Tufan Türenç

Bir gün gelir hesaplar dönüverir

24 Eylül 2007
TAYYİP Bey’e toz kondurmaya yürekleri el vermeyen meslektaşlara bakıyorum da "Ama..."lara başladılar.<br><br>Hep böyle olur, iktidarlar gerçek yüzlerini gösterince işler değişir. Neyse, sonradan AKP’li olan meslektaşların bir bölümü Tayyip Bey’in kendine özgü demokratlığını ufak ufak çözüyorlar.

Dönüşüm yalnız medyada da değil, iş çevrelerinde de var.

Çoğu AKP’ye oy vermiş olsalar da şimdi hepsi bir tedirginlik içinde.

Sanırım laik demokratik cumhuriyet için beliren tehlikenin kokusunu aldılar.

* * *

Bugünü yaratan, demokrasiyi yobazların elinde oyuncak haline getiren çapsız politikacılardır.

Ülke bugün onların oy uğruna irticai kesimlere verdikleri ödünlerin faturasını ödüyor.

Ankara’da, tedirginlik var. Özellikle de AKP’li çevre gereksiz bir "darbe" endişesi içinde.

AKP ve yandaşları endişeleneceklerine askeri kışlasında tutmanın iktidarın görevi olduğu öğrensinler.

İktidarlar irticaya prim vermez, rejimle oynamaz, ülkeyi doğru dürüst yönetirse kimse darbe marbe yapamaz.

Bunun da ilacı demokrasidir.

Ama AKP’nin yürüttüğü "hülle demokrasisi" değil.

Demokratlığa oynayıp, ülkenin başına İslam şalını geçirmeye kalkmak ise hiç değil.

* * *

Şu güzelim kutsal ramazanda yaşadıklarımıza bakın.

Her yerde yobazlıklarla, dayatmalarla karşılaşıyoruz.

Devlet kurumlarında insanlara oruç ve namaz baskısı yapılıyor.

Yurdun her yerinde sosyal yaşama müdahaleler var.

Lüks lokantalar bile iftar menüleri düzenliyor, içki servisi yapmıyor.

İbadetler, iftarlar çadır ve sokak şovlarına dönüştürülüyor.

* * *

Önceki gün bir meslektaş başından geçen olayı anlattı.

Kadıköy’den simit evinden simit alıp paketletmiş. Sonra otobüs durağına geçmiş.

Beklerken dayanamayıp paketi açmış ve bir lokma simidi koparıp ağzına atmış.

Lokmasını çiğnerken bir halk otobüsü gelmiş, bizim arkadaş da atlamış.

Bilet almak için para uzatmış, sakallı biletçi ters ters bakmış:

"Sen oruç yiyorsun... İn aşağı... Burası Müslüman otobüsü."

Bizim arkadaş haklı olarak diklenmiş:

"Sen beni nasıl indirirsin otobüsten. Sana ne benim oruç yiyip yemediğimden."

Otobüstekilerin bazısı "Aşağı in" demiş. Bazısı da "Burası İran mı? Ne karışıyorsunuz" diye tepki göstermiş.

Tartışma büyümüş. Şoför otobüsü kenara çekip arkadaştan aşağı inmesini, aksi takdirde otobüsü hareket ettirmeyeceğini söylemiş.

Tartışma itiş kakışa dönmüş.

Sonunda arkadaşı tutanlar baskın çıkmış, şoför çaresiz hareket etmiş.

Hikáyenin sonunu arkadaştan dinleyelim:

"Neyse Zeynepkamil’e geldik, ben indim. Bir de elimi cebime attım ki itiş kakış sırasında bizim telefon gitmiş. Yapacak bir şey yok. Otobüsün arkasından baktım, Allahınızdan bulun dedim."
Yazının Devamını Oku

Dışardakiler, içerdekiler

22 Eylül 2007
GEÇTİĞİMİZ pazar, Türkiye’nin iki yüzünün net olarak göründüğü ilginç ve şaşırtıcı bir gece yaşadım. <br><br>Topkapı Sarayı bahçesindeki Aya İrini’de ünlü piyanist Fazıl Say’ın Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’yla verdiği konsere gittim. Saat 19.00’da Sultanahmet’e geldiğimde alanda mahşeri bir kalabalık vardı.

Yarım saat kadar otomobili park edecek yer aradık.

Umudu kestiğimiz anda caminin arkasındaki otopark görevlisi bizi bir yere sıkıştırdı.

Oradan saraya gitmek için boydan boya Sultanahmet’i geçtik.

Meydandaki bütün parklar silme doluydu.

İnsanlar çoluk çocuk çimlerin üzerine oturmuş iftarı bekliyorlardı.

Ayasofya’nın önünde ise upuzun bedava yemek kuyruğu vardı.

Kadınlar yere serdikleri örtülerin üzerine iftar sofraları hazırlıyorlardı.

Aralarında mangal yakanlar bile vardı.

İnsanlar omuz omuzaydı. Çimlerin üzerinde bir santimetrekare boşluk yoktu.

Karşımızdaki tablo İstanbul gibi bir dünya kentine hiç yakışmıyordu.

* * *

Kadınların hemen tamamı tahmin edeceğiniz gibi türbanlıydı.

Buna karşın görüntülerin olumlu bir yanı da vardı.

Ramazan çadırlarındaki kadın erkek ayrımı, yani haremlik selamlık yoktu.

Kadın erkek bir arada oturup iftar açıyorlardı.

Son zamanlarda ortaya atılan mahalle baskısından filan eser yoktu.

Görüntü çağdaş değildi ama bu tabloda taassup, yani kaçgöç yoktu.

* * *

Aya İrini’ye geldiğimizde, işte orada ikinci Türkiye çıktı karşımıza.

Çok sesli evrensel müzik izleyicileri Aya İrini’yi tıklım tıklım doldurmuşlardı.

Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası önce Rus sanatçı Glinka’nın "Ruslan ve Ludmila" uvertürünü çaldı.

Orkestranın yaş ortalaması 14. Ama tam bir profesyonel ustalıkla çaldılar uvertürü.

Kalıbımı basarım ki 10 üniversitenin konservatuvarı ile müzik okullarından seçilen bu çocuklar arasında gelecek yıllarda çok büyük sanatçılar çıkacak.

* * *

Sonra sahneye Fazıl Say geldi. Beethoven’ın 3. Piyano Konçertosu’nu çaldı.

Konçerto bittiği anda yanımda oturan ünlü keman sanatçımız Ayla Erduran, "Bu çocuk tam bir fenomen. Çalmıyor, müziği yaşatıyor" dedi.

Değerli sanatçıya katılıyorum, Fazıl Say için ne söylense azdır.

O dünyanın en büyük piyanistlerinden biridir.

* * *

Konser Dvorak’ın 9. Senfonisi’yle son buldu.

Böyle bir orkestra kurduğu ve bunu yaşattığı için Doğuş Grubu’na ne kadar övgü yağdırsak azdır.

Bu orkestraya Şef Rengim Gökmen ile üç yardımcısının döktükleri alın teri karşısında Türk çok sesli müzik sanatı adına eğiliyorum.

Rengim Gökmen’in şu sözleri ne kadar anlamlı:

"Bu çocuklarla tüm çocuklarımıza çok önemli bir mesaj vermek istiyoruz. Unutmayalım ellerine entrüman alan çocuklar bir daha silaha el sürmezler. Kültürlü, barışsever, yeni dünya değerlerine saygılı birer çağdaş insan olarak yetişirler."

İşte Türkiye’nin kurtuluş anahtarı bu sözlerde gizli.

Dışarıdaki çocuklar da bu salonlara sokulabilirse işte o zaman çağdaş Türkiye yaratılmış olacak.
Yazının Devamını Oku

Karışmayın, oturun oturduğunuz yerde

21 Eylül 2007
BAŞBAKAN ülkeyi kendi anlayışına göre yönetiyor.Buna itiraz edilmesini ise kesinlikle istemiyor. Bu da yetmiyor, bir de alkış bekliyor.

Kendi malum dünya görüşüne göre gizli saklı Anayasa hazırlatıyor.

Buna karşı çıkanları önyargılı olmakla suçluyor.

Üniversitelere, yargıya, yazarlara, çizerlere, sivil toplum örgütlerine kızıyor.

"İşime karışmayın, oturun oturduğunuz yerde" diyor.

İyi güzel de bu ülke Başbakan’ın çiftliği değil ki...

Burası demokratik, laik bir ülke.

Herkesin konuşmaya, düşüncelerini açıklamaya, cumhuriyetin değerlerine, kazanımlarına sahip çıkmaya hakkı var.

* * *

Çünkü insanlar inanıyor ki, cumhuriyetin değerleri, Başbakan’ın kafasındaki değerlerle örtüşmüyor.

Onun için fanatiklerin dışında herkes hazırlanan Anayasa’dan kuşku duyuyor.

Başbakan, "Biz AKP’nin değil, cumhuriyetin Anayasa’sını hazırlıyoruz" diyor.

Diyor ama bu açıklamayı AKP Genel Merkezi’nde yapıyor.

Arkasında kocaman "ampul" duruyor.

* * *

Bir zamanlar medya, Turgut Özal’ı padişah yasaları çıkarıyor diye suçlardı.

Yazılarda, karikatürlerde yerden yere vururdu.

Oysa Erdoğan’ın hazırlattığı Anayasa, Başbakan’a "padişah" değil, "imparator" yetkileri getiriyor.

Millet egemenliği, cumhurbaşkanı ikinci plana itiliyor.

Hepimiz Erdoğan’ın nasıl bir Türkiye istediğini çok iyi biliyoruz.

Kendisine bağlı üniversite...

Kendisine bağlı yargı ve bürokrasi...

Ve kendi dünya görüşüne uygun sosyal yaşam.

* * *

Başbakan basın toplantısında, "Kadınlar endişe etmesin" diyor.

"4.5 yılda ne değişti ki bundan sonra ne olacak?" diye kadınları yatıştırmak istiyor.

Oysa Başbakan da biliyor ki, İslami kurallara doğru ciddi bir kayış var.

Partisinin belediyeleri var güçleriyle bunu destekliyor.

Bunun için sosyal devlet anlayışı bir kenara itilip "sadaka ekonomisi" uygulamalarına hız verildi.

Yüzbinlerce insana ramazan boyunca bedava yemek dağıtılıyor.

İran’da bile görülmeyen tablolar çıkıyor ortaya.

* * *

Bütün bu gelişmeler olurken Başbakan çıkıyor, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi "Kadınlar endişe etmesin" diyor.

İnsanlar geriye doğru oluşan değişimi gözleriyle görüyor.

Anayasa’da laikliğin altını oyarsanız, Atatürk adını silmeye kalkarsanız bu verdiğiniz güvencelere kimse inanmaz.

Başbakan bir pazar günü şöyle iftara doğru Sultanahmet Meydanı’nı bir dolaşsın.

Tebdil-i kıyafet ederek...

Sonra sorsun bu tablo İran’da, Suudi Arabistan’da var mı?

Yok, hiçbir İslam ülkesinde yok.

Bir tek, İslam áleminin tek demokratik ülkesi olan Atatürk’ün Türkiye’sinde var.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet’in talihsizliği

19 Eylül 2007
’TÜRKİYE’de karşı karşıya olduğumuz tablo siyasi İslam’ı çağrıştırıyor. Başörtüsü siyasi bir simgedir...

AKP’nin yeniden iktidara gelmesini ve İslamcı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını kaygıyla izliyoruz...

Erdoğan kuşku uyandıran bazı politikalara imza attı.

Bunlara örnek göstermek gerekirse AKP’li belediyelerin son zamanlarda yaygınlaşan içki yasağı uygulama girişimleri ve AİHM’deki türban davaları...

Eğer yeni bir düzenlemede (Anayasa değişikliği) genç kızların başörtüsü ile üniversitelere gitmesinin önü açılırsa başörtüsü takmayanların sosyal baskı ile karşılaşacağından endişeliyiz...

Dini inançların kamusal alanda bir baskı unsuru haline getirilmemesi için Türkiye’deki süreci yakından takip edeceğiz...

Türkiye’de özgürlükler adım adım, yavaş yavaş budanıyor...’

* * *

Yukarıdaki sözleri ben söylemiyorum.

Avrupa Parlamentosu Alman Hıristiyan Demokrat Milletvekili Renate Sommer söylüyor.

Renate Sommer koyu bir muhafazakár, hatta bir dindar.

Sommer bu konuşmayı Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen "Avrupa’da Şeriat" başlıklı toplantıda yapıyor.

Bu toplantıda Türkiye’deki gelişmeler yoğun bir şekilde tartışılıyor.

Alman Milletvekili, AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı görevini de yürütüyor.

Türkiye’de pek çok insanın duyduğu endişeleri bir Alman milletvekilinin de duyması düşündürücü.

* * *

Biraz da dincilerin karşısındaki ırkçı kesimdeki vahamet arz eden gelişmelere bakalım.

İsmail Türüt bir türkü yaptı, pir yaptı.

Birileri bu türkünün üzerine insanlık dışı bir kafayla birtakım fotoğraflar döşeyip "Youtube"da yayınlayınca olay hepimizi ürpertti.

Toplumda insanlar arasında kin tohumları ekmek, düşmanlıkları körüklemek ve faşist katillere övgüler düzmek...

Yüreğinde biraz insan sevgisi taşıyanların yapabileceği bir şey değil bu.

Her iki uçta da yaşadıkları çağın değerlerine bu kadar ters kafa yapılarına sahip nesilleri nasıl yetiştirdik?

Bence Cumhuriyet’in en büyük talihsizliğidir bu.

* * *

Bir de güzel bir konuya değinelim.

Dün Ankara’dan bizim Umut Erdem’in bir haberi geldi.

Haberi okuyunca çok şaşırdım, ama doğrusu çok mutlu oldum.

Umut’un haberine göre Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi Ahsen Hanım meğer klasik batı müziği tutkunuymuş.

Zaman buldukça klasik konserlere gidiyormuş. Bazı bazı Kemal Bey’i de götürüyormuş.

Bu konserlerde sanatçıların kadro sorunlarını öğrenen Kemal Unakıtan emir vermiş ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na 22 yeni kadro açılmış.

Buradan Ahsen Hanım’a bir önerim var.

Öteki orkestraların da yıllardan beri yerine getirilmeyen birikmiş sorunları var. Özellikle de kadro sorunları.

Ara sıra Kemal Bey’le birlikte onların konserlerine de gitseler...
Yazının Devamını Oku

İşte Erdoğan’ın yarattığı Türkiye

16 Eylül 2007
İSTANBUL Bağcılar’da dev bir iftar çadırı. İçersi tıklım tıklım.Yetkililere göre 3 bin kişi var. <br><br>Bunlar, birbirini ezerek içeri girmeyi başaran şanslı insanlar. Çadır ikiye bölünmüş.

Sağ taraftaki masalara erkekler, sol taraftakilere de kadın ve çocuklar oturtulmuş.

Masalara tencerelerle yemekler konmuş.

Her masa servisini kendisi yapıyor.

Yemek bol, tencere boşalınca hemen yenisi getiriliyor.

Mönü: İftariyelik, mercimek çorbası, çoban kavurma, pilav, baklava.

* * *

Salonun dip tarafında bir platform var.

Platforma kurulan 10 masa ise VIP konuklara ayrılmış.

Orada oturma ayrıcalığına sahip VIP konuklara papyonlu garsonlar hizmet ediyor.

Gelenlerin hepsi "Ne yapalım, durumumuz hiç iyi değil onun için çoluk çocuk karnımızı doyurmaya geldik" diyorlar.

Yemek sona erince bütün yalvarmalarına rağmen içeriye giremeyen çocuklar çadıra dalıp masalarda kalan yemeklere saldırıyorlar.

Kimileri parçalanmış ekmeklerle zeytinleri topluyorlar, kimileri tencerelerde kalmış olan pilavları servis kaşıklarıyla yemeye çalışıyorlar.

* * *

Yurdun hemen her tarafında "muasır medeniyetlerden" uzak, iç paralayan bu tablolar hep aynı...

Sosyal devlet anlayışıyla taban tabana zıt bir sistem.

Yoksul, çaresiz insanları iktidara muhtaç etme siyaseti.

Onlara refah yerine iane dağıtarak "Allah razı olsun" dedirtme yöntemi.

İşte AKP’nin ve Tayyip Bey’in yaratmak istediği Türkiye.

İslam gömleği giydirilmiş, kadınları örtülü, sosyal yaşamda din kurallarının geçerli olduğu "ılımlı İslam" düzeni.

* * *

İstanbul’un bırakın halk lokantalarını, en sosyetik olanları bile bu düzene şimdiden ayak uydurmaya başlamışlar.

Bu lokantalardan birine girdiğiniz zaman size sorulan ilk soru şu oluyor:

"İftar mı bozacaksınız, yoksa yemek mi yiyeceksiniz?"

Bu lokantaların birçoğu ise içki servisini kaldırmış.

Bazıları ise gece geç saatlerde içki verme yöntemi getirmiş.

Anadolu’da ise hemen bütün kentlerde, lüks otellerin dışında yemek bulmak olanaksız.

Hemen hepsinde de içki servisi ramazan boyunca yok.

Kamu kurumlarının çoğunda bir ay süreyle yemekhaneler kapatılmış.

Kimilerimiz olan bitenin farkında değil, kimilerimiz "Bir şey olmaz" diye gönüllerini serin tutuyor.

Ama herkes şunu iyi bilsin ki, Türkiye "ılımlı İslam"a doğru kayıyor.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın "Tek adam" olmak için Prof. Ergun Özbudun’a hazırlattığı anayasa taslağı tamamlanmak üzere.

"Topluma danışma şovu" da tamamlandıktan sonra taslak Meclis’e gelecek ve kabul edilecek.

Gerekirse halk oylamasına gidilecek ve "Tayyip Bey Anayasası" Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası olarak yürürlüğe girecek.

Sonra mı ne olacak?

İşte onu ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku

Türkeş’in yumruğundan son anda kurtulan büyükelçi

15 Eylül 2007
DİPLOMATLARIN yaşamları çok renklidir. Bulundukları görevlerde başlarından ilginç olaylar geçer. <br><br>Emekli Büyükelçi İldeniz Divanlıoğlu’nun anılarında da birçok ilginç olay var. 1960 ihtilalini yapan Milli Birlik Komitesi üyeleri arasında anlaşmazlık çıkar. Komitedeki 14 üye tasfiye edilerek yabancı ülkelerdeki büyükelçiliklerimize "müsteşar" olarak atanırlar.

Bunlardan ihtilalin güçlü albayı Alparslan Türkeş de Hindistan’a gönderilir.

O sırada Yeni Delhi’de Necdet Kent büyükelçi, Divanlıoğlu ise başkátip’tir.

Olayın gerisini Divanlıoğlu’nun kaleminden dinleyelim:

"1962 yılında bir sabah odamda çalışırken Büyükelçi’nin ’İmdat yetişin’ diye canhıraş bağrışını duydum. Hemen koştum, odaya girince Türkeş’in Kent’in suratını duvara dayadığını, bir elini de havaya kaldırdığını gördüm. Yanılmıyorsam yumruk vurmaya hazırlanıyordu.

’Aman yapmayın’ diye bağırdım. Türkeş ellerini indirdi, çok hiddetliydi. Burnundan soluyarak odadan çıktı.

Necdet Bey’in beti benzi kül gibi olmuştu, zor nefes alıyordu."

* * *

Büyükelçi Necdet Kent’e su içirilir ve evine gönderilir.

Olay hakkında hem büyükelçi hem de Türkeş hiç konuşmaz.

Bir hafta sonra Divanlıoğlu, Türkeş’e "Necdet Bey’le sizi barıştırabilir miyim?" diye sorar.

Türkeş, "Sen boyundan büyük işlere karışma" der.

Divanlıoğlu olayın nedenini ancak yıllar sonra öğrenir.

Bir gazete, Türkeş’in ifadesine dayanarak İsmet Paşa’nın kendisine çok eziyet ettiğini, işkence yaptırdığını, tırnaklarını söktürdüğünü yazmış.

Dışişleri, Büyükelçi’den bunun Türkeş’e sorulmasını istemiş.

Ancak Türkeş bu konuda konuşmayacağını söylemiş. Dışişleri ise ısrar etmiş.

Büyükelçi, Türkeş’e tekrar sormuş, bu yüzden aralarında tartışma çıkmış ve olay kavgaya varacak kadar büyümüş.

* * *

Divanlıoğlu, New York’ta görevli. Yıl 1965...

Birleşmiş Milletler Protokol Şefi Sinan Korle, bir gün bağımsızlığını yeni kazanan Kara Afrika ülkelerinden birinin dışişleri bakanını karşılamak için Kennedy Havaalanı’na gider.

Bakanı arabasına alır. Bakan, Korle’ye hiç yabancı gelmez ama nereden tanıdığını çıkaramaz. Dayanamaz sorar.

Bakan, "Bay Korle, New York’ta sık sık kiraladığınız otomobilin şoförünü hatırlıyor musunuz? İşte ben o şoförüm. Ülkem bağımsızlığa kavuşunca dışişleri bakanlığı için birisini aradıklarını duydum. Hemen başvurdum ve bakan oldum. Bunda sizi otomobilimle götürüp getirirken bana Birleşmiş Milletler konuları ve dünya sorunlarıyla ilgili verdiğiniz bilgilerin çok yararı oldu" der.

* * *

1966 yılında Hasan Esat Işık, Dışişleri Bakanı olarak BM Genel Kurul toplantılarına katılmak için New York’a gelir. Orhan Eralp büyükelçidir.

Bakan, İldeniz Divanlıoğlu’nun odasına girer. Işık, Divanlıoğlu’nun üzerindeki çizgili beyaz ceketi görünce, "İldeniz Bey, herhalde buradan çıkıp golfe gideceksiniz. Ama bu kıyafetle misyona gelinir mi? Bir daha görmeyeyim" der. Arkasını döner ve karşısında duran büyükelçinin de benzer ceket giymiş olduğunu fark eder.

Bunun üzerine kafasını sallayarak, "Ha anladım! Demek ki bu ceket misyonumuzun üniformasıymış" der.
Yazının Devamını Oku

Emine Erdoğan’ın gönüllüleri

14 Eylül 2007
SEMRA Özal’ın papatyaları vardı. Emine Hanım’ın da milletvekili eşleri...<br><br>Salı günü onları parti genel merkezinde ağırladı. Konuk hanımlar, kırmızı halılarla karşılandı.

Milletvekili eşlerine tesettürlü olmayan ama saçları tüllü şapkalarla gizlenmiş mankenler yol gösterdi.

Konuklara makyaj aynası ile kartvizitlik hediye edildi.

Neyse herkes yerini alınca "istişare toplantısı" Emine Hanım’ın yönetiminde başladı.

* * *

Emine Hanım, konuklarına önemli mesajlar verdi:

"Siyasete daha çok katılın. Eşinizi siyasette yalnız bırakmayın. Siyasette adalet ve merhamet önemlidir. Bunu da en iyi siz yapabilirsiniz."

Milletvekili eşlerine ramazanda önemli görevler verildi.

Ramazan boyunca yoksul mahallelerdeki evlere ziyaretler yapılacak ve her ekipte en az 3 milletvekili eşi bulunacak.

Gıda ve temizlik malzemeleri dağıtılacak.

Seçimlerde yararı görülen "sadaka politikası"na ramazanda da devam.

* * *

Semra Hanım’ın papatyaları kadınlara sağlık hizmeti, el sanatları eğitimi götürürdü.

Emine Hanım’ın adı henüz konulmayan gönüllüleri ise sadaka dağıtıyor.

Ancak siyaset bilimi açısından bu iş epeyce sakat.

Çünkü sosyal devlette sadaka politikası uygulaması kabul edilemez.

Sadaka yardımları insanlarda yoksulluk psikolojisi yaratır.

Sosyal devletin görevi sadaka değil, refah dağıtmaktır.

Bu gerçeği bir gün sadaka dağıtan da, sadaka alan da öğrenir.

* * *

Bir anımsatma yapalım.

AKP’nin seçim zaferi, yüce milletimize epeyce pahalıya patladı.

Mali disiplin bozuldu ve bütçe 8.24 milyar dolar açık verdi.

Yakında kemerler biraz daha sıkılır, borçlanma artar.

* * *

Bu arada garip bir gelişme de oldu.

İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve eşi umreye gittiler.

Öyle ya, nasıl olsa İstanbul’un barajları ağzına kadar dolu...

Yollar, caddeler Avrupa kentlerini bile kıskandıracak kadar düzgün ve kusursuz.

Trafik sorunu mu?

O da ne?

Otoyollarda, caddelerde araçlar su gibi akıyor.

Kentin her tarafı mamur, müreffeh ve pırıl pırıl...

Belediye başkanımız ile eşlerinin ağız tadıyla bir umre yapması çok mu?

Yalnız bir sorun var.

Dinimize göre, görev ibadetten önce gelir.

Topbaş bunu iyi bilir ama olsun biz bir kez daha anımsatalım.

* * *

RTÜK’ün yaptığına bakın.

Kanaltürk’ün haberlerine 6 gün karartma cezası vermiş.

Öyle sınırlı ceza olur mu?

Ben RTÜK’ün yerinde olsam Kanaltürk’ü toptan karartırım olur biter.

Türkiye’nin muhalefet yapan kanala hiç ihtiyacı yok.
Yazının Devamını Oku

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine

12 Eylül 2007
DÜĞÜNLER güzeldir. Mutluluğu simgeler. <br><br>Düğünler, birbirini seven iki genç insanın bembeyaz bir yelkenliyle mutluluk yolculuğuna uğurlanma törenleridir. Düğünler ayrıca hayat gailesiyle birbirlerinden uzak kalan dostların buluşup özlem giderdiği yerlerdir.

Yasemin ile Burak’ın Kıbrıs’taki rüya gibi düğünleri de baştan sona bu güzelliklere sahne oldu.

Yasemin, Cavit Çağlar’ın, Burak ise Kaya otellerinin sahibi, Kıbrıs Kaya Artemis’i yaratan Burhanettin Kaya’nın sevgili yavruları...

Şimdi onlar artık mutlu bir yuvanın sahipleri.

İnanıyorum ki bu güzel çiftin mutlu evlilikleri, Çağlar ve Kaya ailelerine yeni yavrular verecek.

Dünyanın bütün güzelliklerinin ve mutluluklarının onlarla birlikte olmasını diliyorum.

* * *

Düğün öncesi ve sonrası politikacı, işadamı, bürokrat, gazeteci dostlarla özellikle ülke sorunları üzerine uzun sohbetler yaptık.

Bu sohbetlerde Türkiye’nin geleceği için 3 temel görüş ileri sürüldüğünü saptadım.

İnsanların bir kısmı, AKP iktidarının Türkiye için bir sorun yaratmayacağına, siyasi istikrarın süreceğine ve ülkenin hızla kalkınacağına inanıyor.

"Göreceksiniz her şey çok daha güzel olacak" diyorlar.

Ama bu söylemlerin, bir inancın sesi olup olmadığını doğrusu tam çözemedim.

* * *

Bir başka kesim ise çok karamsar.

Onlara göre Türkiye bitti.

Türkiye zaman içinde bir Ortadoğu ülkesi olacak.

Ilımlı İslam, adım adım tüm toplumu etkisi altına alacak.

Sosyal yaşam, din kurallarına göre yeniden şekillenecek.

Bu grupta kadınlar çoğunlukta.

Aralarında ülkeyi terk etmeyi düşünenler de var.

* * *

Üçüncü görüş ise ülkenin kısa zamanda AKP iktidarından kurtarılması gerektiğini söylüyor.

Bunun için "AKP ile yarışabilecek yeni siyasi partiler kurulmalı ve yeni liderler çıkarılmalı" diyor.

Aralarında şu ilginç değerlendirmeyi yapanlar da var:

"Halk ilgisiz. Türkiye’ye biçilen yeni modelin farkında bile değil. Aslında gelişmeleri de umursamıyor.

O bedava kömür alıyor, erzak paketi alıyor. Çek alıyor, nakit para alıyor ve AKP’ye dua ediyor.

Ama ’Yahu beni sadakalara muhtaç eden bu partidir’ demiyor. Bunu düşünmüyor."

* * *

Düğünde yaklaşık bin kişi vardı.

Bu insanların çoğu gelir düzeyi bakımından Türkiye’nin üst kesimini oluşturuyor.

Aralarında çok zengin olanlar da var.

Dördüncü grup diyebileceğimiz bu kişiler, konuştuğumuz konulara özellikle katılmıyorlardı.

Daha doğrusu olumlu ya da olumsuz görüş belirtmemeye dikkat ediyorlardı.

Hepsi mimik bile vermeden sfenks gibi hareketsiz oturuyorlardı.

Ve bendeniz çok iyi biliyordum ki, bu insanların pek azı dışında tümü AKP’ye oy vermişti.
Yazının Devamını Oku