İkimizin de geçmişinde Almanya’nın olması, Halil Hoca ile sohbetemizi daha da koyulaştırdı. Halil Akdeniz’in Almanya yılları, Berlin Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde lisans ve uzmanlık eğitimi görmesi (1968-1974) ile 1996-2001 yılları arasında Türkiye’nin Almanya Büyükelçiliği’nde (Bonn ve Berlin) Kültür Müşaviri olarak hizmet vermesine dayanıyor.
Halil Akdeniz’in çalışmaları “Kültür iz ve imgeleri”ne yoğunlaşmış durumda. Bu izlerin çoğunluğunu Akdeniz’in titizlikle araştırdığı antik kültürlere ait semboller, harfler oluşturuyor. Sanatçının yapıtlarında sıkça geçen “fi” harfinin, Antik Yunan’ın ürettiği harf olması ve aynı zamanda mutluluğa işaret etmesi, günümüzde ise modern fizikte alternatif enerjiyi modern matematikte de soyut kavramlara işaret etmesi bu ‘imge’nin bize zamanlar arasında nasıl yolculuk ettiğini gösteriyor.
ÜÇ ÇATALLI ASA
Akdeniz, yapıtlarını eskiz aşamasından geçirmeden yapıyor. Sanatçı antik döneme ait granit renkleri hatırlatan beyaz, yeşil, kırmızı zemin üzerine simgeleri yaparken monte ediyor. Üretilen çalışmaların her aşamasında bu spontaneye sadık kalıyor. Akdeniz’in imgeleri istenildiği kadar çogaltılabilir, yerleri değiştirilebir, renk seçimi yapılabilir. Nitekim bunu Galeri Akdeniz’in açılışında sergilediği Poseidon’un “Üç Çatallı Asa” çalışmalarında rahatlıkla gözlemledim. Peki Halil Akdeniz, son dönem çalışmalarında neden “Üç Çatallı Asa”yı tercih etmiş? Bunun yanıtı geçen yıl Kasım ayında “Contemporary İstanbul” nedeniyle basılmış “Çağdaş 1985” isimli sanat broşüründe şöyle anlatılmış:
“Görsel ve şekilsel dilin yaratıcısı Poseidon’un ‘Üç Çatallı Asa’sı niteleyici bir nesnedir ve bizleri belli bir soyut, ahlaki-didaktik anlayışa götürürken aynı oranda genel bir kavrama da ulaştırır. Bu asa suların, denizlerin ve depremlerin simgesel bir temsilidir. Yaşamın temel formlarının bir nesnesidir de aynı zamanda: Doğum, yaşam ve ölüm temsiliyetinde geçmiş, bugün ve gelecek yansımasıdır. Tekte üç olmanın ifadesi mitologyada sıkça rastlanan bir olgudur. Üç kademeli kötülük veya üçlemin şeytani replikası. Üç çatallı asa, tarımın yani besi üretiminin ilk adımlarının gerçekleştiği Mezopotamya’daki özel mülkiyetin de referansları olan mühürlerde betimlenerek kültürel belleğin bir manifestosu olarak da yansır. Bu asa Hindu ve Budist kültürel bellekte de yer alır. Budizm’de, Buda, kanun ve halkı; Hinduizm’de de yaratıcılık, koruyuculuk ve yıkıcılığı temsil eder. Üç Çatallı Asa, Şamanist ritüelde de şeytana karşı olan gücü gösterir. Aslında bu asa kutsalın tezahürüdür.”
BEDEN YAZITLARI
Resim veya desen, sadece tuvale yahut kağıda çizilmiyor. İnsan vücudu da resim ya da desen taşımaya elverişli. Bu hafta size bir kitap tanıtmak istiyorum. Uysal Yenipınar ve Mehmet Sait Tunç’un kaleme aldığı Etki Yayınevi’nden çıkmış olan “Güneydoğu Anadolu Geleneksel Dövme Sanatı-Beden Yazıtları.” Kitap içerdiği görseller ve değerlendirmeler ile gerçekten çok ilginç. Her yıl yazla birlikte dövme sezonunun da açıldığını düşünürseniz, geleneksel motif açısından da yararlanabileceğiniz bir kitap. Kitabın yazarları, araştırmalarıyla ilgili önsözde şunları söylüyorlar:
Ressamların gelirlerinin artmasında en büyük pay, elbette koleksiyonerlere düşüyor. Sabancı, Koç, Arkas, Ülker, Eczacıbaşı gibi Türk iş dünyasının önemli aileleri, özellikle resim ve heykelde zengin koleksiyonlara sahipler. Resime ilgi arttıkça, Ankara’da yerleşik iş insanlarının koleksiyoner özellikleri ve koleksiyonlarındaki eserleri de gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Ebru Özdemir Kışlalı, Nermin-Bülent Kılınçarslan, Erhan Peker, Ayhan Bozkurt, Sarp Evliyagil, Mete Bora, Murat Balkan, Ahmet Şahin benim ismini duyduğum ve bazılarını yakından tanıdığım koleksiyoner Ankaralı iş insanları. Resime meraklı Hamdi Akın, Mehmet Cengiz ve Haluk Pekşen’in de daha fazla eser alarak sanata katkılarını artırması gerektiğini düşünüyorum.
Kılınçarslan ailesi KAV Vakfı’nda özellikle gençlere imkan tanıyor. Erhan Peker, kendisine ait Peker Sanat Evi’nde ressamlara eserlerini sergileme olanağı tanımasının yanısıra, kimi zaman koleksiyonunda yer alan önemli resimleri de sanatseverlerle buluşturuyor. Ajanstürk’ün Yönetim Kurulu Başkanı Sarp Evliyagil’in 20 yıllık geçmişe sahip koleksiyonundan çarpıcı eserler “Menzil” adı altında geçen hafta Galeri M 1886’da (Tepe Prime) açıldı. Sarp Evliyagil’in koleksiyonunu sergileme projesini hayata geçiren isim, ünlü ressamımız Fikret Otyam’ın kızı Döne Otyam. Proje için eser seçiminde Otyam’a hem Sarp Evliyagil hem de Deniz Artun destek vermiş. Otyam bu projeyle, “Koleksiyoner, sanatçı ve izleyici arasında zayıflamaya yüz tutmuş bağları” güçlendirmeyi hedeflediğini belirterek şunları söylüyor:
“Koleksiyonerlerin eserlerini galerilerde birkaç hafta süren sergilerden, birkaç gün ile sınırlı fuarlardan, herşeyin bir kaç dakika içinde kararlaştırıldığı müzayedelerden ya da direkt sanatçı atölyelerinden satın aldıklarını düşündüğümüzde, pek çok eserin yeterince izlenmeden, fark edilmeden kişilerin mahrem mekanlarına girdiklerini rahatlıkla varsayabiliriz. İşte kamu için görünmez olan bu eserlerin koleksiyonerlerin mahrem mekanlarından çıkarılarak, izlemek isteyen herkese açılmasını, başka bir deyişle kamusallaşmasını hedefledik. Sarp Evliyagil Koleksiyonu örneğinde olduğu gibi hem koleksiyon, hem de galeri birkaç aylığına adeta müzeleşiyor. Öte yandan Ankara’da kendi müzesini açmayı tasarlamakta olan Sarp Evliyagil söz konusu olduğunda, bu deneyim koleksiyoner açısından da düşlerinin bir provası olma özelliğini taşıyor.”
24 Ağustos’a kadar açık kalacak Sarp Evliyagil Koleksiyon sergisinde eserlerini görebileceğiniz sanatçılar (soyadına göre alfabetik sıra) şunlar:
Valerio Adami, Murat Akagündüz, Haluk Akakçe, Ercan Akın, Hakkı Anlı, Fethi Arda,
Ferruh Başağa, Bedri Baykam, Nejad Devrim, Osman Dinç, Abidin Dino, Erdal Duman,
Fırat Engin, İnci Eviner, Mehmet Güleryüz, Ergin İnan, Mustafa Karasu, Şerif Karasu, Zeynep Kayan, Komet, Levent Morgök, Mübin Orhon, Kemal Önsoy, Ender Özer, Abdurrahman Öztoprak, Burcu Perçin, Seçkin Pirim, Necla Rüzgar, Kemal Seyhan, Tunca Subaşı, Mithat Şen, Evren Tekinoktay, Canan Tolon, Roland Topor, Seyhun Topuz, Utku Varlık, Ümmühan Yörük.”
YOLUNUZ İSTANBUL’A DÜŞERSE
Yeşil’i ve eserlerini tanıtmadan önce, onun çalışmalarından üç önemli yapıtı Galeri Soyut’daki “Salondayız” isimli sergide görebilirsiniz. Bu yazının sonunda Galeri Soyut’un sahibi Mehmet Subaşı’nın özellikle genç yeteneklere tanıdığı fırsatı da anlatmaya çalışacağım.
Yeşil, üzerinde yoğunlaştığı ip ve halatla kendine özgü bir ifade biçimini yakalamış bir sanatçı. Yeşil, ip ve halatın resimlerde nasıl kimlik bulduğunu şöyle anlatıyor:
“Halat ve ip, kendi ritmi ve yaşamın ritmiyle beraber yarattığı kozmos plastik bir dile dönüşürken, sanatıma da özgün bir kimlik kazandırıyor. İp ve halatın ritmik kıvrımlarıyla, yaşamın ritmi arasındaki ilişkiye göndermeler yapıyorum. Bu ritmik kıvrımlar üzerine düşen renk ve ışık, açık-koyu değerlerin bize ait olanın yansımalarıdır. Yaşama ait sosyal, toplumsal, siyasal, ekonomik, ekolojik, kişisel yaşamın her boyutunu, halatın nesnel yapısı üzerinden, estetik değerleri en üst düzeye dönüştürerek anlatmaya çalışıyorum.”
Yeşil, yaşamın nasıl da ince bir ipliğe bağlı olduğunu göstermek istercesine, eserlerinde makara ipliklerine de yer veriyor. Yeşil’in eserlerinde temel olgu ip veya halat olmasına rağmen, resimleri üzerine değerlendirme yaparken, kendi kendimize “acaba tuvaldeki ip mi, halat mı” diye düşünmenin ise yanlış olduğu düşüncesindeyim. Çünkü Yeşil, ip ve halatı tuval üzerinde örerek karşınıza soyutlama, natürmort, bir örgünün ışık ve gölge oyunu, sualtı veya suüstü dünyası, bir balığın düşleri, bir sevdanın kucaklaşması olarak çıkarabilir. Yeşil, benim bu düşünceme, yakın geçmişte yaşadığı bir olayı anlatarak destek verdi:
“Bir sergimde birisi bana ‘Halat mı, ip mi?’ diye sordu. Ben de, ‘Sen hala ip, halat mı görüyorsun?’ diye sordum. Bakmak başka şey, görmek başka bir şey. Resme bakarken onu ifade eden objeleri, nesneleri bir plastik olarak göremezseniz elmayı elma olarak, şişeyi şişe olarak görürseniz o zaman da resmi ıskalarsınız. Son dönem çalışmalarımda ip, resim dışında hiçbir anlatım kaygısı aramadan, plastiğin ve imgenin kendi dönüşümünü ve gücünü kurdu. Daha yalın, daha minimal. Bu elbette benimle hayat, benimle resim ve benimle kendim arasında süren gerilime bir çözüm çabası.”
Yeşil yine de resimlerinin nasıl okunması gerektiğini izleyiciye bıraktığını şöyle açıklıyor:
“Bir okuma kılavuzum yok. Zaten olamaz da. Her izleyen kendi duygu, düşünceleri ve sanatsal birikimleri doğrultusunda bir ilişki kurar ki, bu en doğrusudur. Sanatçının buna müdahalesi, hikâyeleştirmesi, yönlendirmesi o yapıtı sınırlar, çerçevenin içine hapseder, yanlış olur.”
Ankara’da, sessiz sedasız şekilde sanata uzun yıllardır katkı veren, özellikle genç kuşakları destekleyen bir vakıf var. İnşaat alanında çoğunlukla yurtdışında dev projelere imza atan Kılınçarslan Grubu’na ait kısa ada KAV olan Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı’nın çalışmaları, sanatsever iş kadınları/adamlarına örnek olacak nitelikte. KAV Sanat Galerisi’nde (Yıldız) hemen her ay usta bir ressam ile üç yetenekli genç ressamın eserleri iki ayrı salonda sergileniyor.
İşte bu haftaki konuğumuz da, resimleri bu ayın sonuna kadar KAV’da sergilenecek olan İstanbullu ressam Saim Erken. Erken, şehir yaşamının ve iş ortamının ağır yapısından çıkan insanların doğada kendileri ile nasıl bir hesaplaşma içinde olduklarını anlatmaya çalıştığı eserleriyle ilgili şunları söylüyor:
“Önümüzde duran manzaraya karşı kısa bir süre duraklar, o yabancı mekânda dünyayı daha net anlamaya ve tanımaya çalışırız. O mekândan ayrılıp tekrar şehrin rutin yaşamına dönüldüğünde bütün endişeler ve sorgulamalar kaybolur, gerçek manzaraya özlem o zaman başlar. Burada manzara bireyin kendisi ile hesaplaşacağı derin bir boşluk oluşturmaktadır. Resimlerimdeki figürler objektiften gözlemleniyormuş gibi seçilerek yalın ve süslemesiz bir anlatımla oluşturuluyor. Sahil yolunda, kırda ve şehrin ortasında olan tesadüfen karşılaşmalar resmin ‘an’ duygusunu güçlendirmektedir. Figürlerin sessiz ve yalnız duruşları, duygularını yansıtacak hareketlerden kaçınıyor oluşları, nereye gittikleri ile ilgili belirsizlik resmin bütün yalınlığına rağmen bir melankoli ve gerilim ortamı oluşturmaktadır. Her bir resmim yaşanmış bir deneyim içeriğini oluşturuyor. Bireysel anlar, umutlar, mutluluklar, hüzünler, bazen bir resmin içine, kalabalık üzerine serpiştirilmişlerdir. Resimde rengin gücünü sorgulamak, figürü leke düzleminde çözümlemekten yana çalışmalar yapıyorum. Durağan görünen figürler belli bir leke ortamını da denetleyerek resmin plastik zenginliğini oluşturmaktadır. Resimlerimde doğadan kopan insanların kendilerine ve çevresine yabancılaşmasıyla oluşan kompozisyonlar boyuyorum.”
TAŞKIRAN’IN İSTANBUL’U
Remzi Taşkıran, Adıyaman’da doğup büyüyen ve resme olan ilgisini özellikle askerlik hizmeti sırasında yoğunlaştırmış bir ressam. Bütçeleri sınırlı olan ancak resim sevgisinden kopmak istemeyen başkentliler, Taşkıran’ın resimlerinde, Anadolu’dan kadın ve erkek portrelerinde geleneksel değerlere ağırlık vermesini, peyzajlarında çoğunlukla eski İstanbul’a duyulan özlemi gidermesini ve ışık oyunlarını beğeniyorlar. Ankara’nın Taşkıran’ın resimlerine ilgi göstermesinde bir diğer etken olarak devlet protokolünün yabancı konuklara verdiği hediyeler arasında kimi zaman sanatçının eserlerinin bulunmasını da söyleyebiliriz. Şimdiye kadar kişisel 9 sergi açan ve Ankara’daki müzayedelerde sıkça sanatseverlerin beğenisine sunulan Taşkıran’ın eserleri Galeri Star’da (Reşit Galip Cad.) sergileniyor.
MÜZAYEDE EVİ VE İNTERNETTE YENİ SİTE
İsmail Gümüş, Galeri Polart’ta (Hilal Mah.) açtığı ve 31 Mayıs’a kadar sürecek sergisinin ismini “Ucubeler” koymuş. “Bir yerlere gönderme mi var?” diye sorduğumda yanıtı son derece diplomatik oldu:
“Son yıllarda heykelin adı değiştiriliverdi. Sanatçılar bile kendi aralarında heykelden söz ederken ağız birliği etmiş gibi heykel yerine ‘Ucube’ diyor, birilerini taklit eder gibi. Heykel sözcüğü yerine yeni bir tanımlama isteseler, ben ‘Ucube’yi önermezdim. Heykel yerine ‘Yontu’ derdim, Türkçe’ye bir katkıda bulunmak için...”
Gümüş, heykeli neden tuvale yansıttığını da şöyle açıklıyor:
“Her resim ayrı bir dünyadır. Söz gelimi aynı natürmortu 100 kez yapan ressam sonunda şunu rahatlıkla saptayabilir: 100 resmin her biri birbirinden farklıdır. Evet, benim sergimdeki resimlerin çoğunluğunun konusu heykeldir. Ancak hiçbir resim diğerlerine benzemez. Her resimde duygular farklıdır, algılama farklıdır. Resimle heykel akrabadır. Cumhuriyet döneminde çok yol alsa da Türkiye heykel sanatıyla geç tanışmıştır. İşte bundan dolayı heykel konusunu seçiyorum. Ama belli mi olur, bundan sonraki sergimde belki tiyatronun resmini yaparım, belki şiirin resmiyle gelirim karşınıza...”
İsmail Gümüş çoğunlukla, 19. yüzyıl sonları, 20. yüzyıl başlarında Fransa’da yeni izlenimci ressamların sıkça kullandığı “noktacılık (puantilizm)” diye bilinen stilde çalışan bir ressam. Gümüş hoca, bu stilden ne kadar etkilendiğiyle ilgili soruya şu yanıtı veriyor:
“Etkilenme uzun sürmüyor tarz değişiveriyor. Bahsettiğiniz puantilist etki 10 yıla yakın sürdü bende. Etkilenmenin nereden, ne zaman, ne kadar olacağı hiç belli olmaz. Sanatta önemli olan etkilenmenin uzun sürmemesidir. Sanatsal bir kişilik öyle kolay kazanılmaz. Bir ressamın imzasını okumadan resminden tanıyorsanız o ressam sanatsal kişilik kazanmış demektir.”
Şiir ve öyküyle de uğraşan İsmail Gümüş, resmin ağır bastığını şöyle ifade ediyor:
İnsanlığın bu kara yüzü içimi çok acıttığından, belki de mübadele kurbanı bir ailenin çocuğu olarak onun “Göç imgeleri” adını verdiği resimleri beni çok etkiliyor. Ancak onun renkçi ve lekeci anlayışla kadınları ve kuşları ayrılmaz bir bütün haline getirdiği, insanı daha çok hayata bağlayan eserlerinin tadı ise bir başka güzel.
Funda İyce Tuncel bu haftaki konuğumuz.
Tuncel öylesine renkçi ki, yukarıda bahsettiğim acıları bile resmederken, onun müthiş renk harmanları sayesinde acılara rağmen yarınlara umutla bakacağınız güç ve enerjiyi kendinizde bulabilirsiniz. Tuncel’i tanıdığınızda aslında onun çoğunlukla pozitif yaşam tarzını tuvale yansıttığını anlayabilirsiniz. Tuncel’den sanatsal açıdan iç dünyasını bize daha yakından tanıtmasını istediğimde, anlattıkları da resimlerinden pek farklı değildi:
“Kadın figürleri ilgi odağım. Çünkü ben de bir kadınım ve kendi hikayelerimi resmetmeliyim diye düşündüm. Böylece kadınların yanısıra kuşlar da tuvallerimin konularını oluşturmaya başladı. Benim kuşlarım da kadındı ve ikisi ayrılmaz bir bütündü. Yeri geldi kadınlar kanatlandı, yeri geldi kuş başlı kadınlar ortaya çıktı. Renkçi-lekeci üslupla yaptığım bu çalışmalarımla kadın ve kuş birlikteliğini kendi içselliğimle bütünleştirip sanat dilimi kurdum.
Resimlerimdeki gerçeğim yaşamın kendisi. Düne veya yarına dair sorgulamalar bunun sonucunda da içtenlik ve samimiyet. Hep spontane çalıştım, resimlerimin lirik olduğunu söylüyorlar ben kendimi buldum bulalı aşkla, çoşkuyla resim yapıyorum.
Boyalarla, fırçalarla başbaşa kaldığımda ne hissediyorsam onu resmederim: Kuşlar, masallar, kadınlar...Yaşamın tam ortasında ben, nefesim, yüreğim. Kalıplar, akımlar, konular hiç önemli değil bana göre. Resim izleyicisini bulur ve içine alır, tam o noktada sihir başlar, mühürlenirsiniz. Yaşadığım sürece mühürlemeye ve mühürlenmeye devam edeceğim, tutkuyla sınırsız bir aşkla. Yaşanmışlıkların resmidir benim resmim, kimseye hesap vermez. Renklerin uçuştuğu, sanallıktan uzak gerçeğin ta kendisidir. Ruhuna dokunan, parmağının ucundaki his gibi yakın. Samimi adanmış resimdir, benim resmim. Dimdik, kararlı, olgun...
Yaşadığım her ‘an’ın çığlığını zerrelerime kadar hissedip zaman makinesindeymişçesine farkına varamadan harcadığımız ‘an’larımızı, hayallerimizi, kaygılarımızı, umutlarımızı, sevdalarımızı ve hüzünlerimizi; kısaca kaybettiğimiz güzellikleri vurgulamak adına nefes almanın en büyük erdem olduğu bilinciyle yüreğimi, ruhumu katarak fırça vuruşlarımda renklerimde, dokularımda, tuvallerime yansıtıyorum.
Ancak açık söylemem gerekirse bir resim beni çok etkiledi. Gerçekçi (Hiperrealist) bir yaklaşımla yapılmış resimdeki özellikle ışık olgusu olağanüstüydü. Uzaktan uzun bir süre izlediğim resmin yanına yaklaşıp sanatçının ismini okuyunca, tahmin ettiğim isim çıktı. Fatih Karakaş’ın “İstiklal’de Caz” konulu resmiydi bahsettiğim eser. Karakaş, geçen yıl da DYO’nun yarışmasında “Demokrasi” adını verdiği “sarmısak demeti” ile ödül kazanmıştı.
DYO sergisini gezerken Galeri Soyut’un sahibi Mehmet Subaşı’ya da rastladım. Resimler üzerine değerlendirme yaparken Subaşı müjdeyi verdi:
“Fatih’in eserleri 26 Nisan’dan itibaren bizim galeride sergilenecek.”
Bunun üzerine Subaşı’dan Fatih Karakaş’ın sergisiyle ilgili bir yazı rica ettim. Sağolsun beni kırmadı, sanat eleştirmeni Tevfik Yalçın’ın, Karakaş’ın 15 Mayıs’a kadar sürecek sergisiyle ilgili yazısını gönderdi. Ben de Tevfik hocanın Karakaş’la ilgi yazısını sizler için özetledim. Umarım beğenirsiniz:
ÖNYARGISI OLANIN SON YARGISI OLAMAZ
“Sanatta önyargısı olanın, son yargısı olamaz. Sevmek-sevmemek, beğenmek-beğenmemek ikilemi; bizi kimlikli sanatsever olmaya götüremez. Burada çıkış yolu izlemek, düşünmek ve yargıda bulunmak doğrultusunda eleştirmektir. Sanatçının tablosunu izlerken ‘Ah! Ben de yapabilsem, Çok beğendim’ yaklaşımımızın dışında; ‘Ben daha güzel yaparım!’ önyargısı; zamanı, düşünmeyi, eleştirmeyi durdurur. Sanatın, sanatçıya olan gereksinimi kadar, sanatçı eleştiriye açık olmalıdır. Değişik bakış açıları, yaklaşımlar, inceleme ve bilgi birikimi ‘eleştiri’ için var olması gerekenlerdir. Bu anlayış; sanatçının önünü aydınlattığı kadar, bizleri de kimlikli sanatsever yapar.
Ya da onun bisiklet vurgusuyla, yaşadığımız dünyada daha temiz hava soluyabilmek için çevreciliğin ne kadar önemli olduğunu etrafınıza yüksek sesle anlatma cesaretine sahip olabilirsiniz.
Onun sevimli ve huzurlu bir yüze sahip çöpçüleri sokakları temizlerken, kimseye çaktırmadan elinizden sokağın ortasına bıraktığınız ufacık bir plastik maddeyi özümseyebilmek için toprak ananın kaç yıllarca uğraş vereceğini düşünüp, belki de kendi kendinizden utanabilirsiniz.
Tuvaline yerleştirdiği oyuncak eşek figürünü görünce, artık dilimize yerleşmiş hepimizin bildiği o malum küfürle, sadece eşeklere değil tüm hayvanlara hiç de haketmedikleri şekilde hakaret ettiğinizi hatırlayıp, onlardan özür dileyebilirsiniz.
1981 yılında Kars’da doğan, 2009 yılında Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar’da yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve şu sıralar memleketi Kars’ta güzel sanatlar öğretmeni olarak çalışan genç kuşak ressamlarımızdan Baran Kamiloğlu’nun resimlerinde ön plana çıkardığı bisiklet, çöpçü, oyuncaklar, eller, gözler figürleriyle ne anlatmak istediğini, kendimce anlatmaya çalıştım yukarıdaki satırlarda.
SEVİNCİ ARTIRAN RENKLER
Zaten Kamiloğlu da, “Seyircinin, seyir süreci sırasında eseri yeniden farklı ya da kendince keşfetmesi, eserin yapıldıktan sonra da oluşum sürecine devam etmesine yardımcı olmaktadır. Herkesin kendince bir alımlama yapabildiği eser yapıldıktan sonra da oluşumuna devam eder” diyerek, resimlerinin herkes tarafından arzulandığı, hayal edildiği şekilde yorumlanmasının önünü sonuna kadar açık tutuyor.
Renkçi bir ressam Kamiloğlu, Onun ağırlıklı tercih ettiği pembe, kırmızı, mavi, eflatun gibi canlı renkler, korkunun gerçekciliğine rağmen insanı hayatın korkularından uzaklaştırıp, içindeki sevinç duygusunu artırıyor. Resim yaparken neler düşlediğini şöyle anlatıyor Kamiloğlu: