Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki görevi gereği yer aldığı müze teşhir tanzim çalışmalarında gördüğü, dokunduğu etnografik ve arkeolojik eserlerin biçim, renk motif bakımından yansımalarını resimlerinin bir köşesinde, figürlerinde ya da fonunda görmek mümkün.
RENKLİ DÜŞLER
Geçen yıl “Uyuyanlar ve rüyaları” konusuna yaklaşan, insan yaşamının üçte birini geçirdiği uyku hallerini işleyen Öztoprak, bu kez de bu konunun devamı niteliğindeki “Düş bahçesi” ismini verdiği çalışmalarıyla karşımızda. Öztoprak’ın resimlerini 16 Kasım’a kadar Balgat’taki Mustafa Ayaz Müzesi’nde görebilirsiniz.
Öztoprak da yakın dönem arkadaşı Baran Kamiloğlu gibi renkçi sanatçılardan. Kullandığı renklerden kendisinde cesaretin fazlasıyla olduğunu görebilirsiniz.
“Düş bahçesi” resimlerinde bahar dalları ile tazelenmenin, yeniden hayat bulmanın verdiği coşkuyu; kah etrafta uçuşan kah bir kızın parmağına konan kuşlarla, saflığı, özgürlüğü hissedebilirsiniz. Çocukluğumuzun mutluluk veren anlarına, hayallerine bizi götüren balonlar da “Düş bahçesi”ne serpilmiş figürler arasında.
AYAZ’DAN TAM DESTEK
Usta ressam Mustafa Ayaz, Kadir Öztoprak ve Baran Kamiloğlu’na büyük önem veriyor. Ayaz her iki ismi neden tuttuğunu şöyle açıklıyor:
Roman ve şiirle karışmış ortamda doğan Firdevsi Feyzullah, bir anlamda ailenin görsel boyutunu tamamlamış. Şiirsel lirizmi, tablolarında sürrealistik duygulara taşıyan Firdevsi Feyzullah’ın, kendisi gibi ressam olan ikiz oğulları Behzat ve Hüseyin ile üçlü konsept olarak hazırladıkları çalışmaları “Baba ve oğulları” adı altında Galeri Soyut’ta (Hilal Mah.) sergileniyor. En ince ayrıntısına kadar özen gösterdiği için resim üretmesi oldukça uzun bir zamana yayılan Firdevsi Feyzullah’ın bu sergisinde kara kalem desen çalışmalarına da hayran kalacağınızı söyleyebilirim. “Bu ilginç sergiyi 20 Kasım’a kadar gezebilirsiniz” duyurusunu yaptıktan sonra, artık hayatını ve çalışmalarını harmanlaması için sözü Firdevsi Feyzullah’a bırakmanın zamanı geldi diye düşünüyorum:
ŞANSIM AİLEM
“Bendeki resim yeteneğini annemle babam keşfetmiş, şansımı onlara borçluyum. Belki de insanın hayatı o noktada başlar. Çok büyük etken de küçükken annemin portresini yapan bir ressam oldu. Onun çalışmasına bakarken beyaz tuvalin nasıl üç boyuta dönüşmesini görmekle hayaller orada başladı. Bugün annemin portresini yaparken o hayaller yanı başımda beni o günlere götürüyor.
BALERİNLER
Şimdi hayaller ilhama dönüştü. Soy ağacından gelen müzisyen, tiyatrocu, balerinlerin olması seçtiğim temalara yol açtı. Bale serisi uzun yıllardır üzerinde durduğum ve geliştirdiğim konulardan biri. O uçuşan şiirsel tüllerin arasındaki kah balerinlerin, kah bale pabuçlarının dansı gerçeküstü düşsü bir aleme götürüyor. Akşam ışığında yanan mumların aşk mektupları ile örtülmüş geceleri, kitapların arasındaki kalan sırlar onların duygularını, tutkularını, üzüntülerini ve özlemlerini keman eşliğinde tamamlıyor.
KADINAĞAÇLAR
Bir gün ormanda gezerken yapraklarını dökmüş, soyunmuş, dizi dizi ağaçlara bakarken, sanki kendimi amazonların ülkesinde hissettim ve “Kadınağaç” temasını yarattım. Sonra onların tuvaldeki kahramanlık rolleri başladı. Kadınların kolları vücutta sürreal ağaçlara dönüşürken, aşk entrika hikayeleri sürdü. Yaprak detayı bu seride gelişti ve sembol olarak başka temalarda rolünü devam ettiriyor. Genelde yapraklar kurumuş halleri ile gözükmekte. Bu da mazide, yaşanmış havasını yansıtmakta.
SATRANÇ SERİSİ
Modern resmin öncülerinden Turani’nin, 70 yılı aşan sanat yaşamındaki resim anlayışı, soyut kurgulu bir etki biçimi arayışına dayanıyor. Turani’ye göre sanatçı için doğa biçimi değil, doğa biçiminin resimselleştirilmiş kurgusu önem taşıyor. Resimleri, optik görüntü biçiminin deformasyonuna değil, etki biçiminin zaman içinde araştırılarak bulunabilen soyut, önceden bilinemeyen kurgusuna dayanıyor.
Peki Turani, resimle nasıl tanıştı? Bir yandan KAV’daki sergiyi gezerken, diğer yandan Turani’nin henüz basılmamış kitabından derlediğimiz anılarla bunu öğrenebilmeniz mümkün. İşte Turani’nin resime başlayışıyla ilgili anılardan bir kesit:
“Resimle tanışıklığım, daha doğrusu içimde uyanan ilgi, anımsadığıma göre, kısa pantolonlu saf çocukluk dönemimde, galiba 1933 yılında başladı. Ama öyle sanata ilişkin bir ilgi filan değil. O zamanlar Avrupa’dan kağıt üzerine basılmış çıkartma resimler getirildi. Hani şu çocukların defterlerine yapıştırıp, üzerini ıslatıp parmakla sürterek çıkarttıkları resimler. İşte onlara bakmak, benim çocuk dimağımda hala anımsadığım olağan dışı bir zevk, bir tat bırakırdı. Bugün herhalde inanmak zordur, o renkli çıkartma kuş resimlerini ve kimi kartpostal İsviçre manzaralarını seyrederken adeta büyülenmiş gibi olmama. Bu renkli çıkartma resimler ve kartpostal İsviçre manzaraları, elbette sanat ile ilgili şeyler değildi. Ancak, çocuk ilgisinin nasıl başladığını göstermesi bakımından bu anı, bana hala sevimli ve çekici geliyor.
Neyse, resimle ilgim, sanırım böyle çocukça bir yaklaşımla başladı diyebilirim. Sonra boya ile anlatım dünyasına girmem, orada kendime bir yer aramam gene böyle anılara ve tatlı, hoş ya da zahmetli geçmiş olaylara dayanır. 1930 ve 40’larda İstanbul’da Babıali yokuşunda Memduh Aygün adlı, tüp yağlıboya da satan bir kırtasiye dükkanı vardı.
İstanbul’da başka yerlerde resim için tüp yağlıboya bulmak, öyle pek olacak şey değildi. O sıralar yaşım 8 filan olmalı. Dolmabahçe’den Babıali’ye tramvayla ya da yürüyerek gitmek, o yaşta bir çocuk için kolay mı? İlkokul çocukluğu yaşamımda o sıraların bütün yoksulluklarına karşın, Atatürk’ün fotoğraflarını büyülterek yapılan karakalem portre resim özentileri, kimi renkli baskı posta kartlarına bakarak sulu ve yağlıboya girişimleri, hep o safça çocukluk çabalarıydı. Öyle, yapılanın ne olduğunu bilmeden amaçsız bir merak. İşte o kadar (...)
Konu, yukarıda değindiğim Babıali’deki Memduh Aygün’den alınan ve tüpü beş kuruş olan küçük yağlıboyalar. O sıralar, o küçük boya tüplerinden on tanesine sahip olmak, bir zenginlikti. Hatta 1960’lara değin öyle bol boya ile resim yapmak, herkesin harcı değildi. Resimle uğraşmak zor ve o günlerin yokluğunda pahalıydı da. Yağlıboya resim için Amerikan bezi ya da kaput bezi denilen o adi dokumayı, şasi vb. gibi malzemeleri bulup, çatıp, boyayıp bir tuval yapmak, büyük işti. Yani resimle olan ve gönül dolusu ilgiye dayanan ilişki, bütün bu yokluk ve zorluklara rağmen devam etti. Sonra 1937’de Resim ve Heykel Müzesi, Atatürk tarafından açılınca, oraya bir çocuk olarak gidişim; biraz toz ve küf gibi kokan havasız salonlarda dolaşışım...”
Hikayenin devamı için tavsiyem Turani’nin sergisini gezip görmeniz.
Antakyalı, solo sergiler açan sanatçıların ön plana çıkmasını sağlayan galericilerle kesişen yollar ile evrensel çağdaş sanatın sınırlarının günümüzdeki noktaya taşınmasına önem veriyor.
Antakyalı sanatını sokaktan besleyen bir sanatçı. Kendini tanımlarken “Ben kent insanıyım” diyor. İşlerinde ana tema hep metropol ve sokaklar. O sokakları resmetmiyor, sokakları iç mekanlara taşıyor. Kentten ve kent insanının günlük koşuşturmalarından besleniyor, sokağı ve sokağın jargonunu iyi biliyor, işlerine yansıtıyor. Yanından geçip de fark edilmeyen görüntü bombardımanından seçkiler sunuyor.
BETON TUVAL
Antakyalı, kendi yöntemiyle tuvali neden betonla buluşturduğunu şöyle anlatıyor:
“Beton metropoldeki yapıları oluşturan ana materyallerden biri. Duvarlar, cadde ve sokaklar, viyadükler, köprüler, barajlar, setler, stadyumlar, hava ve deniz limanları, otobüs terminalleri, taşıyıcı elemanlar. Hep içinde, üstünde, altındayız...”
SORULAR, SORULAR...
“Kriminal” adını verdiği son çalışmalarını Ankara Tepe Prime Galeri m1886’da sergileyen Antakyalı, betonlarıyla sanatın kime ve neye göre suç olduğunu aramaya çalıştığını belirterek, “otorite”ye de gönderme yapmaktan geri kalmıyor:
İstanbullu ressam Sibel Avcı Tuğal’ın dijital ortamda tasarlayarak oluşturduğu çalışmalar, soyut resmin değişik bir boyutunu ortaya koyuyor.
Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak akademik kariyerini sürdüren Tuğal’ın, 1995 yılından beri ağırlıklı olarak sürdürdüğü “Dijital Sanat” çalışmalarını, sanat eleştirmeni Meral Bostancı, özetle şöyle değerlendiriyor:
“Sanat tarihine konu olan sanatsal üretimler; geleneksel yöntem, mekanik yeniden üretim ve dijital yöntem olmak üzere üç ana başlık altında tutuluyor ise Tuğal, bu aşamaların en yenisi olan dijital yöntemi kendine ifade biçimi olarak seçmiş bir sanatçıdır. O, sanat yapıtı üretimlerinde zamanının tekniğini kullanarak malzeme zenginliği sağlamış, bilim ve teknolojiyle çok sıkı biçimde iç içe geçirerek sanatsal bir anlatım formuna dönüştürmüştür. Tuğal’ın dijital üretimleri, herhangi bir mevcut görsel yapının fotografik manipülasyonu ile oluşturulmuş postmodern söylemler değildir; doğrudan dijital olarak tasarlanmış, özgün yapılanma biçimine sahip soyut resimlerden oluşmaktadır. Nokta, çizgi ve düzlem yapılanması ile onların ilişkilerini araştırarak inceleme konusu yapan sanatçı, başarılı renk kullanımıyla söylemini güçlendirerek, çeşitlendirmiştir. Dijital resim yapma dürtüsünü, “dengenin, uyumun, heyecanın, neşenin, gizemin ve bilinmeyene olan ilginin, hatta varlık kavramının an be an sorgulanması ile eş değer olduğunu” ifade eden sanatçının çalışmalarında yer alan form-renk-kompozisyon yapılanmasının, daima ön planda olduğu görülür. Ana kompozisyon yapısının güçlü varlığı, bir bakıma, çalışmaların tamamen dijital resim kompozisyonları olarak değerlendirilmesine olanak sağlar.”
Bostancı, Tuğal’ın sergiye verdiği “Sayısal Uyum”la neyi amaçladığını da şöyle anlatıyor:
“Sayısal Uyum, hem dijital yapıya ve matematiğe, hem de dengeye ve harmoniye gönderme yapılması açısından anlamlıdır. Nitekim resimlerde varlığını hissettiren öncelikle bu duyumlardır; matematik, estetik, denge, uyum, renk, çizgi, form, nokta, yapı ve kendiliğinden güçlü bir kompozisyon.”
RESSAM ÇİFT
Şükran ve Yaşar Yıldız çifti 10 yıllık birikimlerinden oluşan “Sanatta Elele” isimli resim sergilerini Panora AVM’deki Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde açtı. Natürmort, peyzaj, portre ve kara kalem eserlerin yer aldığı sergide Yıldız çiftinin 69 eseri sanatseverlerle buluştu. Çift bundan sonra resim çalışmalarını İzmir’de sürdürmeyi düşünüyor.
BU SERGİLERİ KAÇIRMAYIN
Zamanın yine nasıl geçtiğini anlayamadık.
İlkbaharın son günleri biraz endişelensek de, “Nasıl olsa önümüzde daha 3 ay yaz var” deyip kendimizi avuttuk.
Ama bugün son gününü yaşadığımız eylül ile birlikte yılın üçüncü mevsiminin ilk ayını da geride bıraktığımız gerçeğini kabul etmek durumundayız.
Ekimle birlikte sonbahar gerçekleri ve kışın habercisi olaylar karşımıza çıkmaya başlayacak.
Sararan yapraklar dökülüp kaldırımları kaplayacak, günler kısalacak, saatler geriye alınacak, akşam karanlığı erkenden çökecek.
Ama Allah’tan sonbaharın bu hüzünlü atmosferini değiştirip hayatımızı renklendiren resimler, onları yapan ressamlar, sergileyip beğenimize sunan galeriler, müzeler var.
Lafı fazla uzatmadan asıl konumuza dönelim. Haziran başı ara verdiğimiz resim dünyası Ankara’da da sezonun açılmasıyla birlikte hareketlenince bu köşe de Hürriyet-Ankara sayfalarında yerini almaya başladı. Bir aksilik olmadığı takdirde daha önce olduğu gibi her hafta pazartesi günleri sizlerle burada buluşacağız.
“Y nesil” olarak adlandırdığımız 90’lı yıllar gençliğinin kentlerine, çevreye, kendi seçtikleri yaşam tarzlarına sahip çıkmak için yaptıkları ve hiçbir şekilde şiddet içermeyen (Araya sızan ve şiddete başvuranlarla hiç bir işimiz olmaz) eylemleri ile “orantısız zeka” (Küfür ve hakaret içeren söylemlerle de işimiz olmaz) olarak adlandırılan kısa ama öz söylemleri hoşgörülü karşılayanlardanım. Zaten günümüz dünyasında şiddete başvuranların eninde sonunda kaybettiğini, çok uzaklara gitmeden yakın tarihin daha sararmamış sayfalarında görmüyor muyuz?
Gezi eylemlerindeki orantısız zeka yaşamın her kesimini olduğu gibi sanat dünyasını da etkiledi. Burada “sanat” derken sadece resmi kastetmiyorum. Edebiyat, müzik, sinema, tiyatro, sözel ve görsel sanatların her biri...
Gezi Parkı’na desteğiyle ününe ün katan Çarşı grubuyla ilgili yapılan bestelerin; gazetelerdeki yorum yazılarına, TV’lerdeki tartışma programlarına konu olan, twitter’a, pankartlara yazılmış her biri zeka ürünü olan sloganların- ki beni en çok etkileyeni “Ankara’da gece saat 2’de deniz gözlüğü ile dolaşıyorum, evet marjinalin tillahıyım” yazısıydı-; polisin biber gazına ve TOMA’lardan gönderilen tazyikli suya karşı direnen eylemcilerle ilgili kısa metrajlı kliplerin haddi hesabı yok.
Gezi Parkı eylemlerinin birer sembolü haline gelen siyah ve kırmızı elbiseli kadınlarla, “duran adam”ın resim dünyasını da etkileyeceğini ve bir çok ressamımızın Gezi eylemlerini tuvale yansıtacağını düşünüyorum.
Gelelim yazının başlığına. Evet, okulların tatile girmesi ve sınavların tamamlanmasıyla birlikte yaz tatili dönemine girdik. Her yıl olduğu gibi Ankara yavaş yavaş boşalmaya başladı. Dolayısıyla bazı galeriler yeni sezona kadar kapalı. Açık olanlarda da yaz boyunca karma sergiler var. Bundan dolayı biz de, sergileri duyurduğumuz, ressamlarımızı, galerilerimizi tanıttığımız bu köşeyi yaz tatiline çıkarıyoruz. Yeni sezonun açılacağı sonbaharın ortalarında yeniden görüşmek üzere hoşçakalın.
ESKİ DOSTLAR BULUŞTU
Ankara’daki galerileri yaz tatili öncesi gezerken, Armoni Sanat Galerisi’nde Süleyman Saim Tekcan’a rastladım. Ankaralı dünyaca ünlü ressamımız Yalçın Gökçebağ’ın yakın dostu olan Süleyman Saim Tekcan, litografi, serigrafi ve gravür gibi baskı tekniklerinde Türkiye’nin en önemli isimlerinden. “İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi”nin de kurucusu olan Tekcan’ın, Gökçebağ’la gençlik anılarını da içeren sohbetini dinlemek keyif vericiydi.
Ankara’nın özellikle 12 Eylül öncesi önemli entelektüel merkezlerinden Zafer Çarşısı’nda Eşref Üren ve Osman Zeki Oral’dan dersler alan Efgan Beyaz’ın asıl okulu ise TRT. 1985 yılında TRT’de dekor ressamı ve illüstratör olarak göreve başlayan Beyaz, 2004 yılında Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı Eurovision Şarkı Yarışması’na katılan 36 ülke sanatçısının karikatürünü de çizmiş bir sanatçı.
LUNAPARK RESİMLERİ
TRT’nin dergilerine karikatür çizip, PTT için pul çalışmaları yapan Beyaz, devlet kurumlarına 23 Nisan Çocuk bayramları için afişler de hazırladı. Beyaz’ın bir diğer özelliği lunapark ressamlığı yapması. Özellikle yurt içi ve dışındaki lunaparkları süsleyen bir çok resmin altında Beyaz’ın imzasını görebilirsiniz.
GEÇMİŞLE AHENK
Beyaz’ın resimlerindeki objeler ağırlıklı illüstrasyon olarak görülebilir. Ama onun canlı renkler ve tonları sayesinde geçmişle, günümüz bir ahenk içinde bütünleşir. Arka fonunda, Beyaz’ın çocukluğundan hatırladığı, eniştesine ait eski model bir Amerikan otomobilinin olduğu bir resmin ön planında dans eden bir çifti görebilirsiniz örneğin. Ya da çember çeviren çocuklar sizi çocukluğunuza götürürken, sevimli veya hüzünlü bir yüze sahip ayakkabı boyacısı çocuk günümüz gerçeğiyle sizi başbaşa bırakabilir. Bol ışıklı bir salonda sohbete dalmış veya dansa başlamış genç bir çiftin yüzlerine yansımış mutluluk, size platonik aşkınızla başbaşa olmanın hayalini kurdurabilir. Yine bol ışıklı bir kaldırımda müşteri bekleyen hayat kadınlarının seksi duruşları sizi başka bir aleme götürürken, serbest piyasa ekonomisinin yaşandığı günümüz dünyasının bir başka gerçeğini de yüzünüze vurur. Çeşitlilik ve bol figür görebilirsiniz Beyaz’ın resimlerinde. Beyaz’ın canlı renkleri sayesinde bu “çokluk” sizi resimden uzaklaştırmaz aksine içine çeker.
FAO’YA DEV PANO
Efgan Beyaz, resimlerinde El Greco’nun etkisi olduğunu söylüyor. İlk yaptığı yağlıboya resimde onun bir röprodüksiyon çalışması. Şu an BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Roma’daki merkezine Anadolu figürlerinin ağırlıkta olduğu büyük bir pano hazırlayan Beyaz diğer etkilendiği isimleri geçen Nisan ayında Arkadaş dergisine şöyle açıklamış: