8 Ekim 2007
ARAŞTIRMAYI yapan, merkezi Washington’da bulunan bağımsız Amerikan Pew şirketi.<br><br>Pew, "Küresel Eğilimler Projesi" kapsamındaki bu projeyi 42 ülkede gerçekleştirdi. 45 bin 239 denekle konuşuldu.
Araştırmanın yapıldığı ülkelerden biri de Türkiye.
Sonuçlar bizim açımızdan kaygı verici:
"2007’de ülkemizde laikliği savunanların oranı yüzde 55.
Bu oran 2002 yılındaki araştırmada yüzde 73’tü."
Pew, AKP iktidarı döneminde laiklik konusunda ciddi bir gerileme olduğuna dikkat çekiyor.
Şeriat kurallarının geçerli olduğu Pakistan’da ise laikliğe verilen destek 5 yılda yüzde 33’ten yüzde 48’e yükseldi.
Araştırmanın ortaya koyduğu çarpıcı gerçek şu:
"Laikliğin özümsenmesi Türkiye’de geriliyor, Pakistan’da ise yükseliyor."
* * *
Aynı araştırmadan bir iki çarpıcı bulgu daha verelim.
Ülkemizde halkın yüzde 93’ü "Tesettüre girip girmemek kadının tercihidir" diyor.
Rapora göre Türkiye Müslüman ülkelerde bu konuda en yüksek orana sahip.
Demokrasinin işleyebileceğine inananların oranı ise sadece yüzde 31.
Oysa 2002’de bu oran yüzde 50’nin üzerindeydi.
Toplumumuzun yarısı medyanın devlet tarafından sansürlenmesinde de bir sakınca görmüyor.
* * *
Bir ilginç bulgu da şu:
Türkiye’de "Ahlak için din şart değil" diyenlerin oranı yüzde 12.
Bu oran diğer İslam ülkelerine göre henüz yüksek.
Örneğin Endonezya, Mısır ve Ürdün’de bu görüşe katılan neredeyse kimse yok.
* * *
Turist Rehberleri Birliği Başkanı Şerif Yenen ile Turistik Otel İşletmecileri ve Sanayicileri Birliği Başkanı Timur Bayındır’ın demeçlerindeki kaygılar da Pew araştırmasındaki sonuçların uyandırdığı kaygılarla örtüşüyor.
Yenen, Türkiye’nin "ılımlı İslam ülkesi" imajının Batı’da giderek yaygınlaştığını gözlemlediklerini söylüyor.
Bayındır ise ülkemizi daha önce gezmiş olan turistlerin bu kez Türkiye’nin son yıllarda daha İslami bir yapıya kaydığından şikáyet ettiğini vurguluyor.
* * *
Gelişmeler, bulgular Türkiye’de "İslami yaşam biçimi"nin yaşamın her alanına yayılmakta olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye’nin üzerine örtülmek istenen "İslam şalı" giderek belirginleşmeye başladı.
Yaşadığımız ramazan ayında bu daha görünür bir şekilde ortaya çıktı.
Şimdi şu soruyu sormak istiyorum ve yanıtını çok, ama çok merak ediyorum:
"1950’den sonra gelmiş geçmiş tüm iktidarlar ve Türkiye’yi yönetenler ülkemizin bu noktaya gelmesindeki günahlarının sızısını vicdanlarında duyuyorlar mı?"
Ve son soru:
"Oy uğruna bu ihanete değer miydi?"
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2007
BAŞBAKAN, kadınlara Ruanda’da bile kota uygulandığını anımsatan KADER Başkanı Hülya Gülbahar’ı fena tersledi:<br><br>"Sen Ruanda mı olmak istiyorsun? Buyur Ruanda ol." Bu nezaket dışı söylem, Başbakan’ın ne kadar tahammülsüz olduğunu bir kez daha gösterdi.
Bundan önceki olaylarda olduğu gibi...
Bir başbakan düşünün ki şikáyetçi vatandaşı azarlıyor.
Kendisini ve partisini eleştiren gazetecileri "Yuvarlamak"la tehdit ediyor.
Onun dünya görüşüne uygun olmayan işadamı, bürokrat, bilim adamı kim olursa olsun tümünü defterden siliyor.
* * *
Oysa başbakanlık sınırsız hoşgörü, sabır ve anlayış isteyen makamdır.
O koltuğa, kendisinden olanlar kadar, kendisine karşı olanlara da hoşgörü ve adaletle yaklaşan insanların oturması gerekir.
Başbakan Erdoğan ise bu özelliklere sahip değil.
Çabuk öfkeleniyor, öfkelenince de ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
Karşısındaki bir kadın da olsa bu değişmiyor.
* * *
Geçenlerde bir grup politikacıyla sohbet ediyorduk.
Eski bakanlardan, yıllarca Demirel ile siyaset yapmış Demokrat Partili Yaşar Topçu, Başbakan’ın hoşgörüsüzlüğü konuşulurken bir anısını anlattı:
"1979 yılıydı. Finike’den bir not geldi. Bir adam kahvede otururken Demirel’e vermiş veriştirmiş, sunturlu küfürler savurmuş.
Demirel o sırada Başbakan. Şikáyet olmuş, adamı yakalayıp gözaltına almışlar.
Savcı sorgulayıp mahkemeye göndermiş, yargıç da adamı tutuklayıp içeri atmış."
Yaşar Topçu hemen Başbakan’a çıkmış ve olayı anlatmış. Bir talimatı olup olmadığını sormuş.
"Demirel şöyle bir düşündü, sonra ’Yahu Yaşar kimbilir adama ne yaptık, ne kadar bunalttık ki o öfkeyle bize uluorta küfür etmiş. Sen sıcak filan deme, git bizim şikáyetçi olmadığımızı söyle ve adamı tahliye ettir’ dedi.
Emredersiniz efendim dedim ve çıktım."
* * *
Yaşar Topçu, Başbakan’ın talimatı üzerine duruşmadan bir gün önce arabasına atlayıp Finike’ye gitmiş.
Önce savcıya gidip adamın ifadesini okumuş, sonra da duruşmaya girmiş:
"Yargıç adamı sorguladıktan sonra tanıkları dinledi ve bana söz verdi.
Parti olarak şikáyetçi olmadığımızı ve sanığın tahliye edilmesini istediğimizi söyledim.
Yargıç şaşırdı. Adamın Başbakan’a uluorta küfür ettiğini yeniden anımsattı.
Sayın yargıç, dedim. Durumu Başbakanımıza anlattığım zaman bizim şikáyetçi olmayacağımızı söyledi ve ’Ne yap yap, vatandaşı tahliye ettir’ diye talimat verdi.
Ben de sizden sanığın tahliye edilmesini talep ediyorum. Vatandaşı almadan da buradan gitmeyeceğimi arz ederim, dedim.
Yargıç tahliye verdi. Adamı aldım çıktım.
Adam yüzüme bakamıyordu.
Elimi tuttu ve şöyle dedi:
’Yahu ben ne halt etmişim. Böyle bir insana nasıl küfür etmişim.’
Sonra o adam koyu bir Demirelci oldu. Kimseye Demirel hakkında en ufak bir söz ettirmedi."
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2007
ALMAN Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth, önceki gün Başbakan Erdoğan’la görüşmek için AKP Genel Merkezi’ne geldiğinde sıkıntılıydı. Üzerinde kolsuz bir elbise vardı.
Alman parlamenter tereddüt etti ve otomobilden inerken üzerine bir şal aldı.
Sonra yeterli olmayacağından endişe ettiği için şalı bıraktı ve hırka giydi.
Sonra AKP Genel Merkezi’ne girip Başbakan Erdoğan’la görüştü.
* * *
Başbakanlık koruma görevlileri binanın ana giriş kapısını başıboş bırakıp iftar yapmaya gidiyorlardı.
Onlar iftarlarını yapana kadar kapı sahipsiz kalıyordu.
Hürriyet muhabiri de 41 kare fotoğraf çekerek durumu saptadı.
Fotoğraf Hürriyet’te çıkınca beklendiği gibi Başbakanlık’tan fotoğraflı yalanlama geldi:
"Herhangi bir koruma zaafı yoktur."
Başbakanlık yoktur diyor ama arkadaşımızın çektiği ve kapının boş olduğunu gösteren kapı gibi tam 41 kare fotoğraf var.
* * *
Suriye’ye giden gazeteci arkadaşlarımız anlatıyor:
"Suriye’den Türkiye’ye geçiyoruz. Sınıra geldiğimizde kapıların kapalı olduğunu gördük. Pasaport ve gümrük işlemlerinin yapıldığı bürolar bomboştu.
Gaziantep-İstanbul uçağını kaçırmamak için çeşitli girişimler sonucu kapıyı açtırdık.
İftar yapan memurlardan biri, ’Siz Türkiye’de iftar vakti olduğunu bilmiyor musunuz? Neden bu saatte geliyorsunuz’ diye bizi azarladı."
Oysa gazeteci arkadaşlar, Türk sınırına gelmeden iki üç dakika önce Suriye sınırından geçmişlerdi ve orada iftar nedeniyle bir sorunla karşılaşmamışlardı.
Erzurum Yardım Sevenler Derneği, ramazan nedeniyle 500 yoksul aileye 10 kiloluk gıda paketleri dağıttı.
Yalnız başvuran yoksul ailelerin bu paketleri alabilmeleri için küçük bir sınavdan geçmeleri gerekiyordu.
Fatiha okuyabilenler sınavı geçmiş sayıldı ve paketlerini aldı.
Okuyamayanlar ise evlerine elleri boş döndü.
* * *
Bu olaylar Türkiye’de "Mahalle baskısı yok" diyenleri tekzip ediyor.
Mahalle baskısı, Claudia Roth’a hırka giydirecek boyutlarda.
Üstelik bu baskı mahalleyi de aşıp toplumsal baskıya dönüşmeye başladı.
Türkiye’de insanlar bundan tedirgin, Avrupalılar ise endişeli.
* * *
Daniel Cohn-Bendit, Avrupa Parlamentosu üyesi.
Türkiye’de beliren bu havadan duyduğu endişeyi şöyle açıklıyor:
"Üniversitelere türbanla girilmesi ya da Cumhurbaşkanı’nın eşinin türbanlı olması bizim açımızdan sorun değil.
Anayasa değişikliğinden sonra kadınlar üzerinde sosyal baskı olacak mı?
Türban takmama özgürlüğü olacak mı?
Avrupa bu baskıları kabul etmez. Türkiye böyle bir durumda Avrupa Birliği’ne üye olamaz.
Avrupa kamuoyunda ’Atatürk laiktir’ görüşü vardır."
Evet herkes şunu iyi bilsin ki Avrupa, Atatürk’ün laik Türkiye’sini istiyor.
AKP’nin Türkiye’sini değil.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2007
YILLARDAN beri bu tümceyi dinliyorum ve her dinleyişte kanım beynime sıçrıyor. <br><br>"Bunlar hainlerin son çırpınışlarıdır." Beni ve milyonlarca insanı deli eden, sinirlerini bozan bu cümle diplomatlarımızı katleden ASALA teröristleri için de söylenirdi.
Arkasından da kalıplaşmış ikinci cümle gelirdi:
"Kanları yerde kalmayacakkkkkk."
Her cenaze töreninde bu senaryo oynanırdı.
Türkiye’yi yönetenler bu sözleri söyleye söyleye yıllarca diplomatlarının sokak ortasında Ermeni teröristler tarafından katledilişini seyretti.
Bir gün ASALA Paris’in Orly havalimanında THY kontuarında bir bomba patlatma gafletinde bulundu.
Bu patlamada Fransız vatandaşları da öldü.
Hemen ertesi gün, biz değil, Avrupalılar ASALA’nın ipini çekiverdiler.
Böylece Ermeni terörü sona erdi.
Biz de şehit vermekten kurtulduk.
* * *
Tam 25 yıldır PKK terörüyle boğuşuyoruz.
Bu savaşta binlerce şehit verdik, bu ülkenin gepegenç çocukları öldü.
Her cenazede yine aynı tümce söylendi:
"Bunlar teröristlerin son çırpınışlarıdır."
Ama hiç de öyle olmadı.
Her nutuktan sonra daha büyük eylemler, daha acımasız katliamlar yapıldı.
Önceki akşam televizyonları izlerken yine "Son çırpınışlar" masalını dinledik bol bol.
Adamlar ellerini kollarını sallaya sallaya ülkeye giriyorlar.
Pusu kurup, yollara döşedikleri mayınları patlatıp can alıyorlar.
Minibüsleri durdurup insanları tarıyorlar.
Oraya buraya bomba koyup masum insanları öldürüyorlar.
Ve bu vahşetin arkasından söylenen tek söz hep "Bunlar teröristlerin son çırpınışlarıdır" oluyor.
Bir türlü de bu "son çırpınışlar" gerçekleşmiyor.
* * *
AKP istediği kadar kabul etmesin ama onlar iktidara geldiklerinde terör sıfır noktasına yakındı.
Bu avantajı kullanamadılar.
Terör yavaş yavaş yeniden hortladı ve bugünkü noktaya tırmandı.
2007’nin 9 aylık bölümünde 191 teröristin öldürüldüğü açıklandı.
Ama kaç şehit verildi o konuda toplu rakam yok.
Tahminlere göre şehit sayısı da 100’ü buldu.
Demek ki 2007’nin ilk 9 ayında Türkiye 300 evladını bu savaşa kurban verdi.
Geride yüreği yanan analar, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar kaldı.
Türkiye ne pahasına olursa olsun bu kanı durdurmak zorunda.
PKK terörüne verilen dış destek kesilmeden bu kanın durdurulması mümkün değil.
Askerler defalarca uyardılar:
"Terör sadece silahlı mücadele ile önlenemez, siyasi ve ekonomik önlemler de şarttır."
Türkiye’yi kontrol altında tutmak isteyen yabancı güçler PKK kartını ellerinden bırakmak istemiyorlar.
Barzani izin vermediği için Türkiye uluslararası anlaşmalara göre tanınan "sıcak takip" hakkını bile kullanamıyor.
Ama politikacılar durmadan hep aynı nutku atıyor:
"Bunlar teröristlerin son çırpınışlarıdırrrr."
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2007
’LAILA’ Ankara’nın en gözde eğlence mekanıydı. Ancak karşısına AKP Genel merkez binası yapılınca gözden düşüverdi. <br><br>Mekánın sahipleri baktılar olacak gibi değil, kapattılar. İçini dışını yıkıp yeniden yaptılar.
Bütün izleri sildiler.
Adını da "Şahhane" diye değiştirdiler.
İçkiyi kaldırdılar.
Şerbet, meşrubat, ayran ve şalgam suyu koydular.
Eğlenceyi, müziği, dansı tamamen kestiler.
Başta "risotto" olmak üzere tüm alafranga mönüyü bir kenara attılar.
Yerine her çeşit kebap, içli köfte, çiğ köfte, lahmacun ve Türk tatlılarından oluşan zengin bir mönü hazırladılar.
Ama bütün bu yapılanlar AKP’lilerin gelmesine yetmedi.
* * *
AKP’li (ya da AKP’liye oynayanlar) müşteriler tedirgindi.
Çünkü şarap içilmiş bardaklar, şaraplı yemeklerin yendiği tabaklar, çanaklar, kaşıklar ve çatallar hep mundardı.
Bunun üzerine Şahhane’nin sahipleri bütün bardakları, porselen tabakları, çanakları, çatalları, kaşıkları hepsini atıp yerine yenisini koydular.
Şimdi artık AKP’liler ve yandaşları gönül rahatlığıyla gelip iftarlarını açıyorlar.
Şahhane’nin sahipleri de durumdan son derece memnunlar.
* * *
Türkiye’deki dincilerin ne kadar bağnaz olduğunu bundan daha iyi anlatan bir olay sanırım olmaz.
Şarap içildi diye, şaraplı yemek yendi diye, hatta belki domuz eti servisi de yapılmıştır diye bardağı, tabağı, çatal kaşığı mundar sayan kafa...
Bu kafayla Türkiye nasıl Avrupa Birliği ile ortak olacak?
Aydınlık bir din olan İslamiyet’i bakın ne hale getirdiler.
Diyanet İşleri’nin hepsi değil ama aklı başında olan yorumcuları da lokanta malzemelerinin değiştirilmesinin gereksiz olduğunu söylüyorlar.
Ama o kafa bunu anlayacak, dinleyecek mantıktan yoksun.
* * *
Politik psikolojinin dünyadaki en önemli isimlerinden biri olan Prof. Dr. Vamık Volkan’ın açıklamaları bu kafaların Türkiye’de yarattığı işte bu tehlikeleri vurguluyor.
Bu yıl ikinci kez Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen, geçen yıl Freud Ödülü alan Volkan aslen Kıbrıslı, şimdi Amerika’da yaşıyor.
Söyledikleri satır başları olarak şöyle:
"Türkiye’de bir kimlik değişimi var.
İnsanların tavır ve kıyafetleri değişiyor.
Siz içinde olduğunuz için fark etmiyorsunuz. Çünkü yavaş yavaş görmeye alışıyorsunuz.
Kadınların vizyonunun kesilmesinden korkuyorum.
Nüfusunun yüzde 50’si kadın olan Türkiye’de bunun yüzde 30’u baskı altında yaşarsa dünya ne kadar gelişirse gelişsin, Türkiye geri kalır. Toplumda çürüme olur.
Anayasa makul olursa, şu andaki durumu durdurursa Türkiye Malezya olmaz.
İnsanların endişelerini ciddiye alıyorum.
’Bu yanlış’ dediğinde ’Gavur’ oluyorsun. Ama bu gerçek din değil. Bu dini içine alan bir süreç. Buna aşmamız lazım."
Prof. Dr. Vamık Volkan bunları söylüyor.
Ama kim takar Prof. Vamık Volkan’ı... Nihayetinde gavurun teki işte...
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2007
BUGÜN, uzun zamandan beri tartıştığımız çağdışı saçmalıkları bir yana bırakıp biraz sanatla ilgili gelişmelerden söz edelim.<br><br>Ünlü yazar Yaşar Kemal’in operaya uyarlanan romanı Teneke geçtiğimiz günlerde La Scala’da sahnelendi. Türkiye açısından bu çok önemli bir olaydır.
Bunun nedenini anlatabilmek için biraz La Scala’dan söz etmek gerekir.
Milano’daki La Scala, operanın "Kábe" sidir.
Dünyanın en güzel opera binası olarak kabul edilen La Scala, 1778 yılında açıldı ve Antonio Salieri’nin Europa Riconosciuta operası sahnelendi.
La Scala yaklaşık 229 yıldır operanın merkezi...
Dünyanın en ünlü sanatçıları burada söyleyebilmek için birbiriyle yarışırlar.
La Scala’da söylemek, bir opera sanatçısı için mesleğinin zirvesine ulaşmak demektir.
Yaşar Kemal’in eserinin La Scala’da oynanması hem Türkiye için, hem ünlü yazarımız için büyük bir gururdur.
* * *
Bir başka sanat olayına geçelim.
Çarşamba akşamı ünlü işadamı Rahmi Koç, Borusan Filarmoni Orkestrası’nı yönetmek için ağır ama kararlı adımlarla sahneye geldi.
Çok şıktı. Frakı harikaydı.
Yakasında kırmızı karanfili, elinde bageti ile önce seyirciyi, sonra da orkestrayı selamladı.
Orkestraya Vivaldi’nin "4 Mevsim"inden 3 bölüm çaldırdı.
Orkestranın daimi Şefi Gürer Aykal, Rahmi Bey’i gerçekten iyi hazırlamış.
Koç hata yapmadan orkestrayı yönetti.
Yoğun alkışlar üzerine yeniden sahneye gelen ünlü işadamı bis yaptı.
Borusan Filarmoni’nin geçen yıl başlattığı uygulamada her yıl ünlü bir işadamı orkestraya şeflik yapıyor.
Bunun için 25 bin Euro ödüyor.
Bu parayla genç, yetenekli bir sanatçı dünyanın ünlü müzik merkezlerinde yüksek lisans eğitimi görüyor.
Son yıllarda ünlü işadamlarının ve büyük kuruluşların evrensel sanatlara önem vermesi Türkiye adına çok sevindiricidir.
* * *
Bir de tüm sanatseverleri sevindirecek bir haber verelim.
Kadıköy Altıyol’da tarihi Süreyya Sineması bundan sonra sanatseverlere opera binası olarak hizmet verecek.
1927’de Süreyya İlmen Paşa tarafından opera ve tiyatro amaçlı yaptırılan bina, sahne kısmı yetersiz olduğu için sinema olarak kullanılıyordu.
Geçtiğimiz yıllarda devrinin mimarlık karakterini yansıtan bir anıt eser olan Süreyya Sineması, İlmen Ailesi tarafından kültür hizmetlerinde kullanılmak koşuluyla Darüşşafaka Cemiyeti’ne tahsis edildi.
İki yıl önce Kadıköy Belediyesi, binayı Kadıköy’e bir Opera Sahnesi kazandırmak amacıyla uzun vadeli kiraladı.
Binanın bütün mimari özellikleri korunarak yapılan restorasyon iki yıl sürdü.
Bu sezon İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Süreyya’da çeşitli yapıtlar sergileyecek.
Böylece Kadıköy’de tarihsel bir olay başlayacak.
Kadıköylüler ilk kez bir operaya kavuşacaklar.
Bu harika olayı gerçekleştiren Kadıköy Belediyesi’nin çalışkan Başkanı Selami Öztürk’tür.
Selami Öztürk’ü Türk opera sanatı ve tüm sanatseverler adına bütün kalbimle kutluyorum.
Kadıköylülere de iyi ve güzel seyirler diliyorum.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2007
GÖRÜŞME protokol gereği Sarkozy’nin kaldığı Mandarin Oteli’nde yapıldı.<br><br>Fransa Cumhurbaşkanı ile Türkiye Başbakanı arasındaki konuşma sıcak bir havada başladı. Ancak son yıllardaki ilişkiler gündeme gelince Sarkozy Erdoğan’a bir sitemde bulundu.
"Türkiye’nin Fransa ile ekonomik ve askeri alanlarda işbirliğini dondurmasından rahatsızım" dedi.
Anımsanacağı gibi, Fransa parlamentosu Ermeni soykırımının inkár edilmesini suç sayan bir yasayı kabul etmişti.
Türkiye de bunun üzerine Fransa ile ekonomik ve askeri alanda işbirliğini dondurmuştu.
Sarkozy "Ermeni soykırımı olmamıştır" demenin ülkesinde yasaklanmasını önemsemeyen bir havada şunları da söyledi:
"Sayın Başbakan, ilişkilerimizi diğer konulardan ayırmalıyız."
* * *
Sarkozy’nin bu haksız serzenişi düpedüz zeytinyağı gibi üste çıkmaktır.
Buna rağmen Erdoğan Türkiye’deki gibi tahammülsüzlük göstermedi ve Sarkozy’ye şu yanıtı verdi:
"Fransa gibi tarihi dostluk ilişkilerimizin bulunduğu bir ülkeden attığı imzaya sadık kalarak Türkiye’nin AB üyelik sürecini desteklemesini bekliyoruz."
Haberlerden Sarkozy’nin bu konuda bir yumuşama göstermediği anlaşılıyor.
Erdoğan’ın bu yanıtı bana göre çok yetersiz.
Şöyle diyebilirdi:
"Sayın Cumhurbaşkanı, bizim parlamentomuz Fransa’nın Cezayir’de yaptığı soykırımın inkárını suç kabul eden bir yasa kabul etseydi sizin tutumunuz ne olurdu acaba?"
* * *
Bizi Ermeni katliamı yapmakla suçlayan Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları neydi?
Kısaca özetleyelim.
Cezayir 1830 ile 1962 yılları arasında tam 132 yıl Fransız işgali altında inim inim inledi.
Bu süre içinde Cezayir halkının pek çok bağımsızlık başkaldırısı oldu.
Bunların en şiddetlisi 1954’te başlayan ve 1962’de bağımsızlıkla sonuçlanan savaştı.
Bu onurlu bağımsızlık savaşında Cezayir halkı tam 1.5 milyon şehit verdi.
Bu ölümlerin büyük çoğunluğu toplu katliamlar sonucunda oldu.
O yıllarda Cezayir’in nüfusu 8 milyondu.
Demek ki her aile bağımsızlık için bir şehit verdi.
Fransa tarihinin kara sayfaları sadece Cezayir’le de sınırlı değil.
Cibutu, Çad, Gabon, Gine, Kamerun, Kamor Adaları, Moritanya, Senegal, Nijer ve Tunus...
Fransa bu ülkelerde de insanlık dışı katliamlar yaptı.
* * *
İşte Türkiye’yi Ermeni soykırımı yapmakla suçlayan Fransa’nın insanlık karnesi böylesine kapkara.
İşte bu Fransa’nın Cumhurbaşkanı Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne istemiyor.
İşte bu Sarkozy "Ermeni soykırımı olmamıştır" demenin yasaklandığı ülkenin cumhurbaşkanı olarak Türkiye Cumhuriyeti başbakanına sitem ediyor.
"Neden işbirliğini dondurdunuz?" diyor.
Türkiye’de sağa sola söylemediğini bırakmayan Erdoğan nedense Sarkozy’ye hak ettiği yanıtı vermedi.
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2007
SEÇİMDE AKP’nin kazandığı zaferden mutlu olanlar ülkede istikrarın devam edeceğine yürekten inanıyorlardı. AKP’nin dünya görüşünü paylaşmayan milyonlarca insan bile bu yüzden AKP’ye oy vermişlerdi.
Ancak bugün görüldü ki "yüzde 46.7" istikrar getirmedi.
Tersine gerilim getirdi.
Gelişmelere bakarsanız önümüzdeki günlerde gerilim boyutsal açıdan daha da büyüyecek gibi görünüyor.
Herhalde ne AKP’liler, ne de AKP yanlıları ortamın gerilmesinin sorumlusu olarak muhalefet partilerini gösteremezler.
CHP ve MHP, seçimden bu yana ülkeyi gerecek hiçbir şey yapmadı.
Ülkeyi geren de, huzursuzluğu yaratan da antidemokratik bir anlayışla anayasa hazırlamaya kalkan iktidardır.
AKP iktidarı, bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığı rejim karşıtı değişiklikleri yeni bir anayasa ile gerçekleştirmek istiyor.
Bunda hiç kuşkusuz "yüzde 46.7"nin sarhoşluğu ve pervasızlığı var.
* * *
AKP kendi anayasasını gerçekleştirebilecek mi?
Başbakanı "imparator yetkileri" ile donatabilecek mi?
Kendi dünya görüşüne göre düzenlediği özgürlükleri, laikliği ve demokrasiyi anayasaya sokabilecek mi?
Ülke dinamiklerinin direnmesi buna engel olabilecek mi?
Eğer işler AKP’nin istediği gibi sonuçlanırsa yeni anayasa rejimi ciddi şekilde sıkıntıya sokar.
Ülkedeki "Laik-Müslüman" ayrımı tehlikeli boyutlara tırmanır.
Ülkeye büyük zarar verecek olan bu politikanın mimarı da iktidar partisidir.
* * *
Şöyle bir seçim kampanyasını anımsayalım.
Erdoğan, Gül ve arkadaşlarının yürüttüğü seçim kampanyasının ana teması "Laik-Müslüman" çekişmesinin vurgulanması değil miydi?
Kürsülerden "Laikler bize bir şey yaptırmıyor. Dindar bir cumhurbaşkanı bile seçtirmediler" diye haykırmadılar mı?
"Bize 400 milletvekili verin ki, millet iradesini egemen kılalım" demediler mi?
Seçmeni "Ya laik olacaksın, ya Müslüman" ikilemiyle karşı karşıya bırakmadılar mı?
AKP’nin aldığı "yüzde 46.7" oyda bu stratejinin önemli rolü olmadı mı?
* * *
Dışarıdan sürekli darbe yiyen ve ayakta kalmak için savaşan bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüktür bu "Laik-Müslüman" ayrımı.
Sonuçta AKP istediği oyu aldı.
Bunun sarhoşluğunun ve pervasızlığının sonuçlarını görmeye başladık.
Türkiye, Amerika’nın ülkemiz için uygun gördüğü "ılımlı İslam!"a doğru sürükleniyor.
Hani, nerede Abdullah Gül’ün verdiği tarafsızlık sözleri?
Hani, 70 milyonun cumhurbaşkanı olma vaatleri?
Hani devletteki uyumu sağlayacağına dair verdiği güvenceler.
Dün bir bugün iki, Çankaya noterliğe başladı bile.
Gül, bütün kararnameleri, atamaları bir bir onaylıyor.
Belli ki, AKP’nin cumhurbaşkanı olacak.
"Yüzde 46.7" başımıza daha çoook işler açacak.
Bunu içte ve dıştaki Türkiye düşmanları da biliyor ve gelişmeleri ellerini ovuşturarak bekliyorlar.
Yazının Devamını Oku