Kalbimiz ısınacak mı peki?
Yoksa karakışın buzlarıyla kaplı mı kalacak gönüllerimiz? Eğer öyleyse, bir cemre de oraya şart. Bu ayki Bilim ve Teknik’te Alp Akoğlu yazmış: Deniz Karakurt’un “Türk Söylence Sözlüğü”ne göre, Anadolu Türkçesi’ndeki “cemre” sözcüğü işaret, belirti anlamına gelen “imre” sözcüğünün değişmiş hali. Efsaneye göre, cemre cini ilkbaharda görünüp titrek ışıklar saçarak göğe yükselir, sonra buzların üzerine düşerek onları eritirmiş. Sonra da yere girermiş. Isınmış topraktan buhar yükselsin diye.
5 Mart itibarı ile üçüncü cemre toprağa düştü. Şimdi de dördüncüsü, gönlümüze düşeceği günü bekliyor.
Bunun için ona müsaade etmemizi.
Ona gönlümüzü açmadığımız sürece mevsim ne olursa olsun, bize bahar gelmeyecek.
Gökyüzünün en parlak yıldızı Sirius, her mart olduğu gibi en yüksek konumuna varacak ama fark etmeyeceğiz.
Ne erken patlamış çiçekleri seçecek gözümüz ne de karıncanın mesaisini.
“O şirkette yıllarımı harcadım” diye kendini yiyorsun: “Ah benim eşek aklım!”
Halbuki akıllı bilinirsin. Her konuda fikrin var.
Etrafında aşk acısı çekenlere ve yatırım yapacaklara aklı sen verirsin. Siyaset desen, senden sorulur.
Haliyle, yanıldığın için kızıyorsun kendine. Bu durumu kendine yakıştıramıyorsun.
Halbuki mesele o değil, biliyorsun.
Asıl mesele yanılman değil. “Yeterince iyi” yanılmamış olman.
Daha iyi yanılmış olsaydın, her defasında dövünmek yerine yanıldığına şükrediyor olurdun, değil mi?
Her şey Murat Belge’nin 4 Ocak 1980’de Demokrat Gazetesi’ne yazdığı “Bir Poster” yazısıyla başlar.
Yazı, 70’lerde Türkiye’yi sarmış gizemli “ağlayan çocuk” posteri hakkındadır.
Der ki Murat Bey: “Toplumumuz, genellikle çocuklarına karşı suçlu bir toplumdur. Vicdan azabımızdan ötürü bu posteri severiz.”
İlginçtir, bu yazıdan sonra ortadan kaybolur ağlayan çocuk. Sırra kadem basar. Ta ki 1999’da bir banka reklamında tekrar belirene dek.
Bu tekrar beliriş, Serdar Turgut’un aklına Murat Belge’nin yazısını getirir. 14 Temmuz 1999’da, “Reklamdaki Ağlayan Çocuk” yazısını yazar Hürriyet’te.
“Neden ‘ağlayan çocuğu’ bu kadar sahipleniyoruz? Çünkü galiba hemen herkes, çocuklarımıza bir güzel gelecek hazırlayamadığımızın bilincinde.”
Ağlayan çocuğun bir sonraki ortaya çıkışı ise, 2000’lerde. Yer, “Avrupa Yakası”ndaki Burhan Altıntop’un evi.
Erkek erkeğe geçelim televizyon başına. Gelsin Kuzey Güney, gitsin Muhteşem Yüzyıl.
Ali Kaptan’ı çekiştirelim, Kuzey’in kaslarını dikizleyelim, Feriha’nın kaderine yanalım. Hürrem-Valide rekabetini derbi gibi seyredelim.
Küçük Osman’ın başına bir şey geldiğinde yaşaran gözlerimizi birbirimize çaktırmadan silelim.
Kanal değiştirmek yok. Sonuna kadar bakılacak. İşin raconu bu.
Merak etmeyin, delikanlıyı bozmaz.
Olsa olsa kadınları anlamamıza yarar. Çünkü en saçma sandığımız dizi bile kadınlarımızın hasretleriyle dolu.
Tabii görmesini bilene.
Japon alfabesi çok güzeldir. Şahane bir mantığı vardır: Kavramsal mantık.
Mesela, “koyun” anlamına gelen harfin üstüne “çatı” anlamına gelen harfi koy, olsun sana “ağıl”.
Ya da “su” anlamına gelen harfin yanına “göz” anlamına gelen harfi koy, olsun sana “ağlamak”.
Bizi en iyi “AVM” harfiyle “cami” harfinin beraberliği simgelerdi herhalde. Malum, Kapıkule’den vatana giren önce ikisini görür.
“Yabancı, burada bol tüketim yapılır ve dindar nesiller yetiştirilir” demek ister gibi.
Allah için, güzel ve ferahtır ikisi de. Birinde alışveriş yaparken, diğerinde namaz kılarken içiniz açılır.
Bir de memleketin yarısını AVM, yarısını cami olarak hayal edenler vardır.
Kimdir Garibaldi? İtalyanların Atatürk’ü. Ülkenin siyasi birliğini sağlamış devrimci.
Nedir Atatürk ile benzerliği?
İkisi de ülkelerinin “babası” sayılır. İkisinin de adı okullara, meydanlara, garlara verilir.
Deha sahibi kahramanlardır ikisi de.
Farkları nedir peki?
“İki Cihanın Şövalyesi” Garibaldi, bugün İtalyan milletinin kalbinin en müstesna yerinde, günlük itiş-kakıştan uzak, huzur içinde yatar.
“Anafartalar Kahramanı” Atatürk ise, ikide bir rahatsız edilir. Başını örten de rahat bırakmaz, başını açan da.
Çok daha basit bir şeyden geliyor güç: Rokselana’nın kendini başkalarının yerine koyabilme yeteneğinden.
Empatiden yani. Halden anlama becerisinden.
Hürrem’in Mahidevran Sultan ile tartışmasını hatırlayınız. Hani Mahidevran’ın “benim aslan gibi şehzadem var!” diye meydan okuduğu sahne.
Hürrem’in “biliyor musun, sana acıyorum” diye cevap verdiği: “Bu gidişle şehzadenin de başını yakacaksın!”
Aslında şunu demek istiyor: “Beni niye sevmediğini biliyorum Mahidevran. Kendine göre haklısın. Ama inan ki şu şartlarda bunun sana hiç yararı yok.”
“Bana savaş açarsan kendimi korumak zorunda kalacağım. Sonunda evlat acısı çeken sen olacaksın. Ne olur budala olma. Sen de benim halimden anla. Çekil yolumdan.”
Tarih kitapları, işin nereye vardığını yazıyor. Burada tekrarlamaya gerek yok.