Arık’ı, 2011’de Mustafa Ayaz Müzesi 1’inci Gençlerarası Resim Yarışması’nda kazandığı Başarı Ödülü’nden bu yana tanıyorum. Arık’ın bu son sergisindeki eserleri “hiperrealist” yaklaşımıyla tuvale yansımış. Uzaktan fotoğraf gibi algıladığınız şeyin, aslında tuval üzerine yapılmış resim olduğunu, esere iyice yaklaştıktan sonra algılayabiliyorsunuz. Bu kısa girişten sonra “neden otomobil” sorusunu yanıtlaması için sözü Arık’a bırakıyoruz:
“Sanatçıların çoğu gibi ben de resim yapmaya çocukluk yıllarımda başladım. Sanki gözümü açar açmaz çizmeye başladım gibi hissediyorum. Sadece otomobil çizerdim. Kimsenin bana, ‘şunun resmini yap’ dediğini hatırlamıyorum. Kendi kendime bu işe başlamamda bir anlam vardı bence ve hayatım boyunca otomobil çizimleri yapmak için bu yüzden ısrarcı davrandığımı söyleyebilirim. İlk yıllarda tasarımlar yapardım daha sonra genelde klasik otomobillere ilgi duydum. Nedenini şu şekilde açıklayabilirim; insanlık, modern çağda yaşamasına, neredeyse bütün teknolojik imkanlara sahip olmasına, bunları kullanabilmesine rağmen geçmiş dönemlere karşı bir özlem ve hayranlık duymaktadır. Bu hayranlık yaşadığımız her anın geçmişten kopup gelmesine bağlıdır belki de. Geçmişe karşı duyulan hayranlığın en temel örneklerinden biri de otomobillerdir kuşkusuz. Çünkü üretildikleri dönemin tasarım fikrini ve belki de sanat anlayışını yansıtırlar.
YÜRÜYEN HEYKEL GİBİLER
Abartıyor olabilirim hatta ama her biri sanat eseri gibi geliyor bana, en azından o kaygı ile tasarlanmışlar sanki. Örneğin, üretildiği dönemin bütün özeliklerini yansıtan 1929 model Bentley Blower marka otomobilde içe-dışa doğru genişleyen daralan hatlar, yuvarlak dalgalı çizgiler ve her eski otomobilde bulunduğuna inandığım estetik kaygı bana bir heykeli anımsatıyor. Yürüyen, ses çıkaran ve hatta hız yapabilen bir heykel. Bir çok parça kaportanın altına gizlenmemiş, apaçık ortadadır. Bu durum detayları da gözler önüne serer. Detaylar her zaman ilgimi çekmiştir. Klasik dönemlere ait otomobilleri günümüzde yollarda fazla göremiyoruz. Çoğu zaman garajlarda, sergilerde, müzayedelerde rastlıyoruz. Birçok endüstriyel üründe olduğu gibi otomobillerin de zamanla değer kazandığını görürüz. Öyle ki, üretildiği dönemde yüzüne bile bakmadıkları halde günümüzde ciddi fiyatlara alıcı bulabilmektedirler. Bunun aksini düşünenler de olabilir fakat birçok insanın her yerde gıcır gıcır otomobiller dururken 60 yıllık bir otomobili hurdadan alıp, ciddi emek ve para harcayarak restore etmelerini, bunu daha çok önemsediklerini gözden kaçıramayız. Geçmişe duyduğumuz özlemin en büyük kaynağı hiç kuşkusuz kaybedilen manevi değerler ve kültürümüzdür. Maddiyatın daha çok önem kazandığı, komşuluk ilişkilerinin bittiği, bölünmelerin arttığı modern çağda teknoloji ilerledikçe bazı değerlerimizi kaybediyoruz, tembelleşiyoruz. Maddiyatın daha çok önem kazandığı çağımızda maneviyata duyulan özlem kaçınılmaz. Otomobiller de benim için bu özlemi simgeliyor. Üretildikleri dönemin simgeleri. Resimlerime bakıp derinlere dalan insanları gördüğümde ‘işte başardım’ diyorum. İnsanların böyle bir tuvale baktıklarında duydukları ilgi ve hayranlığa tanık olmak her zaman hoşuma gitmiştir. Bu; kimi zaman resme, kimi zaman tuval üzerindeki otomobile duyulan bir hayranlık. Bunun daha güçlü hissedilebilmesi, izleyici ve eserlerim arasında daha kuvvetli bir bağ oluşabilmesi için otomobilleri tüm ayrıntılarıyla gerçekçi bir üslupla yansıtmak tercihim olmuştur.”
TORUNA SERGİ SÖZÜ
Erhan Peker’in resime ilgi duymasında ve koleksiyoner olmasında kızı Hande’nin rolü çok büyük. Hande’nin resimle ilgilenmesi ve çocuk yaşta yaptığı bir resimin uluslararası alanda başarı kazanması, bir anlamda babası Erhan Peker’in içindeki resim sevgisini de açığa çıkarmış. Öyle anlaşılıyor ki, bu sevgi kuşaktan kuşağa geçiyor. Hande-Özgür Çağlan Kuyumcu çiftinin kızı Mevce de, annesinin izinden gidiyor gibi. Resim çalışmalarını aralıksız sürdüren Mevce, babası Özgür Çağlan’ın destek verdiği Osman Arık sergisinde dedesi Erhan Peker’den “sergi açma” sözü aldı. Mevce, derslerinden fırsat buldukça yaptığı resimlerini önümüzdeki yıl sergilemeyi hedefliyor.
KENTTE NE VAR?
Ahmet Güneştekin-Bubi-Frigyes König ve Istvan Orosz “Dört” sergisi- 27 Kasım’da açılacak-(Güler Sanat/Ümitköy), Cihangir Vefa Öztürk-27 Kasım’da açılacak (Galeri Akdeniz/Yıldızevler), Hüseyin Yıldırım-6 Aralık’a kadar (Alev Sanat/Çayyolu), Nermin Alpar-31 Aralık’a kadar (City Hotel/Çankaya), Savaş Simitli-Ertan Mutlu-11 Aralık’a kadar (Emin Antik/Kale), Ayla Aksoyoğlu-3 Aralık’a kadar (Krişna Sanat/K.dere), Hatice Soysal-25 Aralık’ta açılacak (Sevgi Sanat/Çankaya), Ayşın Demirci-Yarın açılacak (TBMM Kültür Evi/Kızılay), Füsun Köksal-Bugün açılacak (vakıfbank Genel Müdürlük Sanat Galerisi).
1997 yılında yoğun desen çalışmalarıyla resim dünyasına adım atan Demirhan, geçirdiği aşamalar sonunda kendine özgü bir resim dünyası kurmayı, biçimini farklı kılmayı, kendine uygun ve özgün resim dilini oluşturmayı başarmış bir sanatçı. Demirhan, desen çalışmalarından edindiği birikimi yağlıboya eserlerine kendine özgü anlayışla yansıtıyor.
RENKÇİ ÜSLUP
Yurtiçi ve yurtdışında toplam 17 kişisel sergi açmış olan ressam, çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürüyor. Demet Demirhan çalışmalarında dokuların içine gömülmüş mitsel anlatımlara eşlik eden figürlerle renkçi bir üslup kullanmasıyla dikkat çekiyor. Seramik etkisi veren kalın bir doku ve karışık teknikle yaptığı çalışmalarında, figürleri saran sert konturların boyanın dokusu içinde eriyerek lekeler haline gelmesi ve figürlerin mekansızlığı öne çıkıyor. Hemen her tabloda karşımıza çıkan kendi “avuçiçi” ise bir imza niteliği taşıyor.
KADINLAR ÖN PLANDA
Demirhan’ın eserlerinde kadınlar hep ön planda yer alıyor. Çağdaş yaşamın sevgisizlik ortamlarında buza kesmiş kadınlardır bunlar. Sanatçıya göre, buz renginin ağırlığı, resim izleyicisinin kanını donduracak etkiler oluşturuyor. Çıplak kadınlardır hepsi; doğallıklarını yitirmemek için direnen, kendisi olmaya, birey kalmaya çabalayan, donarak, buzlanarak, bir anlamda uykuya yatarak, üzerlerindeki baskılara, sınırlamalara, yasaklamalara boyun eğmeyen tutumlar sergiliyorlar. Başlarının ve yüzlerinin olmayışı, onları bireysel düzlemden daha yukarılara taşıyıp doğanın ve toplumun temel parçası, temel ölçeği durumuna yükseltiyor. Yazgısı benzeşen, yüzleri ve adları farklı olan kadınlar, kendi bedenlerine bile bakamayan, soğuk duruşlu nesnelere dönüştürülmüşlerdir ama derinlerdeki ışık, çevrelerindeki ışıltılı aydınlık, devinime açık duran gizli güç, her birinin içindeki patlamaya hazır buzdan yanardağın varlığını sezdiriyor.
Ölçülü bir meydan okuma, patlamaya hazır duran birikimiyle, yaratıcılığı ve üretkenliğiyle yaşamı değiştirme gücüne sahip eyleme geçmeye hazır kadın figürleridir bunlar. Kadın figürleri çoğu zaman yalnızlığa itilen yaşamları, kompozisyona karışan şaman inancına ait imgelerle kalabalıklaşıyor.
ŞAMAN RİTÜELİ
Demirhan, kadının önde gelen figür ve motif olarak yer aldığı resimlerinde Şaman ritüelinin geçerli olduğu toplumlarda, günümüzdekilerden farklı anlayışlar nedeniyle farklı ve özgün anlamlar taşımış olan simgeler kullanıyor. Günümüz dünyasındaki kadın gerçekliği bağlamında, resimlerine kattığı o eski simgeler aracılığıyla hem resimsel gerçekliğe hem de yaşama alanlarındaki ilişkilere, tutum ve davranışlara farklı ve dolayımlı anlamlar kazandırmayı deneyen Demet Demirhan, böylelikle kendine açtığı özgün yolu ilginç kılıyor. Demirhan’ın resimlerinde işlev kazandırılmış simgeler Şamanizm’den aktarılmış, “güneş, kaplumbağa, çift başlı kartal, dokuz dallı hayat ağacı”dır çoğunlukla. Yukarıda vurguladığım “avuçiç” ise imza işlevini üstlenmiştir ve resimlerde kadının adı, kimliği olmadığı için yer almaktadır.
Ankara’dan tanıdığım bazı galeri sahiplerinin birlikte çalıştıkları ressamların ve konsinyelerindeki eserlerini kamyonlara yükleyerek İstanbul’a götürdüklerine şahit oldum. Umarım aşağıda bahsedeceğim iki önemli etkinlik, sanatçılar, galeri sahipleri ve sanatseverler için olumlu ve kazançlı geçer.
ÖNCE TÜYAP
Her yıl TÜYAP tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı ile birlikte eş zamanlı olarak gerçekleştirilen İstanbul Sanat Fuarı bu yıl 25. yılını kutluyor. Kapılarını geçen cumartesi günü sanatseverlere açan sanat fuarı, kitap fuarı ile birlikte İstanbul Büyükçekmece’deki TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde. 15 Kasım’a kadar sürecek olan bu etkinliğe giderek hem kitap, hem de sanat fuarını birlikte gezme imkanına sahipsiniz. Bu yılki fuar, yaklaşık 1000 kadar sanatçının işlerini sergileyen galeriler, bağımsız grup ve inisiyatifler ile birlikte 150’ye yakın genç sanatçıyı da konuk edecek.
Fuarın bu yılki teması “Geçmişe tanıklık” olarak belirlendi. Günümüzde giderek değer kazanan geçmişle yüzleşme ve geçmişe tanıklığın imkanları fuar boyunca değişik oturumlarda ele alınıp tartışılacak. Sanat fuarının her yıl plastik sanatlara katkıları ve farklı alanlardaki çalışmaları nedeniyle verilen onur ödüllerinin sahipleri de belli oldu. Türk resim sanatına önemli katkıları nedeniyle Sanatçı Onur Ödülü geçen Ağustos’ta kaybettiğimiz Fikret Otyam’a verilirken, Eleştirmen Onur Ödülü Prof. Kemal İskender’e, Sanatsever Kurum Onur Ödülü Çanakkale Bienali’ni düzenleyen CABININ’e ve Koleksiyoner Onur Ödülü Max Maçoro’ya verildi.
Sanat fuarında Ankaralı birçok sanatçının eserleri de sergilenecek. Bu kapsamda Ankara’nın yetiştirdiği önemli ressamlardan Mustafa Ayaz’ın eserlerinin büyük bir alanda sanatseverlerle buluşacağını hatırlatayım.
SONRA CONTEMPORARY
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı ile İstanbul Kongre Merkezi’nde 12 Kasım Perşembe günü başlayacak olan Contemporary Istanbul, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya içindeki en önemli çağdaş sanat etkinliklerinden birisi. Bu yıl 10. yaşını kutlayacak olan Contemporary Istanbul 24 ülkeden 102 galeriyi ağırlayacak.
Altınok’un sanat felsefesini anlatan, “Sanatta, içerikle biçim birbirine organik bağlarla bağlıdır” düşüncesi, Arısoy’un sanat görüşü ile benzeşiyor.
Arısoy, Anadolu yollarında halen büyük bir hevesle, fırçası, boyaları ve tuvali ile doğanın ritmini ve özgürlüğün izini sürdürerek dolaşıyor. “En zor şartlarda bile yılmadan, usanmadan taşıdığım malzemelerimle boyalarımı tuvalimle buluşturmanın hazzını yaşıyorum” diyor. Bozcaada’da rüzgarın uçurduğu tuvalini kurtarmak için, dik yamaçta verdiği mücadeleyi anıları arasında heyecanlı bir ifade ile anlatıyor.
Sanatçı oyun oynar gibi renkleri yoğurup, gerçek nesneleri hayal dünyasında tuvaline yansıtarak, kendine öz resim dili oluşturuyor. Arısoy’un açık, koyu leke etkileşimi duyguyla yorumlaması; dikey çizgilerle yatay lekelerin bağlantıları resmin bütünlüğü içerisindeki temanın sağlam kompozisyon oluşturmasını sağlıyor. Sanatçı, peyzajlarında ayrıntıdan çok bütünü yansıtıyor. Doğadan alıntılarla soyutlaştırılmış formlar resimlerinin ana temasını oluşturuyor. Yaptığı resimlerde doğanın yok oluşuna ve yozlaşmasına karşı başkaldırı mesajı da veren Arısoy’un resimlerindeki beyaz renk ise adeta sanatçının imzası niteliğinde.
Daha önce izlediğimiz sergilerinde çoğunlukla saflığın, duruluğun simgesi olan vazgeçemediği beyaz renk ile gökyüzünü ve sonsuzluğunu düşündüren mavi rengin tonlarını ustalıkla birleştiren sanatçı, “Bulutların Yolları” adını verdiği bu son sergisinde, önceki üretimlerinden farklı olarak daha renkçi bir anlayışla karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’nin (BRHD) Genel Sekreterliği görevini de yürüten Arısoy’un sergisi 28 Kasım’a kadar açık olacak.
NASIL BİR TÜRKİYE?
Bugün uyanacağımız Türkiye, kültür ve sanat dünyamız açısından da önem taşıyacak.
AKP iktidarının özellikle son dönemi, daha doğrusu Abdullah Gül’ün, hükümetten ayrılıp Çankaya Köşkü’ne çıkmasından sonraki dönemde, Türkiye AB çıpasından uzaklaşmaya başladığı için, çağdaş sanatın her alanında üretkenlik de ciddi boyutta frenlenme sürecine girmiştir.
Çok gerilere gitmenize gerek yok.
Gerçi hain saldırı unutulsun, biz gazeteciler olayın peşini bırakalım diye, yayın yasağı dahil yapılmadık numara kalmadı. Hedef şaşırtmak için akıl almaz oyunların peşine düşüldü. İşlerine gelmediği için saldırıyı yapanların IŞİD olduğunu söylemekte çok zorlandılar. Ama, düşünce ve fikir özgürlüğünden asla taviz vermemekte kararlı olan biz basın emekçilerini yıldıramadılar, yıldıramayacaklar da...
Baktılar ki yalanlarını artık kimse yemiyor, koydukları yayın yasağını kaldırmak zorunda kaldılar.
Sanat ve sanatçılar her zaman barış ve kardeşlikten yanadırlar. Olayın meydana geldiği yer itibariyle Ankaralı sanatçılar acıyı yüreklerinde daha fazla hissettiler, buldukları her fırsatta da bunu dile getirdiler.
İşte Ankaralı ressamlardan Bünyamir Balamir’in, o hain saldırının ardından “Yanarken yürekler karanlığın alevinde” başlığı altında yazdıkları:
“Bugün güneş doğmadı, sesler sustu sessizliğin içindeki haykırışlarda. Bu gece yatmayacağım uykular çağırsa da beni. Bu gece acılarını yaşayacağım acılı insanların, kendimi de sorgulayacağım insan olmanın utancında. Bu gece şarkılar suskun, acılar kovdu seslerin en güzel dünyasını. Bir hüzün çalıyor yılların en son mevsiminde. Anılar yokuşunda durdu zaman, ay da ağlıyor gecenin en siyahında. Bu gece ben de yok oldum yok olan insanlarla. Bu gece son gibi sonsuza dönen dünyanın bilinmez zamanlarında. Bu gece bin yıl yaşlandım bir gün geçse de. Bugün hep geceydi zaten, yanarken yürekler karanlığın alevinde.
Alevler yükseliyordu çığlıkların ortasından, kırmızıya boyanıyordu bedenler ve duruyordu en masum yürekler. Barış kelimesinden ve sözünden korkan yaratıklar, insan kılığında saldırıyordu insanlığa. İlk değildi, son da olmayacaktı canilerin vahşete adanmış eylemleri. Biliyorum ve hissediyorum bu gece kuduz yaratıklar mutluluğunda işbirlikçileri. Yanarken yürekler karanlığın alevinde, onlar Hitler’in kahkahalarında, lanetlendiklerini ve lanetleneceklerini bilseler de.
Hangi masum ananın zalim karnında biçimlendiler? Doğarken de mi caniydiler! Onları hangi cani yaratıklar kattı sürülerine? İnsanları yok etmek ve onlara acı vermek mi dünyadan istedikleri? Dünya sadece kendilerinin mi? Kim ne hakla yaşama hakkını sadece kendi elinde tutuyor, kim veriyor bu yetkiyi ona? Çoğunluğun oluşturduğu zalim düşler, neden masumiyetin yalnızlığında deneniyor? Ben derken, sen ve onun da varlığı neden unutuluyor? Dünyada yaşama hakkı sadece ben’in mi tekelinde?
Bu gece ay çıkmadı, güneş zaten gitmişti. Her şeye rağmen barış susmayacak, öldüremeyecek barışı savaş. Barış susmayacak beyaz güvercinlerin kanat seslerinde ve sonsuzluğun derinliğinde. Beyaz bulutların masumiyetinde yağmur olacak kirletilen dünyayı yıkamak için. Elbet de yolu sevgiden geçen insanların insancıl yürekleri koruyacak, sevgisiz yaratıkların savaşından barışı. Elbet de yaşamak diye haykıracaklar ölüme karşı. Elbet de savunacaklar savaşa karşı barışı, vahşete karşı masumiyeti. Ama yanarken yürekler karanlığın alevinde, bu gece ben de öldüm ölenlerle.”
Metin hoca cep telefonu kullanmaz. Atölyesinden aramak için biraz zamanın geçmesini bekledim. Yurdanur, telefonu açar açmaz, hal hatır sorduktan sonra CHP’nin teklifini gündeme getirdim. “Elbette yaparım” diye başladı söze Metin hoca ve devam etti:
“Sizin Umut Erdem de daha önce aramıştı. Ona da anlattım düşüncelerimi, Gar Meydanı’nda benim hangi eserimin olduğunu. Sana da söyleyeceklerim Umut’a anlattıklarımdan farklı olmayacaktır...”
Metin hocanın Umut’a anlattıklarına yer vermeden önce şu sözlerine de dikkat çekmek isterim:
“Önüne yaptıkları bat-çık, karşısına inşa ettikleri dev spor salonu ile Gar’ın önünü zaten ucube hale çevirdiler. Kim verdi bu izinleri? Büyükşehir Belediyesi. Oradan, benim heykelimi kim kaldırdı? Yine Büyükşehir Belediyesi. Şimdi bir barış anıtına, bu anlayış izin verir mi? Hiç sanmıyorum...”
Haklı çıktı Metin hoca. Belediye Meclisi’ndeki AKP’liler meydan adının “Barış” olmasına karşı çıktılar, “Demokrasi Meydanı” yaptılar garın önünü. Sözüm ona çok da demokratlardır ya!.. Bazılarının “Barış” kelimesine alerjisi var anlaşılan.
Neyse gelelim Metin hocanın Umut’a anlattıklarına:
Sanat içerikli geziler, herhangi bir yere yapılan seyahatte tesadüf eseri de olsa karşılaşılan bir sanatsal etkinlikten bahsetme, kimi zaman da sanata düşkün dostlara bu köşeyi açma, şu an için aklıma gelen bazı yenilikler.
Yeri gelmişken bir şeyi de belirtmek istiyorum. “O sergiyi yazdın, bunu yazmadın... Falanca ressamdan bahsettin, filancadan bahsetmedin. Amacın ne?” gibi iyi niyetli olmayan söylemlere, kulaklarımız geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da kapalı olacak, muhatap almayacağız. Elimizden geldiğince her bir resim sergisini ya ana yazıda, ya da “Kentte ne var?” bölümünde duyuracağız.
Sevgili hocamız Yalçın Gökçebağ, Göcek’de Bedri Rahmi Koyu’ndan sürekli bahsederdi. Aslında ismi Taşkaya Koyu imiş. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir kayanın üzerine çizdiği balık resminin ardından “Bedri Rahmi Koyu” olarak anılmaya başlanan yeri bu yıl yaz başında gördüm. Yat turizmi yapan dostum Kaan Akdoğan’ın daveti üzerine kıymetli arkadaşım Uğur Şevkat’la birlikte gittiğimiz Gökova’da Nuh Kaptan rotayı “Bedri Rahmi Koyu” olarak söyleyince, bayağı heyecanlandık. Bedri Rahmi’nin üzerine balık çizdiği kayanın karşısında demirleyip, Gökova’nın turkuvaz sularında serinlemenin keyfini çıkardık.
Koleksiyoner işadamı Ayhan Bozkurt’un da Yalçın Gökçebağ’a Bodrum-Mazı’da bir kaya üzerine resim yaptırma projesi vardı. Bozkurt’a “Bu proje ne oldu?” diye sorduğumda, yanıtı “Bu projem halen geçerli. Zaman darlığı nedeniyle bir türlü gerçekleştiremedik. Yalçın hocanın da zamanı olduğunda önümüzdeki yaz bu hayalimizi gerçekleştirmek istiyoruz” oldu. Bu proje gerçekleşirse sanırım Bodrum’un da bir “Gökçebağ koyu” diye anılacak uğrak bir yeri olabilir.
ESKİŞEHİR TURU
“Önümüzde 7 Haziran seçimleri var... Seçim ve sonrası nedeniyle özellikle iç politikaya daha da yoğunlaşacağız bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu arada başta Suriye olmak üzere çevremizde de ilginç gelişmeler olduğunu gözardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle dış siyaseti ve bu alanda bir olumsuzluk halinde onun beraberinde getireceği askeri hareketliliği de yakından takip etme durumunda kalabiliriz...”
Keşke yanılmış olsaydım diyorum. Ama yıllara yayılan Ankara gazeteciliği tecrübesiyle yazdıklarımızın ne yazık ki doğru olduğu gün gibi ortada, hatta beklediğimizden çok daha ileri boyutta.
Ülke 5 ay sonra yine bir erken seçime gidiyor. “Neden yine seçime gidiyoruz, kimse anlamıyor” laflarına inanmayın. Toplumun çok büyük bir kesimi her şeyin farkında. Suriye’de yaşananlara bakın. Bir iki ay içinde muhaliflerle birlikte Şam’da Emevi Camii’nde cuma namazı kılmayı hayal edenlerin destek verdiği Özgür Suriye Ordusu’nun birlikleri Rus uçaklarının ağır hava taarruzlarına hedef oluyor. Rusya defacto bir şekilde Türkiye’yi de vurmuş oluyor ne yazık ki, size de uyguladığınız yanlış politika nedeniyle gıkınızı çıkaramamak düşüyor.
PKK terörünün yeniden alevlenmesi 100’den fazla canımızı bizden koparırken, onlarca yuvayı da yasa boğdu. “Terörün belini kırdık” dedikçe, şehitlerimize döktüğümüz gözyaşımız daha da arttı. Bizzat kaleme aldığım, “Çözüm süreci döneminde terörün en fazla yaşandığı üç kentte (Hakkari, Şırnak, Tunceli) asker 2014 yılında 290 kez valiliklere müdahale etmek için başvuruda bulundu, valilikler sadece 8 başvuruyu uygun gördü” haberi, Türkiye’nin gündemine bomba düştü. İktidardan bir kişi “Hayır, bu haber yalandır” açıklaması yapamadı. Baktılar işin içinden çıkamıyorlar, bu kez kendilerinin emir verdiği valileri ve bürokratları görevlerini yerine getiremediler diye suçlamaya başladılar.
Ekonomide yaşanan sıkıntıları ise yazmayayım, çünkü sizler bizzat yaşayarak neler olduğuna şahitsiniz. Dolar, Euro almış başını gitmiş. Medyaya, özellikle de Doğan Grubu’na ve biz gazetecilere yönelik saldırı ve baskıların vardığı boyut, Ahmet Hakan’ın evinin önünde uğradığı saldırıyla doruk noktaya çıktı...
Sevgili sanatseverler, kısaca özetlediğim böylesi bir ortamda sanat yazmaya çalışacağız. Elbette olumsuz gelişmeler yaşamın her alanında olduğu gibi, sanatsal faaliyetleri de etkiliyor. Hangi galericiyle konuşsam, işlerin iyi olduğunu söyleyen yok gibi. Normal durumlarda dahi sanatsal etkinliklere bütçesinden pay ayıranların az sayıda olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ekonomi kötüye gidince doğal olarak, bu az sayıdaki insan da önce sanatsal harcamaları kısmayı tercih ediyor.
Bir aydan kısa bir süre içinde yeniden sandık başına gideceğimiz ve sonrasında hem içeride, hem dışarıda yaşanan gelişmeleri de izlemek zorunda kalacağımız için kimi zaman bu köşede aksamalar olabilir. Ama size tavsiyem, ne olursa olsun hayatın güzel yanlarından birisi olan resimle ve sanatın diğer boyutlarıyla bağınızı koparmamak olacak. İşte bu vesileyle, elektronik postama düşen ve gelen davetiyelerden bir potpori sunarak, sizlere yeni sezonda buruk da olsa yeniden merhaba demek istedim.