24 Ekim 2008
KAMUOYU yoklamalarına bakarsanız kazanacak ve Amerika ilk kez bir siyahi başkanla yönetilecek. Bu büyük değişim gerçekleşecek mi, yoksa son dakikada Obama saf dışı mı edilecek?
Amerikan toplumu, bir siyahi adamı başkan olarak seçmeye hazır mı?
Şurası bir gerçek ki, şu ana kadar Amerika’da herkes ama herkes yetenekli, güzel konuşan ve insanların kalbine seslenen bu siyahi adama çalışıyor.
20 yıl filan önceydi.
Amerika’da bir dost meclisinde sohbet ediyorduk.
Konu doğal olarak Amerika ile Türkiye’ydi.
Amerikalılar, benim gazeteci olduğumu öğrenince merakla Türkiye’nin siyasal, sosyal ve ekonomik durumuyla ilgili sorular yöneltiyorlardı.
Bu sorulardan Türkiye’yi hiç ama hiç tanımadıkları anlıyor ve onlara ülkemizi tanıtmaya çalışıyordum.
Türkiye neredeydi, (Ortadoğu ülkesi diye biliyorlardı) nasıl bir ülkeydi, insanları beyaz mı, siyah mıydı, giyim kuşamları nasıldı, kadınları çarşaflı, erkekleri fesli miydi, yaşam düzeyleri neydi, ne yerler ne içerlerdi?
Doğrusu Türkiye hakkında bu kadar bilgisiz oluşları canımı sıkmıştı.
* * *
Bıkmadan usanmadan Türkiye’yi anlattım. Sözlerimi de şöyle bağladım:
"Türkiye ile Amerika stratejik müttefiktir. Bu kadar uzak bir coğrafyada sizin dostunuz olan bir ülkeyi daha iyi tanımalısınız. Biz yıllardan beri kader birliği etmiş iki ülkeyiz."
Daha sonra bu kez ben bazı sorular yönelttim Amerikalı dostlara.
En önemli sorum da şöyleydi:
"Bundan 20-25 yıl sonra bir siyahi, Amerika’ya başkan seçilecek duruma gelirse ne yapacaksınız? Bir siyahi adamı başkan olarak benimseyebilecek ve ona oy verecek misiniz?"
Hiç unutmuyorum, içlerinde siyasetle en fazla ilgili olan biri hepsi adına bana şu yanıtı verdi:
"Hiçbir problem olmaz. Bir siyahi aday çıkarsa ve eğer kendisi Beyaz Saray’a çıkmaya uygunsa, Amerikan halkı ona oyunu verir."
Ben Amerika’da çok yakın geçmişte yaşananları anımsattım ve "Bu iş nasıl olacak?" dedim.
Amerikalı arkadaş, bana kesin olarak şu yanıtı verdi:
"Olur, çok rahatlıkla olur. Çünkü o da bir Amerikalı. Onun Amerika için yüreğinde beslediği sevgi ve bağlılık bir beyazınkinden farklı olmaz. Unutmayın ki Amerika onun da ülkesidir."
O gün, Amerika’nın neden büyük bir ülke olduğunu ve dünyaya hükmetme gücünü neden yakaladığını bir kez daha anladım.
Ama yine de bir sürpriz yaşanabilir diye düşünüyorum.
AKP’ye kim inanır
ÖNCE Milli Görüşçüler...Sonra dinci holdingler...En sonunda da dinci yardım kuruluşu Deniz Feneri...
Bunların hepsi, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde alın teri dökerek para kazanan insanları soyup soğana çevirdiler.
AKP bu insanların haklarını korudu mu?
Onları soyanların yakasına yapıştı mı?
Hayır.
Tersine onların hakları için kılını bile kıpırdatmadı.
Şimdi hangi yüzle onlardan paralarını Türkiye’ye getirmelerini istiyor.
Hiçbiri getirmez.
Getirse getirse kara insanlar kara paralarını getirir.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2008
YAŞANAN komediyi özetleyelim.Avukatlar:<br><br>Davada adil yargılama koşulları sağlanamadı. Bu koşullarda adil savunma yapamayız.
Türkiye’de birçok kez toplu yargılamalar yapıldı ama ilk kez böyle bir rezaletle karşılaşıldı.
Davanın aleniyeti kalmadı.
53 yıllık avukatım. Bu şartlarla hiç karşılaşmadım. (Uğur Alacakaptan)
(Aslında avukatların söyledikleri kitap olacak kadar çok ama ben gözüme çarpanları yazmakla yetiniyorum.)
Yabancı basın:
İddianame Da Vinci Şifresi’ne benziyor. 86 sanık Erdoğan hükümetini güce başvurarak ortadan kaldırmakla suçlanıyor.
Gazeteciler:
Tam bir kargaşa. Sonuç ise fiyasko.
Cezaevinin önü panayırdı.
Doğu Perinçek:
Ben parti lideriyim, beni ancak Anayasa Mahkemesi yargılayabilir.
Kemal Alemdaroğlu:
Örgütün lideri diyorlar ama içeri giremiyorum.
* * *
Ergenekon’un böyle bir komediye dönüşeceği ta başından belliydi.
Adalet Bakanlığı’nın bu konudaki tutumu tam bir skandaldı.
Soruşturma süreci, mahkemenin sorgulamaları, tutuklama kararları tereddütler uyandırdı.
Savcıların aylarca süren hazırlıklardan sonra yazdıkları iddianame ise tam bir kara mizahtı.
Şimdi bu utandırıcı durumdan ülkemizi, yargımızı kurtarmak yargıçlarımıza düşüyor.
Onların yapacakları yargılama hukuk devletinin saygınlığını sağlayabilir.
Yargının üzerinde oluşan kuşkuları, güvensizliği ortadan kaldırabilir.
Yaratılan korku toplumu psikolojisini dağıtabilir.
Bir dava düşünün ki, 17 aydır hapiste tuttuğu sanıklar ve avukatları nelerle suçlandıklarını bilmiyor.
Ergenekon davası, suçluyla suçsuzu aynı sepete koyan belki de dünyadaki ilk dava olarak tarihe geçecek.
Bu davada yargıçların en büyük görevi gerçek suçlularla, davaya zorlamalarla dahil edilen muhalifleri ayırmak olmalı.
Bugün demokrasiye, hukuk devletine inanan milyonlarca insan, davayı yürüten yargıçlardan dosta düşmana birçok onurlu meslektaşları gibi "Türkiye’de yargıçlar vardır" dedirtmelerini umutla bekliyor.
* * *
Adalet Bakanlığı adına bir rezalet de "Deniz Feneri" dosyasının Almanya’dan bir türlü getirtilememesi.
Geçen gün gazetelerde bir haber vardı.
Bir TIR şoförü "Bize söyleselerdi iki günde getirirdik" diyordu.
Bu komik olay dün de Vatan’ın manşetiydi.
Vatan aradan 15 gün geçmesine karşın dosyadan bir haber alınamadığını yazıyordu.
Gazete bir de kutu yapmış.
Kutuda "Eğer bu yazı bir postacıya verilseydi o da bunu Frankfurt’a yürüyerek götürseydi 10 günde yerine ulaştırırdı" deniyor.
Devletin gücü işte. İstediğini anında yakalayıp içeri tıkıyor. Aylarca yargılamadan yatırıyor.
Kiminin de yargılanmasını geciktirmek için elinden geleni yapıyor.
Hiç kimse kuşku duymasın, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin Türk Adalet tarihinde hiç de parlak olmayan bir yer işgal edecek.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2008
BÜTÜN iş alemi dünyayı kasıp kavuran küresel kriz için hükümeti zaman yitirmeden önlem almaya çağırıyor. <br><br>Başbakan ise kızıyor ve hepsini "Felaket tellalları" olarak ilan ediyor. Sonra da "Kaya gibi sağlamız, evvel Allah bir endişemiz yok" diyor.
Başbakan Erdoğan’ın bu "Evvel Allah bize bir şey olmaz" anlayışı yıllar önce yaşadığım bir olayı anımsattı.
1970 yılıydı... Foto muhabiri arkadaşımla Urfa’dan Diyarbakır’a gidiyorduk.
Zaman kazanalım diye gece yarısından sonra kalkan bir otobüse atlamıştık.
Karanlıklar içinde yol alıyorduk. Yerimiz arkalardaydı. Koridora doğru eğilip yola bakmak istedim ama bir şey göremedim.
Çünkü otobüsün farları yanmıyordu. Dehşet içinde kaldım. Hemen muavini çağırıp "Farlar zayıf galiba" dedim.
Muavin pişkin pişkin: "Ne zayıfı abi hiç yanmıyor ki..."
"Peki, şoför yolu nasıl görüyor?"
Muavin yine aynı pişkinlikle şu yanıtı verdi:
"Evvel Allah bizim şoför asfaltın karasından yolu bulur abi, sen merak etme."
Hiç unutmam, foto muhabiri arkadaşa döndüm, "Eğer Diyarbakır’a sağ sağlim inersek hemen bir kurban keselim. Durma dua et" dedim.
* * *
Türkiye’yi 2001 krizinden çıkaran Kemal Derviş ise Başbakan kadar rahat değil:
"Küresel kriz nedeniyle gelişmekte olan ülkelerde ekonomik yavaşlama kaçınılmaz... Durgunluk 1-1.5 yıl sürecek."
Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye ekonomik çarkını borçla ve sıcak para ile döndüren bir ülke.
Bu tip ülkeler için durgunluğun çok ciddi önlemler alınmazsa bir felakete dönüşeceğini çocuklar bile bilir. Ama bizim Başbakan "Felaket tellallığı yapmayın. Evvel Allah bize bir şey olmaz" diyor.
Tıpkı gece karanlığında yanmayan farlarla giden otobüsün muavini gibi...
Derviş belki dinleyen olur diye deneyimlerine dayanarak uyarılarına devam ediyor:
"Bizim finans kurumlarımız bu araçlara (ödenmeyen senetlere, tahvillere) yatırım yapmadı. Krizin tetikleyici unsurlarından uzağız. Ancak ihracat etkilenecek. Kur etkilendi bile."
Burada bir parantez açalım. Türk finans kurumlarının sermayeleri kısıtlı olduğu için "toksik kağıtlar" denen belaya para yatıramadı.
En büyük şansımız da bu.
Yani Tayyip Bey’in ekonomimizin çok güçlü olduğu iddiaları masaldan başka bir şey değil.
Eğer finans kurumlarımız bu "toksik kağıtlar"a bulaşmış olsaydı biz çoktan paramparça olurduk.
Derviş’e göre cari açığın büyüklüğü, reel sektörün borçları ekonominin kırılganlığını artırıyor. Bunun sonuçları hisse senedi piyasalarında görülüyor.
Derviş’in uyarılarından anladığımız şu:
"Evvel Allah bize bir şey olmaz, deyip yan gelip yatmakla bu işten kurtulamayız. Hızlı bir şekilde gerekli önlemleri almalıyız."
* * *
Yazıyı okurumuz Esen Tekinal’ın gönderdiği şu fıkrayla bitirelim.
Tanrı, meleklerini sorunlarını çözmek için kendisine yakaran dünyadaki milletlere gönderiyormuş.
- Sen Fransa’ya.
- Sen Almanya’ya.
- Sen İngiltere’ye.
- Sen Amerika’ya.
- Sen Rusya’ya.
Sıra biz Türklere gelince, "Yooo..." demiş, "oraya ben bizzat gideceğim. Türkler bütün işlerini bana havale ederler."
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
BU muhabbet, siyasi yaşamımızda 2001 krizinin de çıkmasına neden olan MGK toplantısıyla başladı. O toplantıda her şey düzgün giderken Cumhurbaşkanı Sezer ile Başbakan Ecevit arasında bir elektriklenme oldu.
Öfkelenen Sezer, önündeki Anayasa kitapçığını masaya attı.
Bu hareket üzerine Başbakan Ecevit toplantıyı terk etti.
Hemen arkasından yardımcısı Hüsamettin Özkan ayağa fırladı, Sezer’e "Nankör kedi" diye bağırdıktan sonra o da salondan çıktı.
Aradan yıllar geçti. Başbakan Erdoğan, kendisini kedi olarak çizen karikatürist Musa Kart’ı mahkemeye verdi.
Bu olay üzerine "kedi muhabbeti" yeniden alevlendi ve uzun süre siyasal gündemimizi işgal etti.
* * *
Kedi muhabbeti tam unutulurken bu kez Hülya Avşar, bir süre önce röportaj yaptığı Erdoğan için, "Başbakan ürkek bir kedi gibiydi" diye konuşunca kedi muhabbetini yeniden siyasal gündemin başına oturttu.
AKP’liler, Hülya Avşar’a çok kızdılar, "Bizim Başbakanımız kedi değil, aslandır, aslan" dediler.
Başbakanlık, Hülya Avşar’ı arayarak sözlerini düzeltmesini istedi.
Avşar kötü bir şey söylemediğini, Başbakan ile eşi Emine Hanımefendi’yi çok sevdiğini belirterek sözlerinin arkasında durduğunu vurguladı.
Böylece hem durumu idare etti hem de Başbakan’ın öfkesinden kurtuldu.
Avşar’ın Başbakan’ın öfkesinden kurtulmasında daha önceki açıklamalarının da rolü var.
Hülya Hanım, AKP’ye sempati beslediğini, hatta yanlış anımsamıyorsam oy verdiğini de bir tarihlerde açıklamıştı.
Ha unutmayalım, bu arada Baykal da bu muhabbete katıldı ve dokunulmazlıklar konusunda Erdoğan’a "Suçlu kedi" dedi.
Milli Görüşçüler ise, Tayyip Bey’e "Nankör kedi" göndermesi yaptılar.
Bu "kedi muhabbeti"nin Tayyip Bey’i kızdırdığına eminim.
Ama yapacak bir şey yok. Bu muhabbet, siyasal yaşamımızdan çıkacağa pek benzemiyor.
Tekfen Vakfı’nın heyecan veren projesi
24 Ekim’de çok ilginç bir konser izleyeceğiz.
Tekfen Vakfı, Cumhuriyet’in kuruluşunun 85. yıldönümünü "1 Güfte 12 Beste" projesiyle kutluyor. Mehmet Akif, İstiklal Marşı şiirini milli mücadele döneminde yazdı. Şiir 12 Mart 1921 tarihinde milli marş güftesi olarak TBMM’de kabul edildi.
Bu güfte için açılan beste yarışmasına 11 beste katıldı.
Tekfen Vakfı, araştırmacı-yazar Mehmet Altun’un çalışmasıyla bu bestelerin notaları bulundu, bunların orkestra aranjmanları yapıldı.
Bu besteler, Tekfen Filarmoni Orkestrası tarafından 24 Ekim’de Lütfi Kırdar’da gerçekleştirilecek Cumhuriyet konseriyle sanatseverlerle buluşacak.
Konserde sanatseverleri bekleyen bir de sürpriz var.
Konserde 11 değil, 12 eser çalınacak. Bu eseri besteleyen kişi, milli mücadelenin kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa.
Karabekir, "Türk Yılmaz" adını verdiği eserini yarışma için bestelememişti. Tekfen Vakfı, Karabekir Paşa’nın bu eserinin de 12’nci eser olarak konserde yer almasına karar verdi.
Bu heyecan verici projeyi gerçekleştirdikleri için projenin mimarı Tekfen’in sahiplerinden Nihat Gökyiğit’i, Tekfen Vakfı’nı ve projeye emeği geçen herkesi kutluyorum.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2008
ŞU güzel ülkede ağız tadıyla bir ömür sürmek nasip olmuyor. <br><br>Anlaşılıyor ki, nasip de olmayacak. Cennet gibi bu ülkeyi cehenneme dönüştürmek için elbirliğiyle uğraşıyoruz.
Yalanlar, dolanlar, talan ve hırsızlıklar...
Kan içen terör...
Kavgalar, insanların birbirlerini gırtlaklamaları...
Her gün bir felaket, bir facia, her gün bir gerginlik...
Hoşgörüye, huzura hasret duyar olduk.
Devleti yönetenlerin öfkesi bu çekilmez ortamı daha da çekilmez hale getiriyor.
Öfke geçmişte kimseye bir yarar getirmedi...
Bugün de getirmiyor...
Başbakan’ın bitmez tükenmez öfkesinin ne yazık ki Genelkurmay Başkanı’na da yansıdığını üzüntüyle görüyoruz.
* * *
İçinde bulunduğumuz ortam bir kez daha bilge Edebali’nin Osman Bey’e yaptığı o unutulmaz nasihatleri anımsatmamızı gerektiriyor.
Şöyle diyor Edebali:
"Ey, Osmancık. Allah, gözünü ve gönlünü ve yolunu ışıtsın.
Bileğinin, yüreğinin gücünü pekiştirsin.
Haktan, adaletten, merhametten, azimden ve sebattan garip komasın.
Ey, Osmancık. Gayrı Osman Bey’sin.
Beyliğin bil, beyliğin unutma, unutturma.
Eşine, dostuna, düşmanına unutturma. Anana, atana dahi unutturma.
Ey, Osman Bey. Beysin...
Bundan gayrı öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül alma sana.
Suçlama bize, katlanma sana.
Bundan gayrı yanılgı bize, uyarı sana.
Acz bize, yardım sana.
Huysuzluk bize, hoşgörü sana.
Anlaşmazlıklar, çatışmalar bizde, adalet sende.
Kötü göz bize, şom ağız bize, haksız yorum bize, bağışlamak sana.
Ey, Osman Bey.
Bundan gayrı bölmek bize, bütünlemek sana.
Üşengenlik bize, gayret sana.
Uyuşukluk bize, uyarmak sana.
Rahat bize, şevk urmak sana.
Bey Osman... Yükün ağır, işin çetin. Allah yardımcın olsun."
* * *
Hiçbirimiz Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’dan böyle öfkeli bir açıklama beklemiyorduk.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak, aşağılamak için uzun zamandan beri belli odakların güdümünde bir kampanya yürütülüyordu.
Hepimiz Genelkurmay Başkanı’nın bu güdümlü kampanyanın ipliğini pazara çıkaracak açıklamalar bekliyorduk.
Aktütün Karakolu’na teröristlerin güpegündüz baskın yapmasının kafamızda yarattığı soru işaretlerini giderici bilgiler vermesini bekliyorduk.
Ama Orgeneral Başbuğ öfke dolu bir üslupla bu beklentileri boşa çıkardı.
Türk halkı ordusunu sever.
Askeri için içi titrer.
Onun kılına zarar verilmesi yüreğini yakar.
Milletimizin aşırı duyarlılığının, duyduğu üzüntünün nedeni de budur.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2008
KOCAELİ Üniversitesi’nin görkemli yerleşkesine girdiğimde yüreğimi hem büyük bir mutluluk, hem de derin bir hüzün kapladı. Yerleşkenin her tarafı Türkiye’nin geleceği olan gençlerle cıvıl cıvıldı.
Öğle saatiydi. Kafeler tıklım tıklımdı.
Kendi kendime "Keşke Baki Hoca da aramızda olsaydı" dedim.
Baki Komsuoğlu... Kocaeli Üniversitesi’ni yeniden yaratan efsane rektör.
Depremden sonra yerle bir olan, YÖK’ün "Öğretime ara verelim" önerisini geri çeviren ve kurduğu barakalarda binbir zorlukla öğretimi sürdüren ve üniversiteyi ayakta tutan hoca, bir yandan da yeni yerleşke için yer arıyordu.
2000 yılında şimdiki yerleşkenin yerini belirlemişti. Ama arsa spekülatörlerden korumak için gizli tutuyordu.
Rahmetli, büyük bir heyecanla "Gel seni götüreyim. Bir gör. Harika bir yerleşke kuracağız" dedi.
Gittik. İzmit’te ve körfeze kuşbakışı bakan kocaman, yemyeşil bir tepeydi.
O gün bana, hayalindeki yerleşkeyi en ufak ayrıntısına kadar anlattı, "Şuraya şu yapılacak, buraya bu yapılacak" dedi.
Doğrusu ben o gün, bugünkü güzelliği hayal edemedim.
* * *
Önceki gün 56 bin öğrencinin eğitim gördüğü üniversitenin 2008-2009 akademik yılı açılış töreni vardı.
Baki Komsuoğlu’ndan bayrağı devralan Prof. Sezer Şener Komsuoğlu açılış konuşmasını yaparken heyecanını gizleyemiyordu.
Üniversiteyi küllerinden yaratan unutulmaz rektör Baki Hoca’sız ilk açılıştı bu.
Herkes bunun hüznünü yaşıyordu.
Rektör Komsuoğlu, üniversitenin gurur duyulacak bir konuma ulaştığını vurguladı, önümüzdeki 5 yılda koydukları hedefleri açıkladı ve sözlerini şöyle bitirdi:
"Üniversitemiz bir aydınlanma, özgürlük ve öğrenmenin yeridir. Bilgiyi elde edebilecek altyapıya sahibiz. Bu altyapıyı kullanacak yaratıcı genç nesiller yetiştirmeyi hedefliyoruz. Kocaeli Üniversitesi Cumhuriyet ilkelerine taviz vermeden bağlıdır. Atatürk’ün ideallerini yüceltmeye ve Türkiye’nin geleceğini bilimsel düşünce, laik kamu düzeni ve çoğulcu demokraside gören bir kurum olarak yolunda ilerleyecektir."
* * *
Rektör Komsuoğlu’nun konuşmasından önce bir kutlama telgrafı okundu. İlginçti:
"Kocaeli Üniversitesi’nin 2008-2009 eğitim-öğretim yılında da laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine içtenlikle bağlı, dünyanın her geçen gün daha da zorlaşan rekabet şartlarına uyum sağlayabilen, çağdaş ve aydın gençler yetiştireceğine inanıyorum.
Üniversitenizin yetiştireceği bu öğrenciler; en aykırı fikirleri bile dile getirebilen, eleştiriye açık, tartışmaktan ve uzlaşmaktan çekinmeyen; dil, din, cinsiyet ve etnik köken ayrımı yapmayan, düşünce ve ifade özgürlüğünü her şart altında savunan gençler olacaklardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, bu gençlerin çabaları ve özgür düşünceleriyle daha da ileriye gidecektir."
Hepimizin altına gönül rahatlığıyla imza atacağı, ne güzel sözler değil mi? Kime ait dersiniz?
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’a desem şaka ediyorum sanırsınız.
Şaka etmiyorum. Bu güzel sözler gerçekten Yusuf Ziya Özcan’a aittir.
Demek ki, YÖK Başkanı da kendisini atayanlar gibi takiyeyi iyi öğrenmiş.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2008
DÜNYAYI kasıp kavuran krizin ilk habercisi İstanbul doğumlu Amerikalı Musevi Profesör Nouriel Rubini oldu. Rubini 2007’nin Ocak ayındaki Davos toplantısında "Amerika’yı büyük bir resesyon (ekonomik durgunluk) bekliyor. Ekonomide çok kötü bir gidiş var" diyor.
Herkes şaşırıyor. Kimse Rubini’ye inanmıyor ve onu "felaket tellallığı" ile suçluyorlar.
Rubini, ev kredilerinin (mortgage) bir felaket getireceğini daha ortada bir tehlike belirmeden görüyor.
Aradan çok geçmeden mortgage’larda yavaş yavaş ödeme zorlukları başlıyor.
Sonra da hızlanarak 12 milyon insan kredi borçlarını ödeyemez hale geliyor.
Peki bu noktaya nasıl gelindi?
İlhan Kesici’ye göre Amerika’da birtakım dehalar fazla ince eleyip sık dokumadan herkesi ev sahibi yapmaya kalkıyorlar ve ödeme gücü olup olmadığına aldırmadan kredilendiriyorlar.
2007’nin ortalarında sorunlar çıkmaya başlıyor. İnsanlar bankalara "Ben borcumu ödeyemiyorum, gel evi al" diyorlar.
Ama kısa zamanda iade edilen evler çığ gibi çoğalarak satılamayacak sayıya ulaşıyor.
* * *
Kesici krizin katlanarak büyümesini de şöyle anlatıyor:
"Başlarda bu tehlike küçümsendi. ’Topu topu 30 milyar dolarlık bir risk Amerikan ekonomisi için sorun olmaz’ dendi. Sonra bu rakamın 150 milyar dolar, bir süre sonra 300-400 milyar dolar olduğu görüldü. Şimdi ise bir trilyon dolar, 3 trilyon dolar diyenler var..."
Çünkü Amerika’da dağıtılan "çürük krediler" Avrupa’ya da bulaştı.
"Çürük kredi" dağıtan banka veya finansman kuruluşları bu kredilerin sağlam olmadığını bildikleri için bunları sigorta ettiriyor. Sigorta şirketleri de bu kredilere güvenmedikleri için gidip kendilerini bir başkasına sigorta ettiriyorlar.
Kesici’ye göre iş bununla da kalmıyor. Riskten kurtulmak isteyen bu kuruluşlar tahvil çıkarıp bazı fonlara satıyorlar. Bunları, kárlı diye Avrupa’daki ve dünyadaki bazı fonlar da alıyorlar. Buna hisse senedi çıkarıp satma da eklenince "çürük krediler" bir felaket zinciri haline geliyor.
Böylece ipin ucu kaçıyor ve rakam belirlenemez hale geliyor.
Şimdi dünya ekonomisini kurtarmak için başta Amerika, Avrupa ve Uzakdoğu ülkeleri önlem üstüne önlem alıyorlar, paket üstüne paket hazırlıyorlar. Felaketin banka kurtarmakla düzelmeyeceğini gördükleri için bazılarına el koyuyorlar.
Kesici, "Bu duracak. Ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" diyor.
* * *
Dünyanın en büyük ekonomisi olan Amerika’da her yıl 10 trilyon dolarlık tüketim yapılıyor.
Prof. Rubini’nin 2007 başında öngördüğü resesyon başlıyor ve giderek de hızlanıyor.
Amerikan ekonomisindeki bu durgunluk büyümeyi olumsuz etkileyecek.
Bu ülkede tüketimin düşmesi bütün dünyayı sıkıntıya sokacak. Avrupa Birliği ile Çin’in Amerika’ya yaptığı yaklaşık 800 milyar dolarlık ihracat azalacak.
Bu durumda Türkiye’nin AB’ye ihracatı da düşecek. Türk ekonomisi de durgunluğa girecek.
Cari açığı aşırı yüksek olan Türkiye, ekonomisini döndürmekte, borçlarını ödemekte büyük sıkıntılara düşecek.
Evet... Manzara iç karartıcı...
Bari bu iç karartıcı yazıyı teselli babında Başbakan Erdoğan’ın o eşsiz öngörüsüyle bitirelim:
"Kimse merak etmesin, evvel Allah bize bir şey olmaz..."
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2008
AKP yolsuzlukların ortaya çıkarılmasından korkuyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, istedikleri kadar dokunulmazlık zırhının arkasında gizlensinler, korkunun ecele faydası yoktur. Eninde sonunda bu ülkede yolsuzlukların hesabı görülecektir.
Gizlemekle, pisliklerin üstünü örtmekle, oraya buraya baskılar yapmakla yolsuzlukların hesabını vermekten kurtulamazlar.
Arkadaşımız Fikret Bila’nın Milliyet’te yazdığı olay başlı başına bir skandaldır.
GRECO, Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadele Devletler Grubu...
Bu grup, 2005’te, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülke hakkında yolsuzluklarla ilgili bir rapor hazırladı.
Ancak AKP iktidarı başının fena şekilde ağrıyacağını anladığı için rapordaki Türkiye bölümünün yayınlanmasına izin vermedi.
İşin daha vahim yani, raporda yer alan 20 ülkenin içinde yayın izni vermeyen tek ülke Türkiye oldu.
* *Ê *
Kim bilir raporun Türkiye bölümünde ne rezaletler vardı.
Ama Türk halkı hükümet engellediği için bunları öğrenemiyor.
Korkuyorlar, kirli çamaşırların ortaya dökülmesinden ödleri kopuyor. Dinci holdinglerin Almanya’daki insanlardan hortumladığı milyarlarca dolarlık vurgunu da sakladılar.
CHP’nin zorlamasıyla kurulan komisyonu çalıştırmadılar.
Dosyaları sümen altı ettiler.
Dinci holdingler vatandaşların yıllarca çalışarak elde ettikleri birikimleri AKP sayesinde bir güzel iç ettiler.
Başbakan Erdoğan’ın Almanya’ya yaptığı gezide vatandaşların kendisini nasıl sıkıştırdığını hepimiz anımsıyoruz.
Medyanın günlerce yazıp çizdiği Deniz Feneri rezaletini bile korudular, kolladılar.
Bütün korkuları bu pisliklerin ortaya dökülmesi.
Bilsinler ki bundan kaçış olmaz.
Gün gelir mutlaka talanın hesabı sorulur.
Önemli terör uyarıları
CHP İstanbul Milletvekili, emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ TBMM’deki tezkere görüşmelerinde önemli uyarılar yaptı.
"Hükümet terörle mücadelede zafiyet içindedir.
PKK Barzani’nin denetimindeki Kuzey Irak’ı eylem üssü olarak kullanıyor.
5 Kasım 2007’de Washington’da Başbakan Erdoğan ile Bush arasında varılan mutabakatla TSK’nın, Kuzey Irak’ta ABD’nin izni olmadan operasyon yapması yasaklandı.
Mutabakat sonucunda TSK, ABD neyi vurdurtmak isterse onu vurur hale geldi. ABD’nin vurdurttuğu terör ağacının gövdesi değil, sadece dalları.
ABD, PKK sorununa müzakere yoluyla siyasi çözüm bulunmasını öngören bir projeyi hükümete kabul ettirdi. Bu halktan gizleniyor.
Hükümetin bir zafiyeti de terörle mücadele kavramını, teröristle mücadele olarak anlamasıdır.
Terörle mücadele ancak terörün ekonomik, sosyal, psikolojik ve siyasal boyutlarını kapsadığı takdirde başarıya ulaşır.
Terörü hep birlikte tarif edemememiz, kınayamamamız, hatta bu çatı altındaki bazı kişilerin terörü bir hak olarak göstermeye ve meşrulaştırmaya çalışmaları bu konudaki en büyük sorundur.
Bugün hiçbir demokratik ülkede terör yapanların himaye edilmesine, övülmesine izin verilmez."
Yazının Devamını Oku