Tuna Kiremitçi

Fener rövanşı vermez

25 Şubat 2012
89 yıl önceydi. Haziran sıcağında oynanan bir maç. Siyah formalılar saldırıyor, çubuklular direniyor.

Toprak sahanın etrafında 5-10 bin kişi. Şeref locasında üniformalı zabitler. Önemli oldukları belli. Bilhassa Büyük Britanya üniformalı General.
Yakışıklı General maçı bıyıklarını burarak, heyecanla izliyor. Hemen yanında Malta Valisi.
Arada bakışıyorlar anlamlı anlamlı. Bu bakışmalar, binlerce kelimenin yerine geçmektedir.
Toprak sahanın etrafındaki o 5-10 bin kişinin gözlerinde de söylenmemiş son bir söz.
Yıllardır birikmiş acılarla, özlemler ve kırılıp yeniden doğan umutlarla tortulanmış bir final.
İşte o gözler sahada, kulaklarsa Anadolu’dadır.
Yıllar sonra Dıranas’ın “sesin nerede kaldı, her günkü sesin?” diye soracağı Anadolu’da. O günlerde kırçiçeğinden çok barut ve kan kokan Anadolu’da.

Yazının Devamını Oku

Pembe metrobüs erkeklere

24 Şubat 2012
Efendiler, gelin iki dakika delikanlı olalım.

Saadet Partisi’nin “pembe metrobüs” kampanyasına itiraz etmeye yüzümüz de hakkımız da yok.
Olayı bu noktaya getiren biz değil miyiz? Kadınları toplu ulaşım araçlarında biz taciz etmiyor muyuz?
Bıyıklı arkadaşım, sözüm sana. Geçen gün kızcağızı İncirli durağına kadar sıkıştırmadın mı? 
Otobüste ya da metroda tacize uğramamış anası, bacısı, sevgilisi olan var mı?
Delikanlı gibi cevap verelim. Hiç kıvırmadan.
“Pembe metrobüs” teklifine itiraz bize düşmez. Düşerse kadınlara düşer. Eğer “başlarım çağdaşlığına, ben evime tacizsiz gitmek istiyorum arkadaş!” derlerse, susup oturacağız.
Yok “pembe-membe istemeyiz, tacizler bizi yıldıramaz!” derlerse yine onların bileceği iş. Aklı başında erkeklere en fazla bu cesur kadınları desteklemek düşer.

Yazının Devamını Oku

Depresyondan çıkış yolu

22 Şubat 2012
Her kötü şeyden olduğu gibi, depresyon ve melankoliden çıkmanın da vardır bir yolu.

Bazıları için umut psikanaliz seanslarıdır, bazıları içinse anti-depresan ilaçlar.
Ama daha makul bir çözümü var depresyonun. Bu çözüm, başkalarını düşünmek.
Belki göründüğü kadar kolay değil. Ama bilinen en etkili yol.
Balıkların hikâyesini hatırlarsınız: Yaşlı balık, okyanusta karşılaştığı genç balıklara sorar: “Selam gençler, su bugün nasıl?”
“İyidir” diye cevap verir gençler. Ama yaşlı balık uzaklaştıktan sonra birbirlerine bakarlar: “Su da neyin nesi?”
Depresyon mağduru yazar David Foster Wallace, “Bu Su” kitabında bunu çok güzel anlatır.
Genç balıklar suyun ne olduğunu bilmez. Onlar aslında, Hayali’nin şiirindeki “derya içinde olup deryayı bilmeyen” varlıklardır.

Yazının Devamını Oku

Yürek mucize bekler

20 Şubat 2012
Nasıl sevginin karşıtı nefret değil kayıtsızlıksa, korkunun karşıtı da cesaret değil, sevgi.

Hayatın karşıtının ölüm olması gibi.
Beyazın karşıtının siyah olması gibi.
Esaretin karşıtının cesaret olması gibi.
Yani kayıtsızlık ve korku, sevgiye karşı her daim ittifak halinde.
Korktuğumuza kayıtsız kalırız. Onunla yüzleşemeyiz. Bu da onu gözümüzde daha da ürkütücü kılar.    
Korktuğumuzun halinden anlamayız. Bu da ondan nefret etmeyi kolaylaştırır.
Korktuğumuz bizi nerede olsak bulur. Korku bir kez başladı mı, ondan kurtuluş zordur.

Yazının Devamını Oku

Ulubatlı Hasan sendromu

18 Şubat 2012
Eskiden “Amerika’yı yeniden keşfetmek” vardı, şimdi “İstanbul’u yeniden fethetmek” var.

Fethin her yıl temsili olarak canlandırılması yeterince tuhaftı zaten. Şimdi filmi de çekildi, tam oldu.

Film belki güzeldir, bilmiyorum. Ama ikide bir “burası aslında bizim değildi, zorla aldık” demeye niye bu kadar meraklıyız, orası meçhul.

Hele bunu dünyaya hatırlatıp durmamızın mantığı nedir, anlayabilene aşk olsun!

El alem çırpınır böyle şeyler hatırlanmasın diye. Hatta tam tersine, Paris ezelden beri Fransız, Roma İtalyan, New-York Amerikalıymış gibi davranır.

Yazının Devamını Oku

Kahramanı rahat bırakın

17 Şubat 2012
Kahramana “anıtkabir” yapmışız. Çok da iyi etmişiz. Güya dinlenir orada yıllardır.

Deha olmasına deha. Devrimci olmasına devrimci. Ama fani ömründe huzur nedir bilmemiş. Mağrip senin, Maşrık benim, barut kokusu içinde geçmiş gençliği.
Bir ara onu sürdüklerinde Sofya’da gün yüzü görür gibi olmuş. Ama kısa sürmüş. Bir kız sevmiş, alamamış. General Kovaçev’in Türk’e kız verecek hali yok.
Sonra olmaz denileni oldurtmuş, cumhuriyet kurmuş. Zamanın imkânlarıyla, bir faninin yapabileceği her şeyi yapmış.

Emri hak vaki olmuş ama yine huzur bulmamış.

Biz bu kafada oldukça bulacağı da yok. Allah bilir, kalkmak istemez kabrinden. Cihanla savaşmaktan korkmamış kahraman, şerrimizden korkar.

Yazının Devamını Oku

Çokeşlilik tembel işi

15 Şubat 2012
Muhafazakâr yaşam koçu Sibel Üresin’in yeni kitabı, feministlerin nasırına basıyor: “Tekeşlilik mi, o ne?”

Helin Avşar’ın sorularını cevaplarken, “çokeşliliği savunmuyorum” demiş.
Özetle “erkek zaten bu naneyi yiyor, bari imam nikâhıyla yasallaştıralım, kadınlara yazık olmasın” anlamına gelen görüşleri, herhalde tartışılacak.
Habertürk’teki röportajı okurken fark ettim ki, işin dini tarafında değilim. Çokeşliliğin psikolojisi daha ilginç. 
Çoğu erkek gibi ben de bir ara marifet sanmışımdır. Haliyle, kimseyi yargılayacak halim yok. Halden anlayabilirim en fazla.
Biz erkekler sanırız ki, çokeşlilik bir erkeklik performansıdır.
Ne kadar çok kadınla olursak o kadar sportmen sayılırız.
Oysa zamanla anlıyorsunuz ki, çokeşlilik aslında tembel işi. Asıl çalışkanlık tekeşlilik.

Yazının Devamını Oku

Allah sonumuzu hayretsin

13 Şubat 2012
Bir tarafta dindar bir nesil yetiştirmek isteyenler. Diğer tarafta anayurdu dindar ağlarla örenler. Milletçe iki cami arasında beynamaz vaziyetteyiz.
Gerçi biz arada kalmaya alışkın bir milletiz. Ezelden beri camiyle kışla arasında kalır dururuz.
Ama aynı zamanda gayet uyanık bir millet olduğumuzdan, durumu bir şekilde idare ederiz.
Gelene ağam, gidene paşam diyerek.
Oysa bu sefer şaşırdık kaldık. Şu son MİT-Emniyet-Yargı krizi bizi gafil avladı. Sorular hep çalışmadığımız yerden.
Yani bu sefer kışla yok. Tank sesi yok. Rahmetli Hasan Mutlucan yok. Bırak darbeyi, muhtıracık bile yok.
Ya ne var? Vaktiyle el ele verip kışlayı oyundan çıkarmış iki güç arasındaki bilek güreşi.
Üstelik ikisi de dindar, ikisi de tinercilere soğuk, ikisi de ateistlere cehennem kadar sıcak.
Haliyle, hangi camiye gideceğimizi, hangi cemaatte saf tutacağımızı bilemez haldeyiz.
Bizi geçtim, Taraf bile o halde. Logosunda “düşünmek taraf olmaktır” yazan gazete, ilk kez fena halde tarafsız!
Başyazarı “bu kavgada kaybedenin devletten sürüleceğini” söylüyor ama tarafını belli edemiyor.
Yarı finalde elenmiş ulusalcılar ve Kürtler ise tribünden, çekirdek çitleyerek izliyor bu büyük finali. Onlar bile kimi tutacaklarına karar verebilmiş değil.
Yani milletçe iki cami arasındayız. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Sonumuzu Allah hayretsin.

Anladım açılımın anlamını

MİT’in geçen ayki sürpriz basın brifingini hatırlarsınız. Televizyonlarda gösterilen tanıtım filmini de.
Filmin adı: “Doğru Hamle” idi.
Şöyle mesajları vardı: “Zamansız yapılan hamle, hamle değildir. En iyi strateji, rakibin seni çözdüğünü sandığı stratejidir.”
Şu sözlerle bitiyordu: “Biz, MİT’iz. Siz bilmeseniz de, biz sizin için varız. Bu millet sonsuza kadar var olsun diye.”
Şahsen “bayram değil, seyran değil, MİT bizi niye öptü?” diye düşünmüştüm.
Şimdi anlıyoruz ki, varmış bir sebebi.

Whitney’i kimse koruyamadı

Ben de Whitney Houston’a gönlünü “Bodyguard” filmiyle kaptırmış kuşaktanım.
Whitney tehdit altında bir assolisttir. Kevin Costner onun korumasıdır. Bu arada âşık olmayı da ihmal etmezler. “I Will Always Love You” eşliğinde.
Maalesef gerçek hayatta bir Kevin’i olamadı merhumenin.
Kimse onu şöhretin baskısından ve uyuşturucudan koruyamadı.
Şimdi gökyüzündeki güzel konserde, Amy Winehouse ile düet yapıyor. Şahsen ikisini de daima seveceğim.

Tatlı sözlük
Labirent: Yerli malı ajan filmi. Güzel.
Yazının Devamını Oku