En azından Ankaralı sanatçıların yaşadıkları kent içinde de olsa kendimce tanıtımına katkı sağlamayı hedefliyorum. Bu elbette galeriler için de geçerli.
Kim ne derse desin, Hürriyet gazetesinin gücü, etkinliğinden gelir. Ben bu köşeye başladıktan bir süre sonra diğer bazı gazetelerin Ankara ilavelerinde başta resim olmak üzere sanatsal etkinliklere yer verilmeye başlanmasını da son derece olumlu bulduğumu belirtmeliyim.
Hepinizin malumu, Türkiye siyasi açıdan son derece önemli bir kavşakta. 7 Haziran günü yapılacak seçimleri ben ülkenin geleceğinin şekillemesi açısından önemli görenlerdenim. Halkın büyük bir çoğunluğunun “Yüzde şu kadar oy desteğine sahibim” diyerek, demokrasiden uzak, dayatmacı bir sistem için ısrarcı olan görüşlere sandıkta gereken yanıtı vereceğini umut etmek istiyorum.
Sözü fazla uzatmayayım. Seçim ve sonrası nedeniyle özellikle iç politikaya daha da yoğunlaşacağımız bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu arada başta Suriye olmak üzere çevremizde de sessizce ilginç gelişmeler olduğunu gözardı etmemek gerekiyor. Bu nedenle dış siyaseti ve bu alanda bir olumsuzluk halinde onun beraberinde getireceği askeri hareketliliği de yakından takip etme durumuyla karşı karşıya kalabiliriz.
Her şeye yetişmeniz mümkün olmuyor. Tüm bunlardan dolayı gazetecilikte, asıl alanlarımıza daha fazla yoğunlaştığımız günlerdeyiz. Yaklaşan yaz nedeniyle de sanat dünyası zaten bir süre sonra tatile çıkacağından, bu yıl biraz erkenden yazılara ara vermek durumundayım. Önümüzdeki birkaç hafta için sergileriyle ilgili yazı yazmayı düşündüğüm sanatçı dostlar artık kusura bakmasınlar.
AYAZ VE YÜKSEL SERGİLERİ
Suluboyanın bu usta ismi uzun süredir yağlıboya eserler üzerinde çalışıyordu. Demirbaş, geçen hafta beni telefonla arayarak yağlıboya çalışmalarını tamamladığını ve yağlıboya eserlerinden oluşan serginin 12 Mayıs Salı günü Galeri Valör’de (Yıldızevler) açılacağını söyledi. Bu haber üzerine Demirbaş’tan suluboya ile yağlıboya arasındaki farkı kendi tecrübesiyle anlatmasını rica ettim. Şunları söyledi: “Benim sanat hayatımda suluboyanın yeri bir başka. Ancak yağlıboya çalışmanın sanatçıya neredeyse sınırsız imkanlar sunduğunu gördüm. Suluboya çalışmalarım için tasarladıklarımı tuvale yağlıboya olarak yansıttığım için çok mutlu oldum. Yağlıboyanın kapatıcı özelliği olması, ince yüzey çalışmasına imkan vermesi, hayallerimi daha da genişletti. Figüratif çalışmalardaki detaylar insana bir başka keyif veriyor. Figürlerde en ince ayrıntıya girmek, ışık hamleleri, alt zemin çalışmaları, yumuşak geçişler...Resim sanki bir başka renklenip, adeta canlanıyor. Kullandığınız malzemeler sayesinde esere göze hoş gelen bir parlaklık verebiliyorsunuz. Tabii ki tuvalin gerginliği de insana bir başka haz veriyor.”
DAHA FAZLA YAĞLIBOYA
Demirbaş, kendisini yağlıboya çalışmaya cesaretlendiren Galeri Valör’ün sahibi Serdar Kaya için “Hakkını vermeliyim” diyerek şunları söyledi:
“Serdar bey gece, gündüz demeden kendisine gönderdiğim her çalışmamla ilgili değerlendirmelerde bulunup, eksik yanlarını gördü, neyi nasıl yaparsam daha çok beğenileceğine dair fikirlerini paylaştı. Ben de onun söylediklerini dikkate alıp, bazı çalışmalarımı yeniden düzenledim. Kimi zaman hem onun, hem de benim için yorucu oldu ama ortaya güzel eserler çıkardığımı düşünüyorum. Her yeni başlangıcın kendine özgü tatlı zorlukları var. Artık bu zorlukları geride bıraktığım için de mutluyum. Bundan sonra yağlıboya çalışmaya daha fazla ağırlık vereceğim.”
BOL FİGÜRLÜ KONULAR
Yazıya başlamadan önce Cumhuriyet’te Can Dündar’ın kaleme aldığı usta ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu ile sevgilisi Ermeni heykeltıraş Mari Gerekmezyan arasındaki aşk mektuplarını okudum. Bu topraklardan çıkan insanların geçmişte birbirlerine olan hitapları, duyguları ne muhteşem. 60-70 yıl önce hayatın hemen her alanında güzellikler yaşanan bu ülke, nasıl oldu da günümüzde böylesine estetikten yoksun, görmemişliğin, çirkinliğin adeta beğenildiği bir yer haline getirildi? Her şeyden önce çocuklarımız için, gelecek nesiler için ülkeyi bu zihniyetten kurtarmak ve bir daha önümüze çıkmaması için tarihin çöplüğüne atmak gerekmiyor mu?
Neyse, asıl konumuza dönelim. İki hafta önce Yalçın Gökçebağ’ın çalıştığı Armoni Sanat’ın bir proje hazırlığı içinde olduğunu duyurmuştum. Bu proje, Gökçebağ’ın çocukluğundan günümüze kadar olan yaşamını, eski ve yeni dönem çalışmaları dahil onlarca görseli içeren 380 sayfalık bir kitap. Kitabın her sayfası özenle hazırlanmış ve basılma aşamasına gelmiş. Kitap, sanatçının eski ve yeni dönem çalışmalarını bir arada görmek isteyenler için bulunmaz bir kaynak olacak. Gökçebağ’la ilgili kitabın tanıtımı için Armoni Sanat’ın yan kuruluşu olan Platform A’da (Taurus AVM) 15 Mayıs’ta “Dünden bugüne Yalçın Gökçebağ” isimli bir sergi açılacağını da duyurayım. Bir anlamda retrospektif bir sergi. Sergide Gökçebağ’ın eserlerinden satış olup olmayacağını ise siz en iyisi Armoni veya Platform A ile irtibata geçerek öğrenin.
YOYO YERİNE PASTEL
Kitaba dönersek, Gökçebağ’ın çocukluk yıllarından ilginç ve sizi geçmişe götürecek kimi zaman, “Evet ya, hakikaten eskiden böyleydi” dedirtecek ayrıntılarla karşılaşacaksınız. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin, Avrupa’nın yeniden kalkınması için Türkiye ve Yunanistan’ı da dahil ettiği ünlü “Marshall Planı”nın, Gökçebağ’ın sanat hayatında önemli bir rol oynadığını kim biliyor? İsterseniz gelin Yalçın hocanın anlattıklarını size aktarayım:
“Aslında insanın ne olacağı, çocukluk yıllarında kendini göstermeye başlıyor. Önemli olan bunu anlayıp, çocuğa o yolu açmak. Denizli-Çal’ın o zamanki adı Zeyve şimdi Akkent olan köyünde ilkokul 2. sınıf öğrencisiyim. 250 öğrenciyiz. Meşhur Marshall yardımından hepimize bir oyuncak geldi. Kurada bana yoyo düştü. Hala görüştüğüm Hüseyin Akdede isimli arkadaşıma ise pastel boya. O zamana kadar hiçbirimiz pastel boya görmemişiz. Hüseyin bir gün yanıma geldi, ‘Pastelle, yoyoyu değişelim mi?’ dedi. Kabul ettim. Çal’ın çekirdeksiz üzümü meşhurdur. Küfelerle üzüm satışı, aynı kurbanlık satışı gibi olur. Alıcı ile satıcıyı arabulucu bir araya getirir, artık saatlerce kollar sallanarak el sıkışılır, ta ki fiyat üzerinde anlaşmaya varıncaya kadar. Sallamaktan kolun çıktığına bile şahit olmuşluğumuz vardır. İşte bu pastel boyalarla üzüm pazarlığının resmini çizdim. Hem de profilden. Çocuklar için profilden resim yapmak zordur. Çocuklar çoğunlukla yüzleri karşıdan görünüm olarak çizer. Öğretmenimiz Hatice Hanıma gösterdim, çok beğendi. Pastel boyalar da geldi ya, ben artık sınıfın ressamı olmuştum. Öyle her resim için de kullanmazdım pasteli. Nereden bulacaksın bir daha? İki sene kullandım o pastelleri. Mesela harita yapardım, dağlar kahverengi, ovalar yeşil. Muhteşem olurdu...”
Gerçi merhum Alparslan Türkeş’in 4 Nisan 1997 yılındaki cenaze töreninde yağan tipi halindeki kar, Ankara’da o dönem gazetecilik yapan birçok meslektaşın aklından çıkmaz. Ancak 10 Nisan’da kar yağdığına ben ilk kez bu yıl şahit oldum. Elbette yaşı ilerlemiş olanlar hep anlatırlar, “Ankara’ya ocak ve şubatta inen kar mayısın sonuna kadar kalkmazdı” diye. Ama son birkaç gündür yaşadığımız güneşli havalar baharın artık geldiğinin müjdecisi. Madem bahar havası yaşıyoruz, madem başımızda bahar esintisi var, istedim ki sizi de dışarıya çıkarıp küçük çaplı bir sanat turu yaşatayım.
“VARLIK”IN KAPAĞI
Biliyorum şimdi bazıları hemen başlayacaktır, “Yine Gökçebağ’ı yazıyor” diye. Onların ağzına bakarsanız, her hafta bu köşede Yalçın Gökçebağ var. Allahtan günümüzün dijital dünyasında arşivler ortada. Bilgisayara bir dokunuşla her şey ortaya dökülüyor. Bu nedenle birazcık insaf. Yalçın hoca, kendisiyle ilgili önemli bir etkinlik için çalışmalarına hız vermiş durumda. Bunun ne olduğunu zamanı geldiğinde yine burada duyuracağım. Armoni Sanat Galerisi’ne gittiğimde, Gökçebağ, “Bak sana ne göstereceğim” dedi ve elinde Şubat 1968 yılına ait Varlık dergisiyle geldi. Derginin kapağını hocanın o zaman yaptığı harika bir baskı çalışması süslüyor. Gökçebağ, “Eserlerim birkaç kez daha Varlık’a kapak olmuştu. Ama alışveriş yapılan bir internet sitesinde bunu görünce hemen aldım” dedi.
YURDANUR SÜRPRİZİ
Gerçi sağ olsunlar, çoğunlukla Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan televizyon ekranlarından hiç eksik olmadıkları için Türk halkı neredeyse yılın 365 günü sabah, öğle, akşam birer doz tek taraflı söylem alıyor. Artık bu durum halkta öylesine alışkanlık yaptı ki, ekranlarda bir gün siyasetçi görmediğimiz zaman tuhaf oluyoruz. Normal olan durumu anormal gibi karşılayıp, kendi kendimize, “Allah Allah...Ne oldu ki, bugün kimse konuşmuyor” diye söyleniyoruz.
Biz gazeteciler için ise durum çok daha vahim. Sizin kafanız attığında, “Yeter artık” deyip, televizyon veya radyoda başka kanalı seçme hakkınız var. (Gerçi basın öyle bir hale getirildi ki, istemediğiniz konuşmadan kurtulup bir başka yayına geçmek için birbiri ardına 14-15 kanalı geçmeniz gerekiyor.) Bizim bırakın böyle bir hakkımızın olmasını, birçok meslektaşımız işleri gereği canlı canlı bu işkenceyi yıllardan beri çekiyorlar. Allah hepsine sabır versin.
Yazımızın başlığı olan “Sanatçı ve siyaset” arasında 7 Haziran sonrası nasıl bir ilişki ortaya çıkacak, bunu biraz olsun irdelemek için partilerin aday listelerine baktığımda maalesef büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaştım. Çünkü ben listelerde hem ülke içinde, hem de ülke dışında bilinen, tanınan; emeğiyle, ürünleriyle önemli bir yere gelmiş, insana “Aaa...Ne güzel bak liste de kim var” dedirtecek bir sanatçı ismine rastlamadım. Eğer gören, duyan varsa bana bildirsin.
Bir kere şunu belirteyim ki, bizde sanatçı denilince siyasi partilerin aklına çoğunlukla “şarkıcı” geliyor. Gazetelerin magazin eklerine baktım. Oralarda yer alan bazı yazılarda da, şarkıcılardan bahsediliyor. Şarkıya, türküye ve bunları icra edenlere karşı değilim ama ressam, heykeltraş, roman yazarı, orkestra şefi, balerin vs. sanatçı değil mi?
TBMM’DE EN RENKLİ ODA
Gerçi benimkisi safça bir düşünme. Hobi olarak ilgi duyduğum resimle ilgili birçok galeriyi geziyorum, sergi açılışına gidiyorum, inanın bu etkinliklerde karşılaştığım siyasetçi sayısı bir elin parmakları kadar değildir. Ancak bir ismi zikretmek zorundayım. O da AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Domaç. Domaç, vakit buldukça Ankara’da resim ağırlıklı sanat etkinliklerini kaçırmamaya çalışan bir isimdi. Bana göre Meclis’te en renkli oda da Domaç’a ait. Odasının duvarlarını birçok sanatçının eserleri süslüyor. Domaç yeni dönem için AKP tarafından aday gösterilmedi. Büyük ihtimalle İstanbul’a dönecek olan Domaç, Ankara’daki sanat etkinliklerine verdiği destekten dolayı teşekkürü hak eden bir siyasetçi. Umarım Ankara’daki sanatsever dostlarını unutmaz.
Seramik sanatının önde gelen isimlerinden Atila Çakır ile birlikteyiz. Çakır ile yaklaşık bir yıl önce, bir çerçevecide kuşlar serisinden güvercinlere “sır” yaparken tanışmıştım. Bundan sonra da birçok sanat etkinliğinin açılışında karşılaştık. En sonunda davetini kıramayarak, Batıkent’te fırın ve sırlama tezgahı dahil kendisinin kurduğu butik atölyesine gittim.
İlk kez profesyonel bir seramik sanatçısının atölyesini görmek benim için ilginçti. Kalıplar, kil ve alçı kovaları, talaşlar, elektrikli ve gazlı fırın...Çakır, seramik sanatına aşık bir isim. 1998’de girdiği Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü’nü 2002 yılında birincilikle bitirmiş. 2005’de başladığı tasarımcı yanı 2007’de kurduğu atölye ile artık başka bir yola, kendi deyimiyle “ulaşılabilir sanat” boyutuna girmiş. Ne demek istediğimi anlatabilmem için internette herhangi bir arama motoruna “Seramik sanatçısı Atila Çakır” diye yazdığınızda, eserlerinin Türkiye’nin hangi ünlü mağazalarında satıldığını göreceksiniz. Sadece Türkiye’de değil, Çakır’ın eserleri yurtdışında birçok yabancı koleksiyonerin de evini veya ofisini süslüyor.
Çakır’ın tanınmasını sağlayan kuşlar serisi “Güvercin, serçe, sülün, tavus kuşu, ördek, kübik güvercin ve kanat çırpan soyut kuş çalışmalarını” içeriyor. Özellikle, soyut kuş çalışması gerçekten nadir yapıtlarından. Keza İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) için hazırladığı kübik kuş çalışması da. Sanatçının kuş koleksiyonunda, minimalist tarzını çok renklilikle biraraya getirerek kuş formunu modern bir çizgide yeniden yorumladığı görülüyor. Sanki rengarenk kuşlarıyla, hayatın
monotonluğuna karşı çıkıp bizlere küçük mutlu anlar yaşatmayı amaçlamış gibi. Kuşlarında kullandığı seramik pişirim tekniği olan “Raku”nun da dördüncü yüzyıl öncesinde Japonya’da keşfedildiğini, bu teknik sayesinde her eserde elde edilen sonucun kendine özgü olduğunu dinledim Çakır’dan. Seramikte de “desen”in son derece önemli olduğunu vurgulayan Çakır, eserlerde iz görünmemesinin desen bilgisinden kaynaklandığını belirtiyor.
Atilla Çakır’ın çalışmalarını anlatırken, “sır”la ilgili söyledikleri, belki ben ilk kez duyduğum için çok ilginç geldi. Meğerse “sır” tabiri Osmanlı’da çini ve seramik çalışmalarının doruk noktada olduğu bir dönemden gelmeymiş. Bir usta yaptığı bir işi süslerken kullandığı malzemenin formülünü en yakınındaki oğluna bile söylemeden ölmüş. Artık ne ise o formül, “sır” kalmış. Bugün seramiklerin üzerinde gördüğümüz o renklilik değişik formüller denenerek bulunmuş. O zamandan beri de adı “sır” olarak kammış. Anlayacağınız “sırlama” tanımı, Osmanlı ustasının formülünü sır gibi saklayıp oğluna bile söylememesinden geliyormuş.
Peki Çakır’ın, oldukça zahmetli ve her zaman kırılma tehlikesi olan seramik sanatıyla bilinip tanınmasındaki pay ne? Bu soruyu yönelttiğimde anlattıklarından süzdüğüm kadarıyla, eserlerini sunmada İstanbul’a öncelik vermesi önemli paya sahip. Çakır imzalı seramiklerin İstanbul’un cemiyet hayatında tanınmış ailelerin evlerine, işyerlerine girmesi başarıyı sağlamasında oldukça etkili olmuş. Çakır, “Kesinlikle Ankara’yı küçümser bir tavır takınmak istemem. Ama sanatın geneline baktığımızda İstanbul’un açık ara önde olduğunu söylemek durumundayım” diyor. Çakır, Ankara çıkışlı seramik sanatçılarının başkentteki galerilerde, “Eserler sergilenirken kırılır” korkusuyla yeteri kadar ilgi görmemelerine sitem ettiklerini söylerken, “Galeriler madem bu korkuyu yaşıyorlar, İstanbul’daki gibi cam fanuslar içinde seramik sergilenebilir” hatırlatmasında bulunuyor.
Dağcılıkla da ilgilenen Çakır aynı zamanda sosyal projelere de destek veren bir sanatçı. Doğu Anadolu Turizmi Geliştirme Projesi ve Erzurum-Uzundere Kadın Emeğini Değerlendirme Derneği bünyesinde özellikle Çoruh Havzası’nda yerleşik kadınların seramik sanatına teşvik edilmesi için yaptığı çalışmalar, Çakır’ın öncülük ettiği işlerden sadece birkaçı.
Atölyenin kapısından girdiğimizde Zafer hocayı büyük bir tuvalin başında gördük. Gençaydın, 3 Nisan Cuma günü Galeri Akdeniz’de (Yıldızevler) açılacak ve 25 Nisan’a kadar sürecek kişisel sergisinde yer alacak resimler üzerinde son çalışmalarını yapıyordu.
Bence Zafer Gençaydın Türkiye’nin en önemli soyut sanatçılarından birisi. Yeni sergisi için hazırladığı eserleri, bu görüşümü bir daha teyit etti. Zafer hoca, gri tonun ağır bastığı büyük boyutlu resminin karşısında dururken, “Aslında resmin dokusu muhteşem oldu ama biraz soğukluk var gibi geliyor bana. Onun için böyle üzerinde düşünüyorum” dedi. Gençaydın resimle ilgili ayrıntıyı da, “Bakın bu resimde gri ton neden ağırlıkta biliyor musunuz? Bu sergimde nükleer tehlikeye ve çevre kirliliğine ağırlık verdim. Gri tonlama ile toplumda nükleer tehlike farkındalığının artmasını hedefledim” diye açıkladı.
1977’de Berlin Güzel Sanatlar Yüksek Okulu Resim Bölümü’nü “Meisterschüler (Usta öğrenci)” olarak bitirmiş ve “Neue Wilden (Yeni Vahşiler)” akımının kurucuları arasında yer almış olan Gençaydın, Almanya’da daha 1970’lerin başında çevre duyarlılığının kendisini nasıl etkilediğini uzun uzun anlattı. Ben de bir dönem Almanya’da yaşadığımdan 1980’li yıllarda “Yeşiller” hareketinin “Atom enerjisine hayır teşekkürler” kampanyasıyla özellikle gençler arasında nasıl etkili olduğunu hatırlattım.
Hangi konu başlığı olursa olsun, Gençaydın’ın soyut eserleri, kolayca fark ediliyor. Resmi gördüğünüzde “Bu eser Gençaydın’ın fırça darbelerini taşıyor” diyebiliyorsunuz. Gençaydın, bu farkındalığı “Kendi dilinle bir şey yapmak” olarak açıklarken, şunu söylüyor:
“İster peyzaj, ister natürmort, ister soyut olsun resim. Yapımında kendi dilinizi kullanırsanız hemen fark edilirsiniz. Nazım Hikmet de toplumsal olayların yanısıra aşkı da konu eden şiirler yazdı. Aşk şiirlerinde de kendi dilini kullandığı için ‘Bu şiir de Nazım’ın diyoruz.”
ÇAĞDAŞ SANATA DARBE
Sohbet koyulaştıkça günümüz Türkiye’sindeki yönetim anlayışından dolayı çağdaş sanatın bilinçli olarak nasıl geriye götürülmek için yoğun çaba sarfedildiğini, buna karşılık devleti yönetenlerin kendi dünya görüşleri doğrultusunda sürekli “hat” ve benzeri çalışmaları topluma empoze etmeye çalıştıklarını da konuştuk. Gençaydın’ın, “İktidarların dünya görüşüne yaranmak ve sadece onlar hoşnut olsun diye eserler üretmek sanatçı samimiyeti ve dürüstlüğü ile asla bağdaşmaz” değerlendirmesi, iktidar gücü önünde eğilip, bükülen sözde sanatçı kitlesine yanıt niteliğindeydi. Sohbetin bu bölümünde söz döndü dolaştı, Cumhuriyeti yükseltme hedefi olan köy enstitüleri ile halk evlerine geldi. Muhafazakar sağın kendi iktidarlarını kalıcı kılmak için önlerindeki en büyük engel olarak gördükleri bu iki Cumhuriyet yapılanmasını ortadan kaldırmasının, Türkiye’nin çağdaşlık anlamında bugün yaşadığı sıkıntıların temelini oluşturduğu tespitini yaptık. Gençaydın, “Hiç şüphe yok ki, Cumhuriyet bugün bilinçli olarak geriye götürülmüştür. Ama Cumhuriyeti bu topraklardan silip atmak asla mümkün olamayacaktır” diyor.
ÖZGÜR EĞİTİM
Başkent'teki sanat turuna Türkiye’nin uluslararası üne sahip karikatür ve grafik sanatçısı Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile başlayayım. Sanatçının “Benim Dünyam” adlı sergisi geçen cumartesi günü Platform A Sanat Galerisi’nde (Taurus AVM) açıldı.
Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisi olan Ekşioğlu’nun 27 uluslararası, 44 ulusal olmak üzere toplam 71 ödülü bulunuyor. 1997 yılı Sedat Simavi Plastik Sanatlar Ödülü’nün de sahibi olan Ekşioğlu’nun dünyanın en önemli dergilerinden The New Yorker’da 7 kez, Forbes dergisinde de 1 kez kapak tasarımları yayınlandı. UNİCEF de sanatçının 2 işini kartpostal olarak basarak, çocuklar yararına tüm dünyada satışa sundu.
16 Nisan’a kadar sürecek olan sergide, sanatçının eserleri, filozofik, sosyolojik ve politik fikirleri görsel olarak tartışarak gerçeklerinizi gözden geçirmenize ve statükoyu sorgulamanıza yol açıyor. Ekşioğlu gücünü, akıllıca kullandığı mizah ve ironiden, aynı zamanda da sosyo-politik eleştiriden almakta. Sanatçı, içinde bulunduğumuz toplumu samimi bir şekilde gözlemlerken, klişelerin ötesine bakmaktan kaçınmayarak, alternatif iç görüleri tartışmaya açıyor. Ekşioğlu, toplumu ve hayatı gerçeküstü bir tavırla araştırırken, gerçek amacı cevap vermek yerine soruşturmak olan kompozisyonlar yaratmayı tercih ediyor. Bu nedenle de illüstrasyonları statükoyu soruşturmaya yol açıp izleyicinin bildiklerini ve inandıklarını tekrardan düşünmesine sebep oluyor.
PASSPORTART
Yıldızevler’deki Galeri Soyut’a geçiyoruz. Burada aralarında Ahmet Yeşil, Serdar Leblebici ve Hakan Esmer’in de olduğu toplam 17 sanatçının eserlerinden oluşan “PassportArt” isimli karma sergiyi görebilirsiniz. Esmer, “PassportArt”un oluşumunu şöyle anlatıyor:
“Sanat, paylaşımlarla beslenir ve çoğalır. Bu nedenle sanatçı dostlarımla paylaşacağımız ve anlatacağımız zamanın ögelerini aynı potada birleştirmek istedik. Durağanlığa karşı en güzel eylem seyahat etmektir. Çünkü durağan bir toplumda yaşıyorsan ve yeni nesiller arasında kültürel bir fark yoksa sanat can çekişiyor demektir. Biz de farklılıklarımızla, paylaşımlarımızla kendimizi nesnel olarak ifade edebileceğimiz güzel bir yolculuğa çıkıyoruz. Hele birde bunu sanatsal bir dokunuşla besleyebiliyorsak, pasaportunuzun sizi nereye yönlendirdiği hiç önemli değildir. Yönlendirdiği yerdeki zenginliklerle de geri dönüştür sanatçıyı heyecanlandıran.”