Simililere göre “Tanrıların susadığı” bu ada, yaz aylarında artan turist sayısı ile ekonomik anlamda hareketlense de diğer zamanlarda sadece Ege Denizi’nde yelken açanların durak noktası. Şaka bir yana, Ege adalarının en kayalık ve susuz adalarından biri burası ve adaya suyun Rodos adasından tankerle getirilip depolandığını söylüyorlar.
BİRBİRLERİNİ SELAMLIYORLAR
Simi adasına özellikle yaz aylarında giden feribotların bazıları önce adanın doğusunda bulunan Panormitis Manastırı’na uğruyor. Genelde Rodos adasından başlayan yolculukta çok güzel bir deniz seyahati sizi bekliyor. Panormitis’in kurulu olduğu küçük, sakin koya giren gemiler manastırı düdük çalarak, manastır da onları kuledeki çanı çalarak selamlıyor. Ne kadar sakin bir yer burası diye düşünürken ardı ardın gelen turist gemileriyle bir anda manastırın avlusundaki küçük kiliseye girmek isteyen turistler avludan dışarıya doğru uzun bir kuyruk oluşturmaya başlıyor. İç duvarları tamamen Nikitas ve Michaelos Karakostidis tarafından yapılmış Bizans dönemine ait fresklerle, resimlerle kaplı kiliseye girenler kalabalık nedeniyle başka bir kapıdan dışarı çıkıyor ve arka taraftaki dev mumlardan yakarak dilek tutuyorlar, duaya devam ediyorlar.
Bu arada kilise içinde Başmelek Mikail’in ikonası önünde bulunan süpürgeler çok ilginç. Dışarıdan elinde süpürge ile gelenler bu dev ikona önünde önce haç çıkarıp, gümüş kaplı ikonaları öptükten sonra bu bölgeyi süpürüyor ve saygıyla dışarı çıkıyorlar. Bir hastalığı, derdi veya başka sıkıntısı olan kişiler bu süpürme olayı ile dertlerinden kurtulacaklarına inanıyorlar, süpürgeyi, de genelde orada büyük ikona önünde bırakıyorlar ve mum yakma seremonisine devam ediyorlar. Onlarca mum yakıldığı için belli bir süre sonra bu mumlar görevli tarafından toplanıp atılıyor ve arkadan gelen başka inananların mumlarına yer açılıyor.
MUCİZELERE İNANIYORSANIZ...
Arhangelos Mikail Panormitis Manastırı, Simi’ye gidenlerin mutlaka ziyaret ettiği 6. yüzyılda eski bir tapınağın yıkıntıları üzerine yapılmış bir manastır kompleksi. Bugün ziyaret edilen manastır bölgesi 18. yüzyılda yenilenen binalardan oluşuyor. Manastırın içinde iki tane de müze bulunuyor; 1.5 Euro vererek görebileceğiniz, Folklor Müzesi ve Manastır’ın tarihi ile ilgili müze. Mucizeleriyle anılan Panormitis Ege Denizi’nin en çok dua edilen, denizcilerin en çok uğradığı ve yardım dilediği manastırlarından birisidir. Ada halkının anlattığına göre, eğer gerçekten mucizelere inanıyorsanız bir dilek tutup, içine not yazarak denize atacağınız bir şişe dünyanın bir ucundan, Avustralya’dan bile denize atılsa dileğiniz Simi adasındaki Panormitis manastırına varacaktır. Şanslıysanız belki bu dileklerden birinin, yani şişelerden birinin limana girişine şahit olabilirsiniz, kim bilir...
HER zaman söylerim, her adanın hikayesi, insanları, ortamı farklıdır, siz siz olun gördüğünüz bir adayı başka bir adayla kıyaslamayın, ben gitmiştim filanca adaya hepsi aynı düşüncesine kapılmayın. Kuzeyden güneye sık sık Ege adalarını gezme fırsatı buluyorum, mesleğim rehberlik olduğu için birçok misafiri de götürüyorum.
Geçtiğimiz bayram tatilinde Rodos Adası’na giderken yolu paylaştığımız dostlarla konuşurken, Rodos Adası’nın daha önce gördükleri hiçbir adaya benzemediğini, çok turistik ve kalabalık olduğunu, limana yanaşan yolcu gemileri, havalimanına iniş yapan uçaklarla her saat yoğunluk yaşandığını, korunmuş eski kale bölgesi, adanın her yerinden denize girebileceğiniz plajları ile dünyanın her yerinden turisti kendine çeken; buna bağlı olarak da fiyatların pahalı olduğu bir ada olduğunu anlattım...
Gerçekten de Rodos Adası bugüne kadar gördüğünüz adalar arasında farklı bir yere sahip. Görenler ve görmek isteyenler için...
OSMANLI İZLERİNİ TAKİP EDERİM
Adalara gitme amacı taze ve bol deniz ürünlerinin tadına bakma olanlardan değilim. Yaşadığım coğrafyayı seven, sindirmiş ve ömrüm yettiğince de adım adım gezdiğim bildiğim yerleri öğrenerek keşfederek artırma gayesinde olan biri olarak özellikle Yunanistan’a her gittiğimde Osmanlı dönemi izlerini takip etmek benim mesleki ilgi alanımdır. Gözüm birlikte yıllarca yaşamış benzer iki kültürün her alandaki izlerini ayırt eder, binaları, duvarları, yemekleri, şarkıları. Görmeye duymaya çalışır her gittiğimde...
GEMİNİN ÖNÜNDEN RODOS
KLASİK dönem Edirne’si günümüzde Anadolu-Avrupa yolu üzerindeki önemli konumunu her zaman korumuştur. Adriyatik’ten başlayan ve İstanbul’a uzanan tarihi Roma yolu (Via Egnatia) üzerinde bir merkez olan Edirne; Tekirdağ yoluyla denize ve İstanbul’a uzanıyordu. Meriç Köprüsü yanındaki İskelebaşı denilen yer ise bir Edirne Limanı durumundaki Enez ile bağlantılıydı. Mısır’dan, Ege adalarından, İzmir’den gelen ticari mallar Enez yoluyla ve küçük sallarla İskelebaşı’na getirilir; Filibe’den yüklenen pirinç aynı yolla Enez’e, buradan da İstanbul’a ulaştırılırdı. Kaynaklar, bir zamanlar Edirne ile Enez arasında 300 teknenin işlediğini yazarlar. Edirne akarsuları ve köprüleri, şehri ziyaret için başlı başına bir bahane, sınır şehri olması nedeniyle günümüzde dahi kendi ekonomisi ile her daim ayakta duan şehre dair yazılacak çok şey var ama bu sayfada sadece Eski Cami ve Üç Şerefeli Cami’den biraz bahsetmek istiyorum.
GİDİLMESİ GEREKEN YERLER
Yoksa birkaç gününü Edirne’de geçirecek bir kişinin; Yunanistan ile sınırımız olan Karaağaç-Pazarkule bölgesine giderek, günümüzde Trakya Üniversitesi rektörlük binası olan eski tren istasyonu binasını, Lozan antlaşması anıtını gömesi, Edirne ve Selimiye Camii’nin en güzel manzarasının izlenebildiği Tunca, Arda ve Meriç nehirleri üzerindeki köprülerden yürüyerek geçmesi, akşam yemeğini Meriç nehri kenarında yemesi, Alipaşa Çarşısı, Selimiye Camii, Muradiye Camii, Üç şerefeli Camii, Eski Cami’yi, görmesi II. Beyazıt Külliyesi, sağlık ve imaret müzelerini ziyaret etmesi, Tunca nehrinin iki kolu arasında bir ada olan Sarayiçi’ne Kırkpınar’a gitmesi şart.
EDİRNE VE OSMANLI TARİHİ
Edirne’nin Osmanlılar dönemindeki önemli yeri, yalnızca Başkent olduğu dönemlerde değil, sonraki yıllarda da korunmuştur. Bursa gibi sonradan unutulmamıştır. Rumeliye hareket edecek ordunun sefer öncesi burada toplanması, nehirlerle çevrili şehrin yemyeşil ortamı onu padişahların vazgeçemediği bir yer yapmıştır. Tarihçiler der ki: “Osmanlı tarihinde Edirne adının geçtiği yerler silinse, Osmanlı tarihi kalbura döner.”
FERAH GÖRÜNÜMLÜ ‘SÜSLÜ’ CAMİ
KASTAMONU’nun adının Yunanca Komnenosların Kalesi anlamına gelen Kastro Kamnoni‘den ya da bölgenin eski hakimleri olan Kaşkaların Gastumanna adından geldiği anlatılır. Komnoslar Bizans döneminde İstanbul’da güçlü bir hanedandır ve askeri alandaki başarılarından dolayı kendilerine Kastamonu bölgesindeki topraklar verilir. Komnenos hanedanına ait günümüzde en ilginç izlerden biri bugün Ayasofya üst galerideki mozaik panodur.
Bizi Kastamonu’dan dönemin Konstantinapolisine uzandıran bu hanedanın önemli üyelerini anlatan mozaik panoda İmparator II. İoannes Komnenos ile eşi Macar asıllı Eirene ve oğulları II. Aleksios yer almaktadır. Kompozisyonun ortasında kucağında Çocuk Hz. İsa ile ayakta duran Hz. Meryem tasvir edilmiştir. Panonun yanında yer alan payenin üzerinde, babası tarafından 1122 yılında tahta ortak edilen ve genç yaşta hastalıktan ölen Prens II. Aleksios yer almaktadır. Mozaikte prensin hastalık yüzünden yüz hatlarının çökmüş ve solgun olduğu görülebilmektedir. Bu mozaik pano, imparator ailesinin Ayasofya onarımları için yaptıkları bağışı sembolize etmekte ve 12. yüzyıla tarihlenmektedir.
KASTIN NEYDİ MONİ?
Kastamonu’nun adı ile ilgili halk arasında anlatılan bir efsaneye göre şehir adını Bizans tekfurunun kızı ile ilgili bir olaydan almıştır. Şehir Bizanslıların elindeyken, Türk akıncıları şehri kuşatır ve aylar boyunca kaleyi ele geçirmek için mücadele ederler. Ama sonuç alamazlar. Türkler kaleyi alamayacaklarını düşünüp kuşatmadan vazgeçeceği zaman, bir gece akıncı beyinin çadırına Bizans tekfurunun kızının dadısı gelir. “Yiğidim. Moni, burçlardan sana aşık oldu, eğer gidersen yaşayamaz. Onun için sana kalenin anahtarını gönderdi” der. Bunun üzerine Türkler kaleye yeniden saldırır ve kale düşmek üzereyken tekfur, kızının ihanetini öğrenir, onu kırk arkadaşıyla beraber kaleden attırır. Kız burçlardan aşağı düşerken de “Kastın neydi Moni?” diye bağırır. O günden sonra bu cümle ağızdan ağıza dolaşırken Kastamonu’ya dönüşmüş, bu da şehrin ismi olmuştur.
Birçok tarihi ve doğal güzellikleri barındıran Kastamonu,son zamanların gelişmekte olan bir şehridir.
TARİHİ DOKULARI VAR
ORHAN Cami, Bursa alındıktan sonra surlar dışında yapılan ilk cami unvanına sahip. Orhan Gazi’nin kendi adına yaptırdığı Külliyesi’nin etrafı onu takip eden her padişah döneminde ilave edilen binalarla zamanla şehrin ticari merkezi haline gelmiş ve günümüze de ulaşarak, İstanbul’un meşhur Kapalıçarşı bölgesinden de eski bir tarihi çarşı ve Hanlar Bölgesi’ne dönüşmüştür.
BURSA CAMİLERİNİN EN ESKİSİ
Kuruluşundan bugüne afetlere, depremlere (En önemlisi 1855 depremi) ve yangınlara (1958 yangını) maruz kalan çarşı, her yıkımdan sonra yeniden doğmuş, yeniden inşaa edilmiş ve hayatını sürdürmüştür. Özellikle son yaşanan 1958 çarşı yangını bölgeyi çok yıpratmış, yangının söndürülebilmesi için dinamitlerin patlatılması sonucu özgün halinden çok şey kaybetmiştir. Orhan Bey’in kendi adına yaptırdığı ilk cami, klasik ters T planlı Bursa camilerinin en eskisi, Yıldırım Beyazıd’ın Niğbolu zaferi sonrası yaptırdığı Ulucami şehrin ve çarşı bölgesinin en önemli yapılarıdır.
KARAGÖZ HACİVAT’TA DA GEÇER
Biz, şehrimize gelen ziyaretçileri gezdirirken Bursa ile özdeşleşmiş geleneksel gölge oyununun iki önemli kahramanı Karagöz ve Hacivat’ın da Orhan Cami inşaatında çalıştıklarına dair rivayeti anlatırız. Bunu yaparken de şu perde gazelini hatırlatırız;
İSTANBUL’a gitmeyi herkes sever. Her köşesi farklı güzel ve hikayelerle dolu bu şehre ramazan ayında gitmenizi daha anlamlı kılacak bir yazı kaleme almak istedim bu hafta...
Ben önceki hafta bu rotayı yaptım... Anadolu yakasında Üsküdar semti ile başlayacak bu rota Avrupa yakasında Eyüp bölgesinde bitiyor.
Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri türbesini, sahilde bulunan Mimar Sinan’ın eseri Mihrimah Sultan Cami, ve 3. Ahmed Çeşmesi’ni görüp, belki Paşalimanına kısa bir yürüyüş yaparak boğazdan geçen gemileri seyretmek istersiniz, çok dinlendirici.
VAPURDAN İSTANBUL
Aslında oradan Beylerbeyi’ne ve hatta Kuzguncuk’a uzanmak lazım ama onlar başka bir yazı konusu... Üsküdar ve karşışındaki Beşiktaş boğazın görünmez köprüsü gibidir, günün her saati teknelerle ulaşım vardır. Binlerce insanın geçiş noktasıdır. Sizi Haliç’e, Eyüp Sultan’a götürecek şehir hatları gemisi de buradan kalkıyor. Üsküdar iskelesinden hareketle, yolcularına güzel bir seyir ve manzara keyfi sunan bu gemiyle Eyüp’e doğru giderken Haliç’in iki yakasını da denizden seyretme, tarihi yapıları görme fırsatınız oluyor
Şu bina neydi, acaba burası hangi semt derken; Fener, Kasımpaşa, Balat, Sütlüce, Ayvansaray bir de bakmışsınız Eyüp iskelesindesiniz. Eyüp iskelesinde indikten sonra sahildeki yol tarafında girişi olan Cülus yolunu bulmanızı tavsiye ederim.
İLK DURAK KÜLLİYE
Beni Antakya’ya çeken neydi bilmiyorum ama bir kere gittin mi tekrar tekrar görmek istersin ya huzurlu hissedersin, işte öyle şehirlerden biri. Hep söylemişimdir eski Antakya sokaklarında dolaşırken yüzüme vuran hafif esinti bana hep sanki iki sokak ötede bir liman, bir deniz olduğu hissini vermiştir. İnsanı modern, yemekleri lezzetli, tarihi engin bir şehir. Sıradan bir şehir değildi Antakya.
M.Ö. 300 yılında başlayan ve günümüze kadar süren hikayesi içinde mimari ve kültürel mirası ile inatla yaşayan kadim bir kentti. Bu yüzden son dönemde buraya lezzet ve kültür gezisi düzenlemeye başlamıştım ve Bursalılardan da çok talep görüyordu. Doğal taş döşeli sokakları, kendine özgü nitelikteki avlulu evleri, bunların içindeki yaşam biçimi ile üç büyük dine mensup insanların beraberce yaşadıkları, kimsenin kimseye karışmadığı, inançların kardeş olduğu, bütün insanlığa örnek olacak barış, dostluk ve kardeşlik kenti Antakya.
Yaşanan deprem felaketi ardından cümlelerimi dikkatli seçmeye çalışıyorum, bilmişlik taslamak niyetinde de değilim. İnternette ve sosyal medyada o kadar çok her şeyi bilen var ki sabırla susuyorum. Kaybettiğimiz binlerce can hiçbir şey ile eşdeğer tutulmaz biliyorum.
BİR TARİH YOK OLDU
Bu şehir geçmişte de çok can kaybının yaşandığı depremler yaşamış. Tahminlere göre M.S. 115 yılında 7,5 şiddetinde meydana gelen depremde 260 bin kişi hayatını kaybetmiş. M.S. 525 yılında 7 büyüklüğündeki depremde ise 250 bin kişi ölmüş. Öyle ki son büyük deprem olan 1872 yılında Antakya’nın üçte biri yerle bir olmuş. Bugüne kadar ya depremler ya da istilalar ile yıkılmış bu şehir. 1872’deki son büyük depremden sonra her şey yeniden yapılmış, şehir tekrar inşaa edilmiş.
Tarih tekerrürden ibaret derler ya, keşke olmasaydı. Tarih bir kez daha yok oldu. Tarihi Meclis binası, camiler, çarşı bölgesi, eski Antakya evleri...
Mardin’de sıcaktan, soğuktan, yağmurdan, rüzgardan korunmak için yapılmış daracık geçitlere “abbara” deniyor. Taş evleri, bin yılı aşkın geçmişi, camileri, kiliseleri, sıcakkanlı ve misafirperver insanları, telkarisi, kozmopolit kültürü ve bu sayfaya sığdıramayacağımız kadar çok özellikleri bünyesinde barındıran Mardin, kesinlikle Türkiye’nin en özgün şehirlerinden biri.
Sokakların içine saklanıp abbara önünden geçen insan ve arabaları bekleyip, fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Evlerin altından geçen ve birbiriyle kesişen abbaraların içinde kaybolmak, zamanı yavaşlatmak ve şehrin sesini dinlemek her bünyeye iyi geliyor, biraz sabırlıysanız çok farklı kareler yakalayabilirsiniz. Zihnimde Murathan Mungan’ın söylediği cümle; “Bir kez girdi mi Mardin hayatınıza, kader gibi takip eder sizi.”
ŞAHMERAN’LARLA SÜSLÜ ŞEHİR
Kemerlerin süslediği, taş evlerin arasından yürüyorum... Bugünü Mardin çarşısına ayırdım, dükkanlarda, çörek kokan sokaklarında uzun uzun zaman geçirmek istiyorum ve şahmeran yapan Kadir ustayı ziyaret edeceğim. Kendimi şehrin mistik atmosferine saldım işte yine. Batı’da hissedemeyeceğiniz duygular sarıyor insanı. Eski Mardin sokaklarında kaybolmak için sebebiniz çok. Bir şehri tanımanın en iyi yolu olan yürüyerek keşif sırasında yıllar önce karşıma şahmeranların duvarlara asılı olduğu kemerli bir çarşı sokağı çıkmıştı. Bir antikacı dükkanı duvarlara astığı rengarenk şahmeranlarla adeta Mardin öyküsünü tamamlıyordu ve belki de Mardin fotoğraflar karelerinde en çok olması gereken köşe orasıydı.
İŞLENMİŞ MANGALDA KAHVE
Ulucami’nin minaresini takip ederek o dükkanı tekrar buldum, her şey aynı şekilde duruyordu. Tabii siz bir de o dükkanı yaşatmaya çalışanlara sorun. Günler nasıl geçiyor, dükkancılık zor iş. Sabırla, umutla geçen günler, umutsuzluk ve endişe ile geçen günlerden daha fazlaysa sorun yok belki ama sonuçta çarşıda geçen bir ömrün karşılığı ne kadar alınıyor bilinmez. Dükkanın ortasında bir mangal duruyor. Hafif kor var ve üzerinde de güneydoğuya has bir cezve. Dükkanı ve kahve pişen cezveyi ısıtan döküm pirinç mangal, raflarda onlarca bakır ibrik, bakraç, kildan. Gelen müşterilerin oturması için üzerine kilimler atılmış bir sedir. Duvarda asılı cam altı çalışması, çerçevelerinin de el yapımı olduğu belli olan şahmeranlar. Mangal deyince, aklınıza öyle sıradan, piknikte kullanılan bir mangal gelmesin, belli ki bir ustanın elinden çıkmış, yanları işli pirinç figürlerle süslenmiş, kömürün arasında duran cezve de öyle...