Mesela pazartesidir, hayatın yükü omuzlarına cebren ve hile ile çökmüştür yine.
Hafta sonundan kalma hayal kırıklıkları kalbine batmaktadır, cam parçaları misali.
Girilecek toplantılar, son ödeme günleri, raporlar, çözümsüzlükler vardır.
Herkes kendi derdine düşmüştür etrafta. Halinden anlayacak kimse yok gibidir.
“Beni bu güzel havalar mahvetti, böyle günde âşık oldum” diyen Orhan Veli sanki Çince konuşmaktadır.
O zaman kapat gözlerini. Baharla erimiş kar sularıyla sürüklenen bir dal parçası olduğunu düşün.
“Ben olmuşum dal parçası!” deme.
Dukancılar ve Karataycılar, iki ayrı fraksiyon halinde tartışıyor her köşede.
Öyle bir tartışma ki; iktidar ile muhalefetin tartışması sönük kalır yanında.
Öyle bir ikilem ki; yanında kırmızı kablo-mavi kablo ikileminin lafı edilmez. Bunun sadece plajda güzel görünme arzusundan kaynaklandığını sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz.
Asıl nedenin plajla falan ilgisi yok. Asıl neden, hayat denen kaosa çare bulmakla ilgili.
Hayatının kontrolünden çıkmasından korkan her kadın, önce vücudunu kontrol altına almak ister: Diyete başlar. Çünkü vücudu, kontrol altına en kolay alabileceği şeydir.
Başka hiçbir şeye hükmedemese bile ona hükmedebilir.
Diyetin katılık derecesi de, hayatın kontrolden ne kadar çıkmış olduğuna bağlıdır.
Yoksa kitle partisi dediğin nedir; en beceriksizi bile birkaç senede seçmene göre ayarlar kendini.
Ama seçmen değişmiyorsa, yapacak bir şey yok.
Bugün CHP seçmeninin hepsinin olmasa da bir kısmının hali Amerikan İç Savaşı sonrasındaki güneylileri hatırlatıyor. Biraz da Mandela iktidara geldikten sonraki Boer’ları.
Küskün, kızgın, diğerlerinden üstün olduğuna ama kıymetinin bilinmediğine inanan... Hâlâ “gün gelir hesap döner!” falan diyen.
Türbanlılara, Kürtlere, Ermenilere temas etmeden, kendi köşesinde bir mucize bekleyen.
O köşede kendinden başka kimsenin okumadığı yazarları ve gazeteleri okuyan. Gerisini merak etmeyen. Bu yüzden de her gün biraz daha marjinalleşen.
Uyarmaya çalışana tepki gösteren. Uyardığına-uyaracağına pişman eden. En sonunda “ne halin varsa gör canım kardeşim” dedirten hüzünlü bir kitle.
Malum, serde Galatasaraylılık var. Hedefimiz, bir renge ve bir isme sahip olup Fenerbahçe’yi Kadıköy’de yenmektir.
Bunun lamı cimi olmaz.
Hep o günün hayaliyle yaşar, o gün geldiğinde nasıl kutlayacağımızı düşünürüz.
Bu konuda envai çeşit hikâyemiz vardır.
En güzellerinden biri de, Mustafa Denizli’nin takımın başındayken Galatasaray Lisesi’nde katıldığı panelde yaşanandır.
Liselilerin vizyonunu test etmek için sorar Mustafa Hoca: “10 yıl arka arkaya lig şampiyonu mu olmak istersiniz yoksa Şampiyonlar Ligi’nde final oynamak mı?”
Mektebin bitirimlerinden biri cevabı yapıştırır: “Hocam, Fener’i yenelim yeter!”
Bu başlayan sondan kaçıncı bahar? Yani kalan ömründe kaç bahar daha göreceksin?
3? 9? 27? 64?
Tut ki hesaplamana yarayacak bir makine icat edildi. Adına “Baharmatik” dediler.
Yazıyorsun yaşını, boyunu, kilonu, sigara-içki kullanıp kullanmadığını...
Ailende kalp ya da damar hastalığından giden var mı, şeker-kolesterol falan...
Alet dalıyor kombinasyon hesaplarına: Başına kaza gelmesi ihtimalinden intihara meyilli olup olmadığına kadar...
Sonunda şak diye söyleyecek, bu yaşadığının sondan kaçıncı bahar olduğunu.
Toplantıdayken yollar, çocuk bakarken yollar, film seyrederken yollar, yollar babam yollar.
Der ki: “Ben istediğimi hiçbir zaman açık açık söylemem. Ama Allah aşkına mesajı çöz ve beni anla.”
Akıllı erkek bunu bilir. Kendine “kadının aslında ne söylediğini” anlamak için izin verir.
Akılsız erkekse bilmez. Kadının söylediğini birebir anlar, sonuçta hep tufaya gelir.
Muktedir yorumlar hep aynı telden: Olan olmuş işte kardeşim, ne uzatıyorsun?
Unutalım gitsin! Yakılmış insanın davası olmaz!
O zaman sormak lazım: Madem zaman aşımı diye bir şey var, biz niye yaşıyoruz?
Niye okunuyor o dualar? Niye söyleniyor o türküler? Cumaya niye gidiyor insanlar? Nasılsa ölmeyecek miyiz?
Zaman en iyi öğretmen değil mi, son derste bütün öğrencilerini öldüren?
Bugün cuma, mübarek gün. Ağlıyor zaman bile.
Madımak denen yerde çaydaçıra oynanmadı efendiler! 35 insan, diri diri yakıldı.
Zaten “eğitim” denince aklına “tekme-tokat” gelmeyen herhalde yoktur.
Öğrenciliğimiz boyunca nice yerlerimizde gül bahçeleri açmıştır.
Nice kulak zarı öğretmen elinde patlamış, nice avuç cetvel darbesiyle çatlamıştır.
Vatan’daki haberde, 16 yaşındaki Konya Hocacihan İmam Hatip Lisesi öğrencisi anlatıyor: “Beni koridorda herkesin ortasında tekme ve yumrukla dövmeye başladı. Burnuma yumruk attı.”
Kim bu “herkesin ortasında tekme ve yumrukla” dövmeye başlayan? Coğrafya öğretmeni.
Hadi geçen haftadan bir örnek daha verelim, İmam Hatip’lere ayıp olmasın.
Zonguldak’ın Alaplı İlçesinde, Endüstri Meslek Lisesi’ndeki oğlunun öğretmen tarafından dövüldüğünü söyleyen Akın Kanca, geceyi hastanede geçirmiş.