum. Bunun için de sanırım “instagram” iyi bir mecra.
Resim alan insanların büyük bir kesiminin yazlıklarından geri dönmemelerinin de, sanat dünyasındaki sessizlikteki bir diğer etken olduğunu düşünüyorum. Bir galeri çalışanı bu tespitime katılarak, “Birçok koleksiyoner müşterimizle telefonda konuştuğumuzda, COVID-19’un Ankara’da yoğun olması nedeniyle şehire dönmeyip, yazlıklarında kalmaya devam ettiğini öğrendik. Ekim sonu, kasım ortasına doğru insanlar dönmeye başlar diye umuyoruz” dedi. Anlaşılan Ankara, sanatseverlerin yazı geçirdikleri sahil bölgelerinden dönüşünü bekliyor.
Bu arada bazı okurlarımızdan Ankara’da kültür-sanat etkinliklerini duyuran küçük kitapçıklara ulaşamadıklarına dair mesajlar aldım. Açık galerilere sordum, onlara da kitapçıklar gelmemiş. Sanırım salgın nedeniyle etkinlik yapılamadığı için duyuru kitapçıkları da basılmamış.
Geçen hafta duyurduğumuz Mustafa Ayaz, Ali Kotan, Leonardo da Vinci’nin 500. Ölüm Yıl Dönümü projesi çalışmaları, Adnan Turani, Derya Yıldız, Deniz Onur Erman, Fırça Sanat Galerisi 1’inci suluboya yarışması eserleri, Doğan Karakılıç ve Meçhul Seyyahların Ankara Fotoğrafları sergileri bu hafta da devam ediyor. Bunlara ilaveten Fransız seyyah ve fotoğrafçı Ferrante Ferranti’nin “Yolculuk” adlı fotoğraf sergisi 16 Ekim’de Fransız Kültür Merkezi’nde (Institut Français) açılacak. CerModern’de de korona nedeniyle açık hava etkiliklerine ağırlık veriliyor.
Geçen yıl sonlarına doğru başgösteren COVID-19 salgını marttan itibaren Türkiye’de de kendini göstermeye başlayınca, “korona ile mücedele” yaşamımızın bir parçası oldu.
Herkesin bildiğini, yaşadığını burada yeniden anlatmaya gerek yok. Salgınla mücadelede bir çok deneyim kazandığımız doğru. Ama mücadelede bazılarımızın yeterli özeni gösterdiğini söylememiz zor. Oysa bu mücadelede başarılı olmak, her bireyin kurallara uymasıyla mümkün.
COVID-19 salgını yaşam anlayışımızda bir çok değişikliğe neden oldu. Salgın nedeniyle olumsuzluk yaşamayan iş kolu yok gibi. Kültür ve sanat, salgından olumsuz etkilenen sektörlerin başında geliyor. Hala sinemalar açık değil, konserler yok, tiyatroların durumu ortada. Hatırlarsanız, martın ortasından itibaren halka açık etkinlikler yasaklanmaya başlayınca sergiler de bir bir iptal olmaya başlamıştı. Biz de sezonu erken kapatmak zorunda kalmıştık.
Salgınla birlikte “online etkinlik” hayatımızın bir parçası oldu. Resim dünyasıyla yakından ilgilenenler, online sergilere, müzayedelere aşina oldular. Özellikle sosyal medya duyurularında online müzayedelerden geçilmiyor. Dünyada online olarak Türkiye kadar müzayedenin yapıldığı bir ülke var mı, bilemiyorum. Bu ayrı bir yazı konusu.
Yaz dönemi bitince, bazılarımız yazlıklarında kalsa da, önemli bir kesimimiz şehire döndü. Gelen duyurulardan salgına rağmen sanat dünyasında biraz olsun kıpırdanmanın başladığını söyleyebilirim. Madem kıpırdanma var, aralıklarla da olsa yazılara başlayabilirim diye düşündüm. Bazı galerilerden gelen sergi duyurularını altta görebilirsiniz. Ancak şunu hatırlatmakta fayda var. Açılış kokteylleri ya yok, ya da çok az sayıda davetli için kısıtlı bir etkinlik yapılıyor. Bir çok galeri sergi eserlerini internet adreslerine koyarak sanatseverlere ulaştırmaya çalışıyor. Beğendiğiniz resim için randevuyla galeriye gidip görüşme yapabilirsiniz.
Demirören Medya çalışanlarının sağlığına büyük önem gösterdiği için her türlü önlemi alıyor. Hürriyet’in Ankara bürosu olarak uzun zamandır zorunlu olmadıkça çalışmalarımızı evden yürütüyoruz. Mümkün oldukça çok fazla insanla temas etmemeye özen gösteriyoruz. Sergi açılış davetleri için çok teşekkür ederim. Ama bu dönemde mesai arkadaşlarımın da sağlığını düşünmek zorundayım. Bu nedenle dar kapsamlı da olsa, açılışlara katılamıyorum.
Ressam olmaya nasıl karar verdiğini sorduğumda Kurtoğlu’nun yanıtı, “Galiba yaşam bizim çok da planladığımız gibi şekillenen ve devam eden bir durum değil. Ressam olmam, planlarım ve iradem dışında şekillendi. Önce anne oldum, daha sonra yarım kalan üniversiteyi tamamladım. Son olarak da sanat yolculuğum başladı. Oysa bu yolculuk daha önce başlamalıydı ama her şey planlandığınız şekilde gitmiyor hayatta. Bu süreçte ‘Hayatta hiç bir şey için geç oldu dememek lazım. Bir yerden başlamak gerekiyor’ dersini çıkardığım için de çok mutluyum. Resim iç dünyam ve dış dünyamı birleştiren bir dil, dolayısıyla dışa vurumcu bir tutumla her şey kendiliğinden akıp gidiyor” oldu.
Kurtoğlu’nun resimlerine baktığınızda karşınızda soyut yüzler görürsünüz. “Neden soyut yüzler?” sorusunu sanatçı şöyle yanıtlıyor:
“Öyle bir an gelir ki, tuvalin başına sadece kendi gözlerimden gördüğüm, kendi ruhumla hissetiğimi yansıtmak için otururum. Son derece özgür ve çılgın maceraların beni beklediğini biliyorum o an. Galiba anlaşılır bir dil, yani net bir yaklaşımla duygu düşüncelerimi aktarmak bana pek uygun değil. Eğer net ve anlaşılır ifadelerin kullanıldığı bir yaklaşımla duygumu aktarırsam resim bana göre ölmüş olacak, bir tür ölü doğum gibi. Oysa ben hep canlı kalsın, her an değişen insan ve duyguları gibi izleyicisine hep değişik zamanlarda değişik duygular aktarsın istiyorum.”
Kurtoğlu akrilik tercih eden bir sanatçı. Bazen fırça ile müdahale etse de çoğunlukla spatül tekniğini kullanıyor. Sanatçının resimlerinde ağırlıklı soğuk renkler kullandığını söyleyebiliriz. Kurtoğlu, renk seçimiyle ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
Avni Arbaş, Hakkı Anlı, Albert Bitran, Hale Asaf, Abidin Dino, Nejad Melih Devrim, Remzi Paşa, Mübin Orhon gibi imzalarla aynı “Paris Ekolü”nde anılan o dönemin önemli ismi Fikret Mualla’nın sergisinde, sanatçının tümü kayıtlı ve sertifikalı 55 özgün çalışması yer alıyor. Sergide, Mualla’ya ait natürmort, peyzaj, nü figür resim ve desenler ile yine figüratif, dışavurumcu birçok Paris ve Fransa çıkışlı iç ve dış mekan yorumunu görebiliyorsunuz.
Bu önemli sergiyle ilgili Folkart, 380 sayfalık cilt kapaklı muhteşem bir katalog da hazırlamış. Katalogda, sergilenen eserlerin yanı sıra, Mualla’nın çocukluğundan ölümüne kadar yaşamından kesitler sunan fotoğraflar, kendisiyle aynı dönemi yaşamış sanatçılar da dahil olmak üzere bir çok tanınmış ismin ve sanat eleştirmenin değerlendirmeleri ve sanatçının özellikle Hıfzı Topuz’la mektuplaşmaları yer alıyor. Kataloğun içine serpiştirilmiş Mualla’nın sözleri ve Hıfzı Topuz’un 2004 yılında Remzi Kitapevi’nden çıkmış “Paris’te bir Türk ressam” kitabından alıntılar, sanatçının Fransa’da nasıl bir ruh haliyle hayatını sürdürdüğünü yeniden hatırlamanıza katkı sağlıyor.
Sergiyi gezdiğinizde, Mualla’nın resimlerinin konularını çoğunlukla kahveler, sirkler ve sokaklar gibi Paris yaşamının gündelik ayrıntıları oluşturduğunu kolaylıkla görebiliyorsunuz. Evrim Altuğ, katalog için kaleme aldığı ve “Hala paletinin götürdüğü yerdeyiz” başlıklı yazısındaki şu bölüm Paris’in, Mualla’nın sanatında nasıl yer edindiğini net şekilde ortaya koyuyor:
“Pek çok kompozisyonuna merkez seçtiği Paris’in Notre-Dame katedrali kesimi veya sayısız kafe-bar ve bistroları, ressamın uğrak yerleri olarak göze çarpıyor. Bu mekanlar, kendi psikolojik atmosferlerinin aydınlığı ve renk doygunluklarıyla önümüze konuyor. Tekinsiz bir sarı, melankolik bir mavi , hep ‘piyasa’ yapan, birbiriyle flörte gönüllü bu küçük burjuva ve çokça yoksul bireylerin üzerinden akıp, geçiyor. Ancak bu panayır alanlarındaki bireyler, yan yana oldukları ölçüde de, birbirlerine olan mesafelerini koruyor.”
Mualla’nın resimlerinde kullandığı bol boyayla ilgili en güzel tariflerden birini de Elif Naci yapmış. Katalogtan okuyoruz yine: