Çünkü fırsattan istifade hortlayıp yeniden sızabilirdi hayatımıza. Nitekim öyle de oldu.
Birdenbire her yerde Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya resimleri görmeye başladık.
Birdenbire kendimizi 12 Eylül psikolojisinin dehlizleri içinde bulduk.
Durup dururken ve cümleten maziye daldık, oradaki travma ve hayaletlere gark olduk.
Darbenin aktörlerinin hayatta kalanları arz-ı endam ettiler medyada günlerce.
Sadece biz olsak neyse, çocuklarımız da tanıştı gücün karanlık tarafıyla.
Bir Darth Vader eksikti.
Daha ne olsun, cennetten kovulmuşlar. Yılanın uzattığı elma başka ne olabilir?
Elmayı ısırıp bilinçlendikleri an farkına varmışlar elma olmadıklarının. Yılan olmadıklarının. Ağaç olmadıklarının.
Bu da onları elmanın, yılanın ve ağacın dışına atmış.
O gün bugündür Ademler ve Havvalar arar dururmuş yeniden elma, yılan ve ağaç olmanın yolunu. Arar ve bulamazlarmış.
Alameti elma olan telefon ve bilgisayarlar geliştirmişler ama anlamamışlar birbirlerinin halinden.
Yılanı tıbbın simgesi yapmışlar ama kurtarmamışlar her yıl hastalıktan ölen milyonlarca çocuğu.
“Ağaç gibi tek ve hür, orman gibi kardeşçesine” yaşamaya çağıran şair zindanlarda çürümüş.
Şu dünyada yalnız tek bir kul yok. En yalnız kalmak istediğimiz anda bile bağlıyız başkalarına.
Sadece yüzeyde kopuğuz birbirimizden. Orada tecrübelerden yapılmış bir zırh var.
Farklı zihniyetlerden, hayatın entelektüel yorumlarından yapılmış yüzeysel bir kabuk.
Ama galiba derinimizde, bunlarla hiç ilgisi olmayan canlılar yaşıyor. Mikroskobik ve zeki varlıklar.
Onları yok edemiyoruz. Hiçbir ideoloji ya da siyasi çekişme buna yetmiyor.
Bu da yetmiyormuş gibi, bizi birbirimize bağlıyorlar.
Kurmuşlar bir internet, bizden habersiz haberleşiyorlar.
Kadının gözleri inançsız bakıyordu: “Nasıl olacakmış o?”
“Sadece biraz zaman... Çok değil. Pişman olmayacaksın.”
Bir kıyı kahvesindeydiler. Hafta içi olduğundan, fazla kimse yoktu. Boğazdan bir gemi geçiyordu; uzaktan, uzaklara.
“Bu lafları çok duydum” dedi kadın.
“Biliyorum. Ama inan bu sefer farklı. Ne kadar değiştiğime inanamayacaksın.”
“İnsanlar değişmez. Bunu bana sen öğrettin.”
“Tamam işte!” dedi adam, gözlerinde acayip bir parlamayla: “Artık insan değilim ben!”
Akıllı bir satıcı gibi, her olaya “acaba bundan bana ne ekmek çıkar?” diyerek bakar.
Şu güzelim bahar ayları bile onun için fırsat. Malumunuz, “bahar depresyonu” diye bir şey var.
Havaların ısınması, börtü-böceğin uyanmasıyla gelen tarifsiz bir sıkıntı, bir huzursuzluk hissi.
Depresyonun bahar aylarında bile bizi bulmasının sırrı, bütün keyif verici maddeler gibi alışkanlık yapması.
Onu yaşarken bu gerçeği kendimize itiraf edemeyiz. Sanırız ki Allah’ın bir talihsiz kuluyuz.
Böyle hissetmekte haklıyız. Depresyonun vaatleri parlak çünkü: Kendimize acımanın vahşi lezzeti, kurban psikolojisiyle şımarmanın hazzı.
Şu dünyada kendi dertlerimiz dışında hiçbir şeyin önemli olmayışının doyumsuz tadı. Depresyon hem zararlı madde hem de onun satıcısı.
Muhtemelen arkanda durmuş bu yazıya bakıyor. Belki de ekrandan seni izliyor.
Merak etme, hayalet olmasına hayalet ama korkunç değil. Hatta görsen hayran olursun.
Ama bu zararsız olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine, hiç tahmin edemeyeceğin kadar tehlikeli.
İnanmıyor olabilirsin. Bir zamanlar zavallı Ekho da inanmamıştı.
Çok güzel bir peri kızıydı Ekho. Herkesi kendine âşık etmesiyle meşhurdu.
Ta ki onunla karşılaşana kadar. Onun güzelliğiyle büyülenip âşkından solana, hastalanıp ölene kadar.
Kemikleri dağlardaki kayalara, sesi ise o kayalarda yankılanan ekoya dönüşene kadar.
Vatandaş olarak cevaplayalım.
Yılmaz Erdoğan ya da Nehir Erdoğan geçse ne yaparsak yine onu yaparız.
Harbiden muhalefet etmesini isteriz.
Yani Şişli’deki başı açık öğretmenle Zeytinburnu’ndaki başı kapalı işçiye beraber sahip çıksın isteriz.
AKP nasıl türbanlı-türbansız demeden zengini kucaklıyorsa, CHP de türbanlı-türbansız demeden garibanı kucaklasın isteriz.
CHP’yi İzmirli Mehmet ile Diyarbakırlı Memo’nun tanışacağı yer yapsın isteriz.
İhsan Eliaçık ile Zeynep Altıok’un beraber oy verecekleri bir CHP yaratsın isteriz.
Kurucularından Neslihan Demir, “diğer partiler gibi Siyasi Partiler Kanunu kapsamında yer alacağız” demiş.
Vizyonları ciddi: “Hayvanları sevelim, sevdirelim amacıyla toplanmış bir grup değiliz. Hedeflerimizden biri, hayvanları hiç sevmediğini söyleyen ya da onlardan korkan insanların da hayvan haklarına duyarlı olmalarını sağlayabilecek bir ortam oluşturmak.”
Malumunuz, bugünlerde her parti kendince “tarihle yüzleşme” derdinde.
28 Şubat’la, Sivas’la, Dersim’le, Maraş’la, 1915’le, 12 Eylül’le yüzleşen yüzleşene.
O zaman, Hayvan Partisi de bizi tarihimizin bunlardan önceki bir sayfasıyla yüzleştirebilir.
1910’da Hayırsızada’da yaptığımız katliamla.
Hani İstanbul’un sokak köpeklerini doldurup vahşete terk ettiğimiz Hayırsızada.