Uğur Ergan

BİR SULUBOYA USTASI

30 Aralık 2013
Birçok ressam gibi Orhan Gürel de, ilkokulu çağlarında resime olan ilgisini yakın çevresine gösteren sanatçılarımızdan.

Gürel doğduğu Sivas’tan öğrenimi için ailesiyle birlikte Ankara’ya doğru yola çıktığında, bunun sanat hayatında dönüm noktası olacağından habersizdi. Lise yıllarında büyük bir şans eseri Eşref Üren gibi bir ustayla tanışmak ve onun öğrencisi olmak Gürel’in hayat akışını değiştirdi. Üren’in etkisi ve teşvikiyle suluboyaya yönelen Gürel, bu alanda tekniğini ilerleterek, zaman içinde büyük bir ustalık ve incelik kazanmış bir sanatçı.
Bugün Türkiye’de suluboya denince çok değerli fırçalar Sabri Akça ve Işıl Özışık’la birlikte adı anılan Gürel’in resimlerinde, suluboyanın saydam dokusunu koruyarak, yumuşak ve şiirselliğini görebilirsiniz.
Tüm görüntüleri su ile besleyen Gürel bir doğa ve insan hayranı. Hata affetmeyen suluboya tekniğinde ustalığını konuşturan Gürel, kağıda aktardığı renkleriyle insana ve doğaya olan sevgisini kendi sanatsal dilinde anlatıyor.
Gürel’in suyla biçimlendirdiği bulutlarında hayallerinize dalıp, İstanbul’da Boğaz’ın maviliklerini yaran bir geminin güvertesinde kendinizi bulabilirsiniz.
Ya da benim gibi artık tarihin sarı sayfalarında yerini alan eski Haydarpaşa Lisesi mezunu iseniz, Kadıköy İskelesi’nden Haydarpaşa Garı’na bakış perspektifli resimde lise yıllarınızı özlemle anabilirsiniz.
Salacak’tan Kızkulesi’ni seyrederken, Üsküdar’ın İstanbul’un öte yakasına inatla ayrı bir dükalık olduğunda direnir durursunuz.
Suluboya fırçasının akışkanlığı ile kağıda işlenmiş Eminönü’nün, Galata Köprüsü’nün amatör balıkçılarıyla birlikte siz de oltanızı, gün ışığında yanar döner pırıltılarla süslenen denize fırlatıp “rastgele” diyebilirsiniz. Veya İstiklal Caddesi’ni kırmızı renkli tramvayla boydan boya geçerek de Gürel’in İstanbul’unu yaşayabilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Üç Ankaralı usta

23 Aralık 2013
Sanat dünyasında şöyle yaygın bir görüş vardır: “Türkiye’nin en iyi ressamları Ankara’dan çıkar ama resim İstanbul’da satılır.”

Resim satışıyla ilgili belki geçmişte bu söz doğruydu ama artık günümüzde Ankara’da da ciddi resim satışı olduğunu ve kentteki koleksiyoner sayısının hiç yabana atılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Ankara’da iyi ressam çıktığından dün olduğu gibi bugün de hiç şüphe yok. Ancak günümüzde bunu sadece Ankara ile sınırlamak doğru bir yaklaşım olmaz. Müzayede katologlarına, “lebriz.com”daki sergi duyuruları veya sanatçı tanıtım bölümlerine baktığınızda Türkiye’nin değişik yörelerinde gerçekten yetenekli birçok genç ressamın olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz.
Madem Ankara’nın ressamlarından bahsediyoruz o zaman başkentin çıkardığı, tüm Türkiye’nin yakından tanıdığı ve sergi duyurularını geçen hafta yaptığım üç ustanın, Kayıhan Keskinok, Yalçın Gökçebağ ve Mustafa Ayaz’ın sergilerindeki eserleri anlatmaya çalışacağım.
Keskinok’un eserlerinde beyaz kullanmadan tek bir rengin açık değerlerini tuvalin üzerine büyük bir ustalıkla nasıl yansıttığını görebilirsiniz. 90 yaşındaki sanatçının eserlerinde 2013 imzasını gördüğünüzde Keskinok’a saygınız bir kez daha artacaktır. (Sergi yeri: Galeri Valör-Hilal Mah.)
Gökçebağ’ın pastel çalışmaları doğa ve insan sevgisini öne çıkaran komposizyonlar içeriyor. Bodrum’un taş evleri, kapıları, farklı peyzaj çalışmaları 30’u aşan pastel çalışmadan sadece birkaç konu başlığı. Fon kağıdında renk karışımının sağlanması, önceden atılan rengin üzerine çalışılacaksa, bu rengin fikse (sabitleyici sprey) edilip bir süre beklenilmesi, Gökçebağ detaycı çalıştığı için perspektif verirken ince hesapların yapılması, pastelin de aynı suluboya gibi hata affetmeyip öylesine zahmetli ve riskli olduğunu anlatmak açısından yeterli sanırım. (Sergi yeri: Armoni Sanat-Hilal Mah.)
Mustafa Ayaz, mutlu ve güleryüzlü kadınların ressamı olduğunu bir kez daha haykırıyor. Hocanın müthiş renk uyumu ve fırçadaki ustalığı, “Portreler II” adını verdiği yeni sergisinde de kendisini gösteriyor. Sergiye Ayaz’ın klasikleşmiş kırmızı şapkalı kadınlarının yanısıra, alnı süslü kadınlar da damga vurmuş. (Sergi yeri: Mustafa Ayaz Müzesi-Balgat)
Türk resminin büyük ustalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Arda Sanat’ta (Hilal Mah.) açılan karma sergisini görmenizi de öneririm.

ÇAĞDAŞ TÜRK SANATI LOUVRE’DA

Yazının Devamını Oku

Yılbaşı hediyeniz resim olsun

16 Aralık 2013
Aralık ayının ortasıyla birlikte tüm dünyada yeni yıl için hazırlıklar hızlanır.

Yeni yıl heyecanı ile birlikte, aile yakınlarına, eşe, dosta alınacak hediyenin de sıkıntısı başlar.
Kafamızda “Bunu beğenir mi, geçen yıl ne almıştım, acaba benim aldığımı bir başkası da almış olabilir mi?” gibisinden bir sürü soruyla çıkılır alışverişe. Emin olun bu yıl da çarşı pazar dolaşırken, aynı sorular kafamızı kurcalayacak.
Türk insanının “hediye kriteri”nde genelde “kültürel” olarak tanımlayabileceğimiz boyut, Batı ülkelerindekine göre çok azdır.
Bir düşünün en son kime kitap, müzik CD’si, film DVD’si veya bir resim hediye ettiniz?
Bu yıl hediyeniz küçük bir tablo neden olmasın?
Bana gelen elektronik postalardan, Ankara’da bir çok galerinin ay sonuna kadar değişik sanatçılardan çoğunlukla küçük ebatlı tabloları yılbaşı hediyeliği olarak sergileyeceği anlaşılıyor.
Lafı uzatmadan gelen duyurulardan yılbaşı hediyesi amaçlı nerede kimlerin sergisi var, hemen aktarmaya başlayayım.

Yazının Devamını Oku

Gülay Yüksel'in kadınları

9 Aralık 2013
Gülay Yüksel, resimde “kadın” denilince önde gelen Ankaralı ressam kadınlarımızdan.

Atölyesinin de bulunduğu evinde resim üzerine konuşurken, Yüksel, Türkiye’nin değişik yörelerindeki kadınlardan nasıl etkilendiğini anlatıyor. Giresun Üniversitesi’ndeki sanat çalıştayı sırasında Karadenizli kadının üretime, analığa, evinin kadını olmasına yetmesini tuvale işlerken bir başka duygulandığını dile getiriyor. Gaziantep’teki çalışmasında “Yemenili” bir kadının kendisine şimdiye kadar hiç yapmadığı bir resimi yaptırdığını vurguluyor. Çorum’da Hitit kültürü, töre ve ritüellerine ait izlerin, kendisini bir başka dünyaya sürüklemesinin keyfini herkesin yaşamasını arzuluyor...
Yüksel, okul yıllarında elinde kağıt kalemle dolaşan çocuklardan. Aile dostlarının, arkadaşlarının portrelerini yaparak, kendisine göre oyun oynuyor. O yılları şöyle dile getiriyor:
“Doğadaki her şey benim için görsel bir inceleme konusu olurdu. Böcekler, yapraklar...Bunları çizmeye, bazen de boyamaya çalışırdım. Şimdi geri dönüp baktığımda, bir çok çocuğun yapmadığı şeyleri yaparak eğlendiğimi, oyun haline getirdiğimi anlıyorum. Bu oyunun beni bu günlere taşıyan etkenlerin arasında olabileceğini düşünüyorum.”
Yeniden günümüze dönersek, hemen her söyleşisinde karşılaştığı “neden kadın?” sorusuna Gülay şu yanıtı veriyor:
“Resimlerimde kadın ve insan konu olmaya devam ediyor. Konu resime başlangıç oluşturuyor. Daha sonra resim kendi serüvenini yaşamaya başlıyor. Resimlerimde kadının içsel devinimlerini, gelgitlerini, renklerle, plastik elemanlarla birleştirmeye çalışıyorum. Tabii, ben nasıl her yeni güne farklı başlıyorsam, her yeni başlangıç benim rengimle başlıyor. Resmin içinde sanatçıdan birçok şeyi, duyguları, düşünceleri barındırdığını, özgün bir eserin yürekte duyulup, beyinde yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Duygudan eksik bir eser yaratılamaz. Yaratmak için içinize dönüp bakmanız gerekiyor.”
Gülay, resime başlamak için şövalenin başına oturduğu andaki ruh halinin değişkenliğini de şöyle anlatıyor:
“Sürekli desen çalışırım. Resmin temelinde desen olduğuna inananlardanım. Eserlerimi üretirken, bazen hiç hazırlık yapmadan boş tuvalin önüne oturuyorum ve tuvale bakmaya başlıyorum. Yavaş yavaş orada bir şeyler görmeye başlıyorum, beynimdeki imajlar sonuçlanıyor. Bu imajları yitirmeden tuvale aktarabilmek için hızla çalışmaya başlıyorum. Resim bitene kadar çoğu zaman başlangıç düşüncesi değişerek, gelişerek o anki duygu ve düşüncelerle birleşerek yeni bir yol izliyor. Sonraki günlerde de, izledikçe, inceledikçe değişiklikler olmaya devam edebiliyor. Bazen siyah-beyaz ya da renkli ön çizimler üzerinde çalışıp öyle başlıyorum. Bazen de doğrudan tuvale modelden çalışırım. Sanat öyle bir şey ki, yaratım ve üretim aşaması çok sancılı. Dışarıdan bakanlar için sevdiği işi yapan, keyifle yürütülen kısmı görünüyor. Ama bu buzdağının görünen kısmı. Altında öyle büyük bir çalışma, azim ve kendinizle yarış var ki...Bazen bitkin düşürüyor.”

Yazının Devamını Oku

İmren Erşen’in peyzaj ve figürleri

2 Aralık 2013
Babasının görevi nedeniyle 1940 yılında Berlin’de dünyaya gözlerini açar İmren Erşen.

Ancak çok uzun sürmez Almanya’daki yaşamı. İkinci Dünya Savaşı’nın iyice şiddetlenmeye başlaması sonucu aile Türkiye’den çıktıkları yer olan Eskişehir’e geri döner. Ortaokulda resimle tanışan Erşen’in, 1965’de Hollanda ziyaretinde gittiği Van Gogh Müzesi bu sanata olan aşkını daha da pekiştirmiştir. Yakın arkadaşı Nurtaç Özler bir sohbet sırasında “Türk-Amerikan Derneği”nde resim kursuna gittiğini söyler. Kursu kimin verdiğini sorunca arkadaşından “Refik Epikman” adını duyar. “Epikman” adını duyunca sevincinden ne yapacağını şaşırır, çünkü bu ismi lise döneminde sanat tarihi hocası Nevzat beyden duymuştur. Türk resim sanatının desen ustası olarak bilinen Epikman’ın öğrencisi olmasıyla birlikte Erşen’in de resim hayatı artık farklı bir rotaya girmeye başlamıştır.
Epikman’ın isteği doğrultusunda haftalar boyu 100’lerce desen çizer Erşen. O kadar çok desen çizer ki, artık dayanamaz ve sonunda Epikman’a “Hocam ben artık biraz da boya yapmak istiyorum” der. Epikman, “Sen renkleri biliyor musun” diye sorduktan sonra Erşen’e, hala bugünkü gibi hatırladığı renkleri anlatır:
“Sıcak renkler, soğuk renkler, ana renkler, tamamlayıcı renkler, renkli griler, siyah ve beyaz...”
Epikman’dan sonra Erşen’in resim hayatına Lütfü Günay girer. Doğa ve modelle çalışmayı Günay aşılar Erşen’e...
Eşref Üren’in yeri ise İmren Erşen’de bir başkadır. 1979 yılında başlayan baba-evlat ilişkileri ve dostlukları atölyeden hastaneye kadar iyi ve kötü günde Üren’in ölümüne kadar sürer. Şöyle anlatıyor Erşen, Eşref Üren’le olan ilişkisini:
“Başlangıçtan beri figür çalışmakta iddialıydım hep insan çizdim ama doğanın varlığını, güzelliğini, değişkenliğini bana Eşref Hoca öğretmiştir. Eşref bey, ‘Ben gözümü açarım ve önce gökyüzüne bakarım’ derdi hep. İlk zamanlarda ne anlama geldiğini anlamamıştım ama yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. Babamdı diyebilirim kendisi için, o kadar yakındı.”
Erşen’i bu hafta köşemize konuk etmemizin nedeni 6 Aralık Cuma günü Sevgi Sanat Galerisi’nde (Mesnevi Sokak/Çankaya) kişisel sergisinin açılacak olması. Bodrum’dan peyzajlar, figürler ve elbette gecekondular bu sergide resimseverlerle buluşacak. Gecekonduları Lütfü Hoca ile Ankara’nın peyzajını çalıştığı dönemde keşfediyor Erşen.

Yazının Devamını Oku

İZMİR’E FİGÜR ŞOV

25 Kasım 2013
Vakit buldukça Yıldız ve Hilal’deki galerileri gezip dostlarla buluşarak, gri siyasetin gündeminden kopup kendimi renklerin içine atıyorum.

Lütfü Günay’ın sergisini gezmek için gittiğim Armoni Sanat Galerisi’nde Yalçın Gökçebağ bu aralar ne yapıyor diye, hocanın galeri içindeki atölyesine şöyle bir göz attım. Yalçın hoca şövalenin başında harıl harıl çalışıyordu. Hem de öyle bir çalışmak ki, sormayın gitsin. Gökçebağ, Aralık sonunda İzmir’de açılacak sergisi için değişik fırçalarla tuvalin üzerine üstat Turan Erol’un dediği gibi “pıtpıt” vuruyor, şövalenin başından kalkıp geriye doğru yaslanarak, resmin perspektifine, renk uyumlarına, figürleri nereye yerleştireceğine bakıyor, kafasındaki kurguyu tamamlıyordu.

BİR AVUÇTA 200 FİGÜR

Hele bitirdiği bir plaj çalışması var ki, inanılmaz...
Resimdeki figür sayısını saymak mümkün değil. Hoca ile birlikte sayalım dedik, beceremedik. Şu kadarını söyleyebilirim, tuvalde bir elin kapladığı yerde sadece 200’e yakın insan figürü var. Gerisini siz düşünün artık.
“Bu nedir hocam böyle” diye takılınca Gökçebağ yanıtı verdi:
“İzmir’i biraz gözardı ettik. Çok iyi hazırlanıyorum. Hani şov yapmaksa, şov yapacağım gerçekten. İzmirli sanatseverlerin daha önceki yıllardan tanıdığı klasik Gökçebağ resimlerinden farklı, eskilerine göre daha bol figürlü, değişik konulu eserlerle bu yıl Ege’de olacağız. İzmir’deki resim dostlarından uzun süre ayrı kalmayı ancak böyle affettiririm diye düşündüm.”

ANKARA SÜRPRİZİ

Gökçebağ ile lafladıkça, lafladık...Devrim Erbil’in İzmir’de açılan sergisinden izlenimler, Türkiye’de özellikle genç sanatçıların sorunları ve yanlış fiyat politikasına kadar sanatla ilgili bir çok konuyu konuştuk. Ben atölyeyi terkederken, Yalçın hoca şövalesinin başında bu kez büyük boyutta yaptığı çay bahçesinin üzerine çökmüş sisli havayı tuvale yansıtıyordu. Anlayacağız İzmir’de klasik 50x60 veya 60x80 boyutların dışında büyük ebatlarda resimler de sergilenecek.

Yazının Devamını Oku

Günay'dan Çanakkale esintisi

18 Kasım 2013
Lütfü Günay 90. yaşını Armoni Sanat’ta açtığı bir sergiyle kutluyor.

Günay’ın sergisinde doğup büyüdüğü ve “Sevgili” diye tanımladığı memleketi Çanakkale’den peyzajlar yer alıyor.
“Peyzajlarım büyük kentlerin beton yığını merkezlerinden değil, hep kırsal alanlardan, varoşlardan ve yalnızlığımdan doğdu. Peyzajlarım çoğunlukla insansız. Bu benim kişiliğimden yansıyor. Doğanın özümsediğim dinginliği bozulmasın, onunla arama hiçbir şey girmesin istiyorum...”
Bu sözlerle açıklıyor, Türk resim sanatının peyzaj ustalarından Lütfü Günay, eserlerinde neden çok az insan figürüne rastlanıldığını. Belli bir doğa görüntüsüne sadık kalınarak yapılmış olsa da, Günay’ın peyzajları bir çeşit ayıklamayı, soyutlamayı ve kendine özgü bir yorumu içeriyor.
Zaten Günay’ın ilk dönem resimleri soyut çizgide. Sanatçı 1980’e kadar sürdürdüğü soyut çalışmalarında graffiti estetiğinin Türkiye’deki erken örneklerini vermiş bir isim. Günay, Çanakkale peyzajlarını dengin ve yumuşak renk lekeleri eşliğinde 1980’den sonra ele almaya başlamış.
Günay 90. yaşını Armoni Sanat Galerisi’nde (Hilal Mah.) açılan bir sergiyle kutluyor. 30 Kasım’a kadar sürecek olan sergide, yine doğup büyüdüğü, yeşil ve maviyle bütünleşmiş, onun “Sevgili” diye tanımladığı memleketi Çanakkale’den manzaralar karşımıza çıkıyor. Günay, tuvale yansıttığı Çanakkale tutkusunu, söze de şöyle döküyor:
“Kilitbahir’in üzüm bağları, zeytinlikleri, koyu gölgeli yeşil atmosferi, çocukluğumu ve ilk gençliğimi özgürce yaşayabileceğim, toprakla bütünleşebileceğim ve doğayı doğrudan keşfedebileceğim bir ortam sundu bana. Daha küçük bir çocukken yamaca yaslanmış ve denize tepeden bakan bağımızın toprağından kardığım çamurlarla, boğazdan gelip geçen gemilerin modellerini yaparken, belki de hiç farkında olmadan denizin mavisini, gökyüzünü, zeytinlerin yeşilini içime çeker özümserdim.
Sonradan elim kalem tuttuğunda da yine kağıda aktardıklarım, gemiler, ağaçlar, deniz kısacası hep doğaydı. Koca bir ömür, doğayı sevmekten hiç vazgeçmedim. Tanıdıkça daha çok sevdim onu. Doğa ve ben, kalabalıklardan uzak, sessiz ve dingin çalıştık durduk. Doğduğum kentin ve köyümün doğası, beni ömür boyu besledi. Başka bölgelerde, baka ülkelerde ve coğrafyalarda da resimler yaptım. Ankara’nın varoşları, geçekonduları, kırsalı da girdi resimlerime. Ama dönüp dolaşıp hep beni vareden köyüme geldim.”

Yazının Devamını Oku

Naif resim ustası

10 Kasım 2013
1928 yılında dünyaya geldiği Kütahya’nın merkez ilçesine bağlı Güveççe köyü ile onun etrafını çevreleyen ormandan, başını gökyüzüne doğru çevirip heybetli duruşlarına hayran kaldığı ve resimlerinde dantel gibi işlediği ağaçlardan hiç kopamadı o.

Büyüyüp serpilmeye başladığında devletin gece kurslarına giderek alfabeyi öğrendi, ardından da okuma yazmayı çözdü. Resime yatkın olduğunu, ilk zamanlar kedi ve değişik hayvan kıllarından yaptığı fırçayı nasıl tutması gerektiğini, doğduğu köyün aynı zamanda hattat da olan imamını gözleriyle takip ederek öğrenmeye çalıştı.

İLK RESMİ İSMET PAŞA

“At Ali, topu at; Tut, Ayşe topu tut” cümleleriyle dolu alfabenin onun yaşamında öylesine büyük etkisi var ki, ilk resimlerden birisi alfabeden çizdiği İsmet Paşa portresi oldu. Ama onu resime teşvik eden, yönlendiren resim öğretmeni Necati Astarcıoğlu’nun üzerindeki emeğini hiç bir zaman unutmadı. Türk naif resminin uluslararası boyutta ün kazanmış yaşayan efsanesi Hüseyin Yüce, çok uzun bir aradan sonra yine Ankara’da. Hiçbir akademik öğrenim ve eğitimi olmayan, sadece iç güdülerinin yönlendirmesiyle naif resimler yapan Yüce’nin eserleri Fırça Sanat Galerisi’nde (Hilal Mah.) 15 Kasım’dan itibaren sergilenecek.

İNCE DALLI AĞAÇLAR

Yüce titiz bir resim işçisi. Doğup büyüdüğü ve kopamadığı yörede yaşamanın tutkusuyla biçimlenen resimlerinde, kimi zaman eflatuna kadar gidecek cesareti gösterip renk cümbüşüyle donatılmış ince dallı ağaçlar, ağaçların arasında kentin karmaşık ve hızlı yaşamından kurtulmak için özlemini duyduğunuz, tuvale bakınca bile huzur ve sessizliğini içinizde hissettiğiniz köy evleri onun en çok işlediği konulardır.

DÜNYACA ÜNLÜ NAİF

Gösterişsiz yaşamından ve Anadolu insanının yaşam biçiminden taviz vermeyen Yüce, naif resmin saf ve kendiliğindenci tarzına sıkı sıkıya bağlı bir ressam.

Yazının Devamını Oku