Toprak sahanın etrafında 5-10 bin kişi. Şeref locasında üniformalı zabitler. Önemli oldukları belli. Bilhassa Büyük Britanya üniformalı General.
Yakışıklı General maçı bıyıklarını burarak, heyecanla izliyor. Hemen yanında Malta Valisi.
Arada bakışıyorlar anlamlı anlamlı. Bu bakışmalar, binlerce kelimenin yerine geçmektedir.
Toprak sahanın etrafındaki o 5-10 bin kişinin gözlerinde de söylenmemiş son bir söz.
Yıllardır birikmiş acılarla, özlemler ve kırılıp yeniden doğan umutlarla tortulanmış bir final.
İşte o gözler sahada, kulaklarsa Anadolu’dadır.
Yıllar sonra Dıranas’ın “sesin nerede kaldı, her günkü sesin?” diye soracağı Anadolu’da. O günlerde kırçiçeğinden çok barut ve kan kokan Anadolu’da.
Saadet Partisi’nin “pembe metrobüs” kampanyasına itiraz etmeye yüzümüz de hakkımız da yok.
Olayı bu noktaya getiren biz değil miyiz? Kadınları toplu ulaşım araçlarında biz taciz etmiyor muyuz?
Bıyıklı arkadaşım, sözüm sana. Geçen gün kızcağızı İncirli durağına kadar sıkıştırmadın mı?
Otobüste ya da metroda tacize uğramamış anası, bacısı, sevgilisi olan var mı?
Delikanlı gibi cevap verelim. Hiç kıvırmadan.
“Pembe metrobüs” teklifine itiraz bize düşmez. Düşerse kadınlara düşer. Eğer “başlarım çağdaşlığına, ben evime tacizsiz gitmek istiyorum arkadaş!” derlerse, susup oturacağız.
Yok “pembe-membe istemeyiz, tacizler bizi yıldıramaz!” derlerse yine onların bileceği iş. Aklı başında erkeklere en fazla bu cesur kadınları desteklemek düşer.
Bazıları için umut psikanaliz seanslarıdır, bazıları içinse anti-depresan ilaçlar.
Ama daha makul bir çözümü var depresyonun. Bu çözüm, başkalarını düşünmek.
Belki göründüğü kadar kolay değil. Ama bilinen en etkili yol.
Balıkların hikâyesini hatırlarsınız: Yaşlı balık, okyanusta karşılaştığı genç balıklara sorar: “Selam gençler, su bugün nasıl?”
“İyidir” diye cevap verir gençler. Ama yaşlı balık uzaklaştıktan sonra birbirlerine bakarlar: “Su da neyin nesi?”
Depresyon mağduru yazar David Foster Wallace, “Bu Su” kitabında bunu çok güzel anlatır.
Genç balıklar suyun ne olduğunu bilmez. Onlar aslında, Hayali’nin şiirindeki “derya içinde olup deryayı bilmeyen” varlıklardır.
Hayatın karşıtının ölüm olması gibi.
Beyazın karşıtının siyah olması gibi.
Esaretin karşıtının cesaret olması gibi.
Yani kayıtsızlık ve korku, sevgiye karşı her daim ittifak halinde.
Korktuğumuza kayıtsız kalırız. Onunla yüzleşemeyiz. Bu da onu gözümüzde daha da ürkütücü kılar.
Korktuğumuzun halinden anlamayız. Bu da ondan nefret etmeyi kolaylaştırır.
Korktuğumuz bizi nerede olsak bulur. Korku bir kez başladı mı, ondan kurtuluş zordur.
Fethin her yıl temsili olarak canlandırılması yeterince tuhaftı zaten. Şimdi filmi de çekildi, tam oldu.
Film belki güzeldir, bilmiyorum. Ama ikide bir “burası aslında bizim değildi, zorla aldık” demeye niye bu kadar meraklıyız, orası meçhul.
Hele bunu dünyaya hatırlatıp durmamızın mantığı nedir, anlayabilene aşk olsun!
El alem çırpınır böyle şeyler hatırlanmasın diye. Hatta tam tersine, Paris ezelden beri Fransız, Roma İtalyan, New-York Amerikalıymış gibi davranır.
Deha olmasına deha. Devrimci olmasına devrimci. Ama fani ömründe huzur nedir bilmemiş. Mağrip senin, Maşrık benim, barut kokusu içinde geçmiş gençliği.
Bir ara onu sürdüklerinde Sofya’da gün yüzü görür gibi olmuş. Ama kısa sürmüş. Bir kız sevmiş, alamamış. General Kovaçev’in Türk’e kız verecek hali yok.
Sonra olmaz denileni oldurtmuş, cumhuriyet kurmuş. Zamanın imkânlarıyla, bir faninin yapabileceği her şeyi yapmış.
Emri hak vaki olmuş ama yine huzur bulmamış.
Biz bu kafada oldukça bulacağı da yok. Allah bilir, kalkmak istemez kabrinden. Cihanla savaşmaktan korkmamış kahraman, şerrimizden korkar.
Helin Avşar’ın sorularını cevaplarken, “çokeşliliği savunmuyorum” demiş.
Özetle “erkek zaten bu naneyi yiyor, bari imam nikâhıyla yasallaştıralım, kadınlara yazık olmasın” anlamına gelen görüşleri, herhalde tartışılacak.
Habertürk’teki röportajı okurken fark ettim ki, işin dini tarafında değilim. Çokeşliliğin psikolojisi daha ilginç.
Çoğu erkek gibi ben de bir ara marifet sanmışımdır. Haliyle, kimseyi yargılayacak halim yok. Halden anlayabilirim en fazla.
Biz erkekler sanırız ki, çokeşlilik bir erkeklik performansıdır.
Ne kadar çok kadınla olursak o kadar sportmen sayılırız.
Oysa zamanla anlıyorsunuz ki, çokeşlilik aslında tembel işi. Asıl çalışkanlık tekeşlilik.