Serginin sahibi, önde gelen koleksiyonerlerin tercih ettiği, müzayedelerde eserleri için önceden pey verilen, birbiri ardına bayrakların kalktığı, genç kuşağın önemli ressamlarından birisi.
Evet, “Renklerin Senfonisi” adını verdiği sergisiyle Hakan Esmer, daha önceki yıllarda olduğu gibi, bu yıl da Galeri Soyut’ta (Hilal Mah./Çankaya) sanatseverlerle buluşuyor.
Hakan Esmer bir yandan harıl harıl çalışarak eserlerini sergiye yetiştirmeye çalışırken, diğer yandan bize duygu ve düşüncelerini anlattı. İsterseniz artık hem sizin, hem de sanatçımızın fazla vaktini çalmadan sözü Esmer’e bırakalım:
“Uzun dönemdir yer verdiğim su ve su kültürü izlerini taşıyan ‘Heyamola’ temalı resimlerim bu sergide de yer almaktadır. Vazgeçemediğim peyzaj soyutlamalarım ve zaman-mekân birlikteliğini paylaşan kent insanlarım da misafir olmaya devam etmektedir. Figürlerim aslında hızlı akan zamanda, renklerle kurgulu bir dünyanın içerisinde sıradanlaşan yaşama inat kendilerini göstermektedirler.
İLK KEZ NİLÜFERLER
Özellikle ilk defa bu sergide ele aldığım ‘Nilüferler’ de bir sonraki sergi için bir ipucudur. Çünkü her sergimde bir sonraki serginin konusuyla ilgili izlenim bırakmayı seviyorum. Aslında temalar tuvallerimde kendince yer alır ve çıkar. Asıl olan, renk olan her şeyin resmedilebilmesidir. Diğerleri ruh haline bağlı misafirlerdir.
PROJELERE DEVAM
Daha önceki yıllarda olduğu gibi, farklı projeleri de gerçekleştirmeye devam edeceğiz. Projelerin ortak amacı, sanat eğitimi alan ve mezun olmuş genç sanatçı adaylarını profesyonel sanat ortamında bir araya getirerek paylaşımları çoğaltmak. Tabii ki bu ortam gençlere birçok olanak ve imkan sunarken benim de gençlerin yeni bakış açıları ve enerjilerinden beslendiğim kaçınılmaz bir gerçektir. Yani karşılıklı paylaşımların yeni sinerjiler oluşturması, yerinde sayma, kendini tekrar etme olumsuzluklarını ortadan kaldırır. Sanat ve sanatçı için bunu görebilmek çok önemlidir. Sanatta da çok seslilik ve demokrasi şarttır.
Türkiye ne yazık ki, kent estetiğinden yoksun bir ülke. Maalesef bu yoksunluktan başkent Ankara da epeyce nasibini almış durumda. Özellikle son yıllarda başkentin zaten az olan tarihi dokusu, insana önem veren şehircilik anlayışı iyice terk edildi. Kimse bana Çukurambar’da birbiriyle uyumsuz, görgüsüz Arap şeyhlerinin mimari yapısına uygun gökdelenleri başkentin modern yüzü olarak göstermesin. Ya da İncek’te Amerika özentili Türk usulü yapılaşmayı...Örnekler çoğaltılabilir.
Başkentte en fazla kültür ve sanat etkinliğinin yapıldığı Çankaya’nın on yıllardır süren bakımsızlığı, ruhsuzluğu, estetikten yoksun oluşu ise Ankaralı’nın sürekli yarayan kanasıdır. Kimse kusura bakmasın, Çankaya’nın bu hale gelmesinde CHP’nin, “odun koysam” seçilir mantığı birinci etkendir.
CHP’nin Çankaya Belediye Başkan Adayı Alper Taşdelen, geçmişindeki gazetecilik mesleğinden dolayı yakın arkadaşım. Aday gösterilince kendisiyle uzun bir konuşmamız oldu. Çankaya Belediye Başkanı’nın, “Gökçek yapmamıza izin vermiyor” bahanesine saklanma lüksü olmadığını ona söyledim.
Ara sokakların araçlara lastik patlatan delik deşikliğini (Örneğin Kızılay- Selanik Sokak), sokak lambalarının yanmayışını, sokak köpeklerinin geceleri insanlar için ciddi tehlike olmaya başladığını, ancak bundan kurtulmanın çeresinin hayvanları zehirlemek olmadığını, özellikle yeni yıldan bir ay önce-madem Cinnah Caddesi, Atakule Meydanı, Genelkurmay Kavşağı gibi ana arterleri Melih bey aydınlatmıyor- ara sokakların aynı Batı’da olduğu gibi ışıklarla süslenmesi gerektiğini, aydınlığın insana yaşama sevinci vereceğini, Çankaya’da galerilerin yoğun olduğu Hilal Mahallesi’nde sokaklara taşan sanat şenlikleri düzenlenebileceğini, kısacası Çankaya’nın Ankara’nın diğer ilçelerine de örnek olacak, önceliği insan yaşamı için her türlü kolaylığı getiren örnek bir ilçe olması gerektiğini Alper Taşdelen’e ayrıntılı örneklerle anlattım.
Taşdelen, genç kuşak bir siyasetçi olarak tüm bu anlattıklarıma hak verdi. Kendisinin de benzer düşüncelere sahip olduğunu ve seçilmesi halinde bu eksiklikleri ortadan kaldırmak, vatandaşın Çankaya’daki değişikliğe çıplak gözle şahit olabilecek düzeyde görmesi için yoğun şekilde çalışacağı sözünü verdi. Kimse şüphe duymasın, eğer seçilirse Taşdelen’e verdiği sözleri hatırlatmak görevimiz olacak.
KENTTE NE VAR?
Teknik nedenlerle yerimizde biraz daralma var. Elimizden geldiğince kentteki sergileri duyurmaya buradan devam edeceğiz. Ancak kimi zaman duyuru göremediğinizde de şaşırmayın. Bu haftaki bazı duyurularımız şöyle:
Kahraman son çalışmalarında halen yaşadığı İstanbul’un artık çekilmez hale gelen beton yığınlarını ve gökdelenlerini, Anadolu’dan kendi çektiği fotoğrafik imgeler ile içiçe geçirerek sanatseverlere sunuyor. Kahraman, dijital fotoğrafik ögeleri, resim bittikten sonra pigment baskı ile aktarıyor.
Yurtiçi ve yurtdışında 80’in üzerinde sergi açan, sanat üzerine kitapları ve kısa film çalışmaları da bulunan Kahraman’ın resimlerinde dünyayı, düşünceyi, nesneleri olduğu gibi alıp kullanmak yerine, kendine ait bir yol ile zaman zaman çok boyutlu, zaman zaman da birbirine alabildiğine zıt görünen dillerle ifade etmekten kaçınmadığını görebiliyorsunuz.
Geçmişi ile hesaplaşmaktan, modern ve çağdaş sanatın, kültürün özlerini tartışmaktan kaçınmayan ve bunların özlerinden benimsediği sonuçlarını kendi en son yeni bütünü ile sentezlemeyi hedefleyen Kahraman, son sergisiyle ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Artık 1990’lı yıllardan itibaren altı çizilerek ısrarla öne sürülen post-modern ideolojik iddia tıkanmış görünüyor. Bütün iddialarına karşı artık bütün dünyada çağdaş sanat bir kez daha büyük bir ideolojik, ahlaki kriz ve tarihsel bir çöküşle karşı karşıya. Çünkü küreselleşmeyle birlikte tüm insanlık ve çağdaş uygarlık değerleri de ahlaki, sanatsal ve kültürel olarak önemli ölçüde derin bir krize girmiş durumda. Türkiye’de de ‘çağdaş sanat’lıktan güncel çağdaş sanatlığa dönüştürülen yeni sanatın söylemleri, koordinatları da benzer bir çıkmazda. Benim sanatsal, entelektüel alfabem, esas olarak bu alabildiğine yalın niyetler, sözcükler ve anlamlar ile arkasındaki gizemli atıl ama masum dünya üzerine kurulu. Yeni sergimin ismini de bu yüzden ‘Açık Adres’ olarak belirledim ve bu yeni-eski imgeler üzerinden ilerlemeyi sürdürüyorum. Sanat akıl, duyum ve disiplin ile yapılan entelektüel, çağdaş bir ifadelendirmedir. Artık masumiyet çağı kimliklerimizi, adreslerimizi ve ütopyalarımızı kaybettik. Oysa tanıklarımız var, daha dün oradaydık. Fakat şu an neredeyiz, kimlerleyiz, neyiz, bilenlerimiz pek az. Aramızda kaybettiklerini ‘artık hükümsüzdür’ diye ret ilanları verenlerimiz bile var. Hayatın sokaklarında sahte yüzlerimiz, kimliklerimiz ve adreslerimizle dolaşmaktayız. Oysa elimizde açık adresler var ve kaybettiğimiz ne varsa o adreslerde.”
Galeri Soyut’ta (Hilal Mah.) geçen cuma günü açılan ve 5 Mart’a kadar devam edecek olan sergide Kahraman’ın büyük ve küçük boylarda olmak üzere yaklaşık 40’a yakın eseri sanatseverlerin beğenisine sunuluyor.
EMEĞİ TUVALE YANSITAN RESSAM
Süleyman Karakul, emekçinin, üretenin ressamı. Onun resimlerinde tarlalarda ekin biçerken alın teri dökenleri, sabahın erken saatlerinde traktör üzerinde yola koyulan köy kadınlarını, kah eşek üzerinde, kah yaya olarak köy yollarında anasına-babasına yardımcı olmak için yol kateden köy çocuklarını görürsünüz. Monad Balkan’ın dediği gibi, “Açık, koyu, orta tonlar; büyük, küçük, orta kütleler; perspektif, ışık ve gölge; doku, desenlerin sağlamlığı, grafik düzen, renk armonisi, kompozisyon ve inandırıcılık...Bunların üstüne bir de kendine özgün tarz: Tarlalar, yollar yatay ve paralel hatlar ve dalgalar halinde kumaş deseni tatlılığında tuvalleri yalayıp gidiyor” Karakul’un resimlerinde. Sivas Şarkışla doğumlu Karakul, ilk ve ortaöğrenimini memleketinde tamamladı. 1974’te Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü bitirdi. 1986’da Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Grafik Ana Sanat Dalı’nda lisans eğitimi yaptı. Reklam grafiği, kitap, dergi kapakları düzenlemesi ve karikatür gibi alanlarda uğraş verdi. Çok sayıda karma sergiye katıldı. Birçok koleksiyonda eserleri bulunan sanatçı, uzun yıllar sürdürdüğü resim öğretmenliği görevinden 2001 yılında emekli oldu. Karakul’un son eserlerinden oluşan sergi 19 Şubat Çarşamba günü Galeri Gözde’de (Y.Ayrancı) açılıyor.
KENTTE NE VAR?
Daha önce siyahi insanların yaşam biçimlerini “Gri” olarak adlandırdığı iki ayrı sergide sanatseverlerle buluşturan Sami Gedik, bu kez Türkiye’nin ressam ağırlıklı ünlü sanatçılarının büyük boy portre çalışmalarıyla karşımıza çıkıyor.
Gedik, Turan Erol, Mustafa Ayaz, Fikret Otyam, Yalçın Gökçebağ, Zafer Gençaydın, Habib Aydoğdu, Hasan Pekmezci gibi ressamlar ile diğer sanat alanlarında da ünlü isimlerin portrelerini içeren sergiyi bu kez “Buluşma” olarak adlandırmış.
Gedik sanat dünyasının merakla beklediği 13 Şubat Perşembe günü saat 18.30’da açılacak sergisiyle ilgili şunları söylüyor:
“Sanatçı portreleri aslında 2010 yılından bugüne dek yapmış olduğum siyahi portrelerin bir anlamda devamı niteliğinde. Ancak buradaki fark, siyahi serüvendeki günlük yaşam kesitlerden sıyrılarak, daha çok sanatçılar ile birebir yüzleşme çabasıdır. Sanatçı portrelerinin arkasında yer alan kendi üsluplarına ilişkin göndermeler ise kopya etme mantığından çok, sanatçılara yönelik bir saygı, bir selamlaşma, bir buluşma, bir özümseme, bir dertleşme, bir öykünme, içe sindirme, anlama ve birlikte bir şeyi var etme, oluşturma çabasıdır. Bu bağlamda resimlerini yapmış olduğum sanatçıların, hayatımda yeri ve önemi çok büyüktür.”
SANATÇILAR NE DEDİ?
Gedik’in portrelerini yaptığı bazı ünlü ressamlarımızın görüşleri de şöyle:
Turan Erol: “Sami Gedik’in yaptığı bu portre, benim genel havamı çok iyi yansıtıyor. Sanki bir dost meclisinde, sık sık yaptığımız gibi türkü söylüyor, ya da dostlara bir şeyler anlatıyor gibiyim. İnsanlar portrelerini bazen beğenmezler, ben öyle bir duyguya kapılmadım. Sami’yi kutluyor ve ona teşekkür ediyorum.”
Koldaş’ın eserlerini yakından incelediğinizde, ağırlıklı figürlerin keman, piyano, çello gibi enstrümanlar ile kadın olduğunu görüyorsunuz. Flamenko olarak yorumlayabileceğiniz danslar da komposizyon olarak karşınıza çıkıyor.
Koldaş ise kendi resim dünyasını şöyle yorumluyor:
“Kübizmin resim üzerine etkilerinden etkilenmiş birisiyim. Daha sonra renk de çalışmalarımda vurucu olmaya başladı. Derken kendi çizgi ve renk anlayışım içerisinde yaşanmışlıkları yorumlamaya çalıştım. Resimlerimde hareket ve renk anlamında coşkular olduğunu düşünüyorum. Bana en fazla yöneltilen sorulardan birisi, neden kadın, neden dans? ‘Kadının yazılı ve görsel sanatta karşılığı estetik ve güzellik de ondan’ diyorum. Dünyayı da güzellikler kurtaracak...”
Eserlerine bazı galeri ve müzayedelerde rastlasanız da, Koldaş, kendi adını verdiği atölyesinde “Butik sergi” anlayışını tercih ediyor. Bu anlayışı kısaca şöyle özetliyor:
ATÖLYE YAŞAYAN ORGANİZMA
“Butik sergiler Türkiye’de yaygın olmayan bir kavram. Dünyadaki durumu hakkında ise kesin bir bilgiye sahip değilim. Sanatsever, izleyici, koleksiyonerler, sanatçıyı atölye ortamında ziyaret ediyor. Sanatseverlerin atölye havasını solumaları gerekir diye düşünüyorum. Sanatçıyı eseri oluştururken gözleme şansı olmalı. Ressam hangi ortamda çalışıyor, o andaki ruh hali nasıl, hangi boyalar kullanılmış ve kullanılıyor, paleti nedir? Bu soruları çoğaltabiliriz. İşte sanatsever tüm bu soruların karşılığını bulmaya çalışarak, atölyemde kendisine uygun bir resme sahip olabiliyor. Bana göre atölye yaşayan bir organizma. Sanatçı içerisinde olsa da, olmasa da o organizma yaşar ve çoğalır. İşte ben de topraklarımızdan evrenselliğe doğru bir pencere açmak isteğiyle, Aşağı Ayrancı’da ‘Mira’nın atölyesi’ adını verdiğim atölyemde çalışmalarıma devam ediyorum.”
PARMAKLAR HEP ÇALIŞMALI
Hatay doğumlu Koldaş, resim sevgisinin çocuk yaşlarda nasıl başlayıp, geliştiğini de şöyle anlatıyor:
Hüseyin Sartaş konuğumuz.
Ankara’da kentin göbeğinde yaşamasına rağmen kırsal kesim insanlarının yaşantılarını, günlük hayattaki uğraşlarını, düşlerini, güzelliklerini anlatmaya çalışıyor Sartaş.
Modern yaşam içerisinde doğayı ve kendini tüketmiş olan çağdaş insanın ütopyası var Sartaş’ın resimlerinde.
ANADOLU’DAN KESİTLER
Köyün içerisinden akan bir dere, sonbahar rüzgarlarına sararmış yapraklarıyla direnen veya karla kaplı dallarıyla size aydınlığın yolunu göstermek için çabalayan bir ağaç, çiçeklerle süslenmiş kırlarda oynayan çocukların mutluluğu, sisle kaplı dağların eteklerindeki çay veya portakal bahçelerinde kadınlı erkekli çalışan köy halkı, köy meydanında kahvede toplanarak gelin alayının geçişini bekleyen Anadolu insanı...
“Benim idolüm, kendisinin en büyük hayranıyım” dediği ünlü ressamlarımızdan Yalçın Gökçebağ’ın tesadüf eseri bulup çıkardığı, yok edilen doğal güzellikleri tuvalde yaşatmanın mücadelesini veren naif bir ressam Hüseyin Sartaş. Fırçalarıyla tuvale yansıttığı naifliğini, söze de öyle döküyor:
KAPORTACIDA ÇALIŞIYORDUM
“1956 yılında Ankara’da dünyaya gelmişim. Yedi kardeşin en küçüğü benim. 6 yaşında ilkokula başladım. Beşinci sınıfa geldiğimde öğretmenlerim resime karşı yetenekli olduğumu gördüler. Benim dönemimde tahta tabaklar ve sarı kağıtlar vardı. Resime ilk adımı onların üzerine bir şeyler çizerek attım. Ortaokul ikinci sınıftan sonra ailemizin maddi durumu elvermeyince okulu bırakmak zorunda kaldım ve çalışmaya başladım. Sanayide kaportacı çırağı olarak bir müddet çalıştım. İşimi bitirip, eve geldikten sonra resim çalışmalarıma devam ediyordum. Askerden sonra bu kez büyük bir serviste çalışmaya başladım. Artık oto kaporta ustasıydım. Ama resimden hiç bir zaman kopmadım. Yaptığım resimleri servisteki arkadaşlarıma hediye ediyordum.
“Hocam o kadar zaman oldu hala köşem için bir konuşma yapamadık. Sizden vazgeçtim, o zaman sevgili eşiniz Şükran Pekmezci çoktan bu köşede tanıtılmayı hakediyor.”
Pekmezci çifti ile gülüştük, “Tamam” dedi Hasan hoca.
“Bu kadar kolay elimden kurtulamazsınız hocam. Şükran Pekmezci kimdir, siz yazıp bana göndereceksiniz” dedim. “Bu kez söz” dedi hoca ve sözünü de tuttu.
Bu hafta köşemizde, düğünlerle, kına geceleriyle ve karla kaplı Anadolu köylerinde hepimizi çocukluğumuza götüren kızak kayanlarla tuvali coşturan Şükran Pekmezci var. Ama bir farkla...
Kısaltmaları bana ait olmak üzere köşe bu hafta, eşi Şükran Pekmezci’yi tanıtmak için Hasan Pekmezci’de. İşte Hasan hocanın kaleminden, eşi Şükran Pekmezci’nin hayatını anlatan kısa bir kesit:
“Ortaokulda bilgili, tutarlı, çalışkan ve üretken bir eğitimci olan resim öğretmeni Hüsnü Tekin’in yüreklendirmesi Şükran Pekmezci’nin resme yönelmesini sağladı. Ortaokulu bitirince Konya Kız Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı. Bu okuldaki ilk ayında resme ilgisini anlayan resim öğretmenleri tarafından İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’ne sınavla gönderildi. Bu kurumda her biri üstün nitelikli sanat eğitimcilerinin öğrencisi olma şansını yaşadı. Mezun olduktan sonra Çankırı’nın Kalfat Köyünde iki yıl ilkokul öğretmenliği yaptı. Bu görev onun için önemli bir yaşam deneyimi oldu. Daha sonra İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü sınavlarını birincilikle kazandı. Bu okulda Nejat Akkan, Turgut Pura, Şeref Bigalı gibi değerli eğitimcilerin öğrencisi olma şansını bularak mezun oldu ve Arifiye Öğretmen Okulu resim öğretmenliğine atandı. 1975 yılı sonuna kadar meslek yaşamının en güzel yıllarını burada yaşadı. 1975-1978 yılları arasında yetiştiği Çankırı Ortaokulu’nda, 1978-1986 yıllarında Ankara Yeşilevler Ortaokulu’nda, 1986-1994 yılları arasında da Ankara Namık Kemal Ortaokulu’nda resim öğretmeni olarak çalıştı. 1994’te çok sevdiği mesleğinden ayrılarak emekli oldu. 1994-2000 yılları arasında ek ücretli olarak Gazi Üniversitesi Mesleki ve Yaygın Eğitim Fakültesi’nde baskı resim dersleri verdi.
Şükran Pekmezci, 1981 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlediği Türkçe kitabı yazma ve resimleme yarışmasına yazar Beşir Göğüş ve eşi Hasan Pekmezci ekibi ile katıldı. 14 yazar ve ressam ekibinin katıldığı bu yarışmada birinci oldular. Bu çalışmalar ders kitabı olarak tüm Türkiye okullarında yıllarca okutuldu. Ayrıca çeşitli çocuk kitapları resimledi. TRT’de uzun süre yayınlanan, çocuklara yönelik sanat programlarında hazırlayıcı ve sunucu olarak görev aldı. Şükran Pekmezci, öğretmenliğinin ilk günlerinden bugüne kadar (iki çocuk annesi olmasına rağmen) sanat çalışmalarını aksatmadan sürdürdü. 1968’den itibaren DYO, 1970’lerden itibaren çeşitli yıllarda Devlet Resim Sergilerine kabul edildi. Ankara, İzmir, İstanbul, Çankırı, Zonguldak-Ereğli, Bolu, Konya, Muğla gibi illerimizde kişisel sergiler düzenledi ve karma sergilere katıldı. Dördü özel kataloglu olmak üzere 30’dan fazla kişisel sergi düzenledi. Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği üyesi olarak tüm dernek sergilerine katıldı, sergi kataloglarında yer aldı. Pekmezci ailesi yıllardan beri pek çok öğrencinin ve sanat meraklısı gencin yurt dışı gezilere katılmasına ve ufuklarının açılmasına öncülük ettiler.”
GENÇ ARMONİCİLER
Tüm meslektaşları tarafından Türkiye’de suluboyanın ustası olarak görülen Sabri hoca, yine beyaz önlüğünü üzerine geçirmiş, elinde fırçası şövalenin başında çalışıyordu.
Şövaledeki büyük tuvali görünce bir an şaşırdım. Çünkü dev tuvale akrilik boya ile işlenmiş resmi gördüğünüzde, altındaki imzaya bakmasanız da yine beyaz ışıklı (kar olarak da algılayabilirsiniz) ağaç dallarından, tuvaldeki fırça darbelerinden eserin Sabri Akça’ya ait olduğunu anlayabilirsiniz.
Ancak bu kez resimde, Sabri hocanın artık efsaneleşmiş, geleneksel çarşaflı Anadolu kadınlarının yollarda ya da ev önlerinde bekleştiği karla kaplı köy manzarası yoktu.
10 KASIM’DAN ETKİLENME
Ön planda ağaç dalları ve tüm tuvale işlenmiş yüzbinleri temsil eden fırça darbeleri...
Ve insan kalabalığının içine serpiştirilmiş kırmızı beyazlı flamalar ya da ay-yıldızlı Türk bayrağı motifleri...
“Hayırdır hocam, farklı bir tema işlemişsiniz” diye lafa girdim. Sabri hoca bu yaz Türkiye’nin siyasi gündemine oturan ve hala etkisini sürdüren Gezi olayları ile özellikle geçen 10 Kasım’da 4 milyonluk Ankara’nın dörtte birinin Anıtkabir’e Atatürk’e saygı ve bağlılıklarını göstermek için akın etmesinden ciddi şekilde etkilendiğini anlattı.
MİLLİ İRADE ÖNEMLİ