7 Kasım 2008
YAPILAN karmaşık analizleri, uçuk değerlendirmeleri ve fantezileri bir yana bırakırsak geriye somut bir gerçek kalır. Amerikan toplumu, ülkelerinin başına dedeleri Amerika’ya köle olarak getirilmiş bir siyah adamı oturtmuştur.
Hem de tam 64 milyon oy vererek.
En ırkçı eyaletlerde yaşayanlar bile bu siyah adama "Evet" demiştir.
Obama’nın seçilmesi tarihi bir mucizedir.
Bırakın 43 yıl önce dile getirilen hayalleri, daha 10 yıl önce hiç kimse bu kadar kısa zamanda böyle bir mucizenin gerçekleşebileceğini aklına bile getirmiyordu.
Çünkü Amerika’daki ırk ayırımı hálá bitmemiştir.
Ayrımcılık siyahtan griye dönüşmüş olsa da hálá sürmektedir.
Barack Obama’ya umut bağlayan milyonlarca siyah ve Hispanik insanın büyük, çok büyük beklentileri var.
Obama daha yoksul, daha çok işsiz, eğitim düzeyleri düşük, daha çok hastalanan, beyazlardan daha az yaşayan bu insanların durumunu düzeltmek için belki sistemle boğuşmak zorunda kalacak.
* * *
Amerikalıların Beyaz Ev, bizim Beyaz Saray dediğimiz dünyanın yönetildiği yapıya yerleşecek olan Barack’ın oturacağı masanın üzeri pisliklerle dolu.
Batağa saplanmış bir ekonomi, pis bir imaj, dünya barışını yok eden, yüz binlerce insanın katledildiği savaşlar...
İşte Başkan Bush’un yeni başkana bıraktığı rezil miras...
Siyah adam bu ağır sorunların altından kalkabilmek için büyük bir savaş verecek.
Ekonomiyi bataktan çıkarmak için ne yapacak?
Var olan düzeni mi koruyacak, yani büyük bankaları, finans kurumlarını, zenginleri kurtarmaya mı soyunacak?..
Yoksa köklü bir değişim için ona oy veren milyonlarca insanın beklentileri doğrultusunda hareket etmeyi mi göze alacak?
Siyah adam bu yürekliliği gösterebilecek mi?
Bunu yapmaya kalkarsa sistem kendisinden öncekiler gibi onu öğütüp yok etmek için güçlü çarklarını işletecek mi?
* * *
Bir politikacı için en kolay yol, seçmenlere bol bol umut dağıtmaktır.
İnsanları bu umutları gerçekleştireceğine inandırmaktır.
Ama tarih, iktidar gücünü ele aldıktan sonra bunu başaramayan politikacıların siyaset sahnesinden silindiğine dair örneklerle doludur.
Obama bunlardan biri olursa Amerikan seçmeni çok büyük bir deprem yaşar.
Bu genç siyah adamın bunu başarmasını yalnız Amerikalılar değil, tüm dünya bekliyor, umut ediyor.
1970’li yıllarda biz Türk toplumu olarak bu umudu yaşadık.
"Karaoğlan" adını taktığımız bir politikacıya büyük umutlar bağladık.
Onun ülkemizin yazgısını değiştireceğine inandık.
Ama ne yazık ki bizim efsaneleştirdiğimiz "Karaoğlan" başarılı olamadı.
Kendisine bağlanan umutlar kısa zamanda söndü gitti.
Milyonlarca yoksul insan büyük hayal kırıklığına uğradı.
Dileyelim Obama başarılı olsun.
Çünkü onun başarılı olması yalnız Amerika’ya değil, tüm dünyaya barış ve huzur getirecektir.
Bütün insancıl değerlerden yoksun, insana kasteden ırkçılığın pis yüzü sadece Amerika’da değil, tüm dünyada gerileyecektir.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2008
9. Kuzey-Güney Avrupa Ekonomi Forumu’nun İzmir’de düzenlemesi hem bu kent, hem de Türkiye için çok önemliydi. Forumun kurulmasına bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin üyeliği konusunda çıkardıkları zorluklar esin kaynağı oldu.
İşadamı Şarık Tara tam üyelik görüşmelerinin başlaması için çıkan engellerin ortadan kaldırılması amacıyla Avrupa başkentlerine bir seri geziler yaptı.
Bu ziyaretlerde Tara görüştüğü politikacılara Türkiye’nin durumunu ve Avrupa Birliği için gerekli bir ülke olduğunu anlattı.
Ama konuşmalar sonunda şunu anladı ki, Avrupa ülkeleri Türkiye ile ilgili bir bilgi eksikliği içinde.
Son olarak Finlandiya eski Cumhurbaşkanı Ahdisari ile yaptığı konuşmada bu gözlemini anlattı ve buna bir çare bulmak gerektiğini söyledi.
İşte bunun üzerine bu forumun kurulmasına karar verildi.
İzmir’deki foruma 30 ülkeden 4 cumhurbaşkanı, 3 başbakan, üst düzey politikacılar, bürokratlar ve işadamları katıldı.
Bunların birçoğu ilk kez İzmir’e geldiklerini ve kentin onları çok etkilediğini söylediler.
Aslında etkilenme, beklemedikleri bir Türkiye ile karşılaşmalarıydı.
* * *
Forum boyunca 70’ten fazla insan söz alarak görüşlerini açıkladı.
Bu konuşmalar içinde bana göre 4 konuşma çok çarpıcıydı.
Bunların bir tanesi Süleyman Demirel’in yaptığı konuşmaydı.
Demirel’in 25 dakika süren konuşmasında verdiği en önemli mesaj, Avrupa’nın bütünleşmesinin en önemli koşulunun Türkiye’yi ve Balkanlar’ı içine alması olduğuydu.
Demirel, Türkiye Cumhuriyeti projesinin Avrupa projesi olduğunu vurguladı ve bunu şu çarpıcı cümlelerle açıkladı:
"Türkiye’nin birliğe yapacağı katkılar Avrupa’nın düşündüğünden fazladır ve Avrupa bu beraberlikten daha kazançlı çıkacaktır. Avrupa Türkiye ile Balkanlar’ı içine almadan birliğini tamamlayamaz. Avrupa Birliği yöneticileri daha bütünleşmiş Avrupa için daha anlayışlı davranmalıdır. Bu Avrupa’nın verdiği önemli bir sınav olacaktır."
* * *
İkinci ilginç konuşmayı Şarık Tara yaptı.
Tara, bir Balkanlı olarak Balkanlar’ın önemine değindi. Balkanlar’ın kalkındırılmasının hem Avrupa hem de dünya barışı için çok önemli olduğunu vurguladı, "Avrupa ülkelerinde 25 bin Euro olan milli gelir Balkanlar’da 2 bin Euro’ya kadar gerilemektedir. Bu dengesizlik giderilmelidir" dedi.
Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Silajzic’in konuşması da çok çarpıcıydı.
Silajzic yakın geçmişte ülke olarak çektikleri acıları vurguladı, "Ama benim ülkemde herkes geçmişte yaşadığımız acıları unutmaya hazırdır" dedi.
Avrupa’nın içinde Türkiye’nin olması durumunda daha bütün bir Avrupa yaratılacağını söyledi ve şöyle dedi:
"Dünya ruhu şimdi Asya’ya girdi. Avrupa Asya ile bir köprü olan Türkiye’den neden vazgeçsin, Bunu anlamak mümkün değil."
TÜRSAB Başkanı Başaran Ulusoy ise Türk turizminin son 25 yılda yarattığı mucizeyi çok özlü bir şekilde anlattı.
Çarpıcı rakamlarla Türk turizminin geldiği noktayı anlattı ve 2023’te 50 milyon turist ağırlama hedefimiz olduğunu açıkladı.
TÜRSAB Başkanı, Türkiye’nin turizm açısından çok geniş seçeneklere sahip olduğunu vurguladıktan sonra şu anlamlı mesajı verdi:
"Bütün yabancı konuklardan şunu rica ediyorum. Ülkelerine döndükten sonra çeşitli olayları, özellikle de terörü bahane ederek Türkiye’ye turistik gezilerini engelleyici girişimlerin yapılmamasını söylesinler. Türkiye güvenli bir ülkedir ve bu tip kampanyaları hak etmemektedir."
Bu forum, İzmir için büyük bir olaydı. Bu güzel kent, sahip olduğu sonsuz seçeneklerle bu şansı çok iyi kullandı.
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2008
EY AKP iktidarı...Vatandaşa yürümekte zorlanan hasta Ecevit’in dönemini aratır oldunuz. El insaf...
Yılbaşından bu yana doğalgaza yüzde 82.15 zam yaptınız.
Gece saat 02.00’de ilan edilen son zammın oranı konutlarda yüzde 22.5, sanayide yüzde 22.
Bu yıl yapılan 5’inci zam.
Başbakan’ın bundan haberi var mı?
Haşa yok!
Uzmanlara göre yakında önce elektriğe, arkasından A’an Z’ye her şeye yüklü zamlar gelecek.
Peki başbakanımızın bundan haberi var mı?
Haşa yok!
Türkiye Kömür İşletmeleri yeraltında kazma kürekle kömür çıkaracak 3 bin madenci alacağını açıkladı.
Bu meşakkatli iş için çaresizlik içinde kalan 38 bine yakın genç adam başvurdu.
Bunların binden fazlası üniversite mezunu.
Alacakları ücret 1175 YTL.
Başbakanımızın bundan haberleri var mı acaba?
Haşa yok!
* * *
Ülkedeki gerçek işsizlik yüzde 20.
20 milyon çalışanın yarısı kayıt dışı istihdam ediliyor. Yani hiçbir sosyal güvenceleri yok.
20 milyon insan yoksul.
700 bin insan ise aç.
Başbakanımızın bunlardan haberi var mı?
Haşa yok!
Memur, işçi, hızla yoksulluk sınırına doğru sürükleniyor.
Emekli, dul, yetim perişan.
Çiftçi, esnaf büyük sıkıntı içinde. İntihar edenler bile var.
Bütün bu kara tabloyu yaşayan çaresiz insanlar şimdi de bir dünya kriziyle karşı karşıyalar.
Dolar yükseldi, zamlar arka arkaya yağmaya başladı.
İnsanlar giderek daha yoksul hale geliyor.
İktidar dizginleri elinden kaçırdı. Artık ülkeyi yönetmekte zorlanır hale geldi.
Sayın başbakanımızın bunlardan haberleri var mı?
Haşa yok!
Yok, çünkü kendileri oy almak için yoksul insanları kömür, yiyecek paketi, para pul dağıtarak tavlamakla meşguller.
Kendileri sosyal devleti ortadan kaldırıp, sadaka devleti kurdular.
Yazıklar olsun...
BU Üzmez denen utanmaz adamı tahliye eden cumhuriyetin yargıçlarına...
Ona düzmece rapor veren cumhuriyetin Adli Tıp kurumunun uzmanlarına...
Onu koruyup kollayanlara...
Ona yazı yazdıranlara...
Arka çıkanlara ve susanlara...
Adalet, Sağlık ve Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’na...
Bu olay olmamış gibi davranan ülke yöneticilerine...
Dünyayı ayağa kaldırmayan kadın hakları savunucularına...
Bir kez değil, binlerce kez yazıklar olsun...
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
ELİMDE Ulvi Cemal Erkin’in tüm solo piyano eserlerinin toplandığı bir CD var. CD’nin yorumcusu, başarılı piyanistimiz Hande Dalkılıç.
Ulvi Cemal Erkin’in birçoğu Anadolu ezgilerinden esinlenerek bestelediği bu piyano parçalarını Hande Dalkılıç büyük bir başarıyla seslendirmiş.
Bestecisiyle, yorumcusuyla ve yapımcısıyla bizim insanımızın yarattığı bir CD.
Bu CD’nin çok önemli bir özelliği de kaydının Malatya İnönü Üniversitesi’ndeki kayıt stüdyosunda yapılmış olması.
İnönü Üniversitesi... Çok değil 8-9 yıl önce tarikatların elinde olan ve akademik öğretim yılı açılışlarının ilahilerle yapıldığı bir üniversiteydi.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, bu sancılı kurumu rektör olduktan sonra çağdaş bir cumhuriyet üniversitesi haline getirdi.
Atatürk’ün çok önem verdiği evrensel çoksesli müziğin ülkemizin doğusunda da filizlenmesini sağlamak, yetenekli gençleri bulup çıkarmak amacıyla konservatuvar kuruldu.
İleride senfoni orkestrasına dönüşecek olan İnönü Üniversitesi Anadolu Oda Orkestrası oluşturuldu.
Ünlü sanatçıların Malatya’da konser vermelerini sağlamak için Steinway&Sons tam kuyruklu piyano alındı.
Doğu illerimizdeki ilk modern kayıt stüdyosu kuruldu.
* * *
Üniversitenin yerleşkesi Batı standartlarına kavuşturuldu, akademik çalışmalar, bilimsel yayınlar açısından ciddi bir tırmanış yaşandı.
Tıp fakültesi hastanesinde kalp damar cerrahisinde, organ nakli ameliyatlarında uluslararası bir başarı sağlandı.
Bir zamanlar akademik öğretim yılına ilahiler okunarak başlayan üniversite, çağdaş bir cumhuriyet üniversitesine dönüştü.
Doğal olarak bu süreç bazı gerici çevreleri rahatsız etti.
Üniversitenin kentten koptuğunu, halkla bütünleşemediğini yaymaya başladılar.
Sonunda AKP’li Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçilip malum YÖK Başkanı’nı atayınca, bu kesimler de İnönü Üniversitesi’ni ele geçirmek için kolları sıvadılar.
Abdullah Gül ile hükümetin İnönü Üniversitesi için buldukları, üniversitenin eşiğinden içeri adımını atmamış Prof. Dr. Cemil Çelik rektör seçtirildi.
Gül, doğal olarak Çelik’i İnönü Üniversitesi rektörlüğüne atadı.
* * *
Yeni rektörle birlikte üniversitede çarklar tersine döndürülmeye başlandı.
Üniversite ile halkı barıştıracağım diye işe başlayan rektörün ilk hedefi, binbir emekle kurulan ve yörenin yetenekli gençlerinin evrensel çoksesli müzik eğitimi almaya başladığı konservatuvar oldu.
Uluslararası sanatçıları ağırlayan, çeşitli sanat etkinlikleriyle bölgedeki bütün üniversitelerin örnek aldığı bir konuma gelen İnönü Üniversitesi konservatuvarının yaşatılacağına dair bir umut yok.
Büyük olasılıkla konservatuvar kapatılacak, çoksesli müziğin yerini yeniden ilahiler alacak.
Cumhurbaşkanı Gül’ün yetkilerini devretmeye hazır olduğunu söyleyecek kadar rahatsızlık duyduğu rektör seçimleri konusunda İnönü Üniversitesi ibret alınacak bir örnek.
Anlayamadığım, Cumhurbaşkanı rektör atama yetkisini devretmeye razı olacak kadar rahatsızlık duyduğu bir konuda neden tercihini doğru kullanmaz?
Neden, cumhuriyet aydınlanmasından, bilimsel özgürlükten, akıldan, bilimden, çağdaş eğitimden yana olan insanları rektör atamaz.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2008
YILLAR önce TRT’nin Kaynanalar adlı çok izlenen bir dizisi vardı. Dizi Kayserili Kantar Ailesi’nin yaşamını anlatıyordu. Ailenin reisi holding patronu Nöri Kantar, karısı Nöriye’ye kızdığı zaman sürekli "Ümüğünü sıkarım" derdi.
Dizi özellikle usta tiplemeler açısından komikti.
İzleyicinin beğenisini kazandığı için de yıllarca sürdü.
Geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan, Nöri Kantar’ın "ümüğü sıkma" deyimini IMF’ye karşı kullandı.
"Bizimle bir esneklik çerçevesinde anlaşmaya varırsanız, eyvallah, imzalarız. Yoksa ’fırsatı bulduk ümüğünü sıkalım’a izin vermeyiz" dedi.
Güzel, ümüğünü sıktırmama kararlılığı için Başbakan’ı kutlarız.
Ama belleğimizde çok taze olan bilgiler de var.
AKP iktidara geldiğinde IMF’ye fazla yüz vermeyeceğini ilan etmemiş miydi?
Ama sonra pabucun pahalı olduğunu görünce öyle ümük mümük filan demeden IMF’ye boyun eğip önerilen tüm koşullara "Evet" dememiş miydi?
Hepimizin gözü önünde de IMF Tayyip Bey’in ümüğünü tam 6.5 yıl sıkmadı mı?
Bu kez de öyle olacak. Siz Başbakan’ın efelenmesine bakmayın, paşa paşa ümüğünü IMF’ye uzatacak.
Bu kriz ortamında başka çaresi yok.
* * *
Çünkü... Ancak zorda kalan ülkeler IMF’nin kapısını çalar.
IMF de o ülkelerin ödeyebilirlik durumunu inceler, sonra borç verir.
Türkiye borcunu ödeme namusu bakımından sicili düzgün bir ülke olduğu için kredi almak sorun olmaz.
Ancak Başbakan’ın derdi başka.
Önümüzde yerel seçimler var. Başbakan iyi oy toplayabilmek için kesenin ağzını açacak.
AKP oy toplamak için kömür dağıtacak, yiyecek dağıtacak, para dağıtacak vs... vs...
Ama eğer anlaşma yapılırsa IMF buna izin vermez. Onun için bunun pazarlığını yapmak istiyor.
Aslında bir iktidarın para dağıtıp dağıtmaması IMF’yi fazla ırgalamaz. O verdiği borcun geri dönüp dönmeyeceğine bakar.
Eğer bu açıdan bir tehlike görürse, popülist politikaları engeller. Seçim harcamalarının kaynağını sorar.
Kaynak yoksa bu harcamalara izin vermez.
İşte Başbakan’ın sıkıntısının nedeni budur.
"Ümüğümü sıktırmam" lafları işin şov tarafı. IMF ile bunun pazarlığını yapmak istiyor.
Yapacağı seçim harcamalarının kısıtlanacağından korkuyor.
Bu adamın arkasında kim var?
ADAM 77 yaşında.
14 yaşında bir kıza cinsel tacizde bulunmak suçundan gözaltına alınıp tutuklanıyor.
6 ay cezaevinde yatıyor.
Birileri araya giriyor, adli tıp tarafından verilen kuşkulu bir raporla tahliye ediliyor.
Adam utanıp sıkılacağına, insanların yüzüne bakamayacağına küstahlık yapıp onu bunu suçluyor.
"Ne var bunda? Nefsime ve şeytana kırgınım" diyor.
Kendisine soru soran Fox TV spikeri Nazlı Tolga’yı tehdit ediyor.
"Ben gazeteci vurmuş adamım" diyor.
Ben de kendisine "İyi halt etmişsin" diyorum.
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2008
ECEVİT 2002’nin ocak ayında Washington’u ziyaret etti.Başkan Bush tarafından ağırlanan Ecevit’e büyük ilgi gösterildi. Irak’a saldırmaya ve Saddam’ı ne pahasına olursa olsun devirmeye kararlı olan Bush, Ecevit’le yapacağı görüşmeye büyük önem veriyordu.
Oval Ofis’teki görüşmede "Saddam Hüseyin kötü bir adamdır" diyen Bush Ecevit’e Irak’a karşı bir harekát yapmaya kararlı olduklarını açıkladı ve şöyle dedi:
"Saddam’ın kitlesel imha silahları geliştirmesi bölge için büyük bir tehdittir. Saddam Hüseyin bu davranışlarıyla bölgede istikrarsızlığın, tehlikelerin sürmesinin en önemli kaynağıdır."
Ecevit, Amerika’nın Irak’a saldırmasından büyük kaygı duyuyordu. Bunu bilen Bush Türk başbakanını "Kaygılarınızı, duyarlılıklarınızı çok iyi biliyorum" diye rahatlatmaya çalıştı.
Arkasından da Türkiye’den bu harekát için yardım istedi.
Amerika, İncirlik ile Mersin Limanı’nı kullanmak, Güneydoğu’da Irak sınırına yakın bir bölgede de üs kurmak istiyordu.
Ecevit kararlılıkla bu önerilere karşı çıktı ve bu istekleri yerine getiremeyeceklerini kesin bir dille söyledi.
Başkan Bush bundan hiç memnun olmadı.
* * *
O gece Ecevit, heyetindeki üst düzey görevlilerle küçük bir toplantı yaptı ve görüşmeyi değerlendirdi.
Görevliler Başbakan’a biraz daha esnek davranması tavsiyesinde bulundular.
Ecevit bunu kabul etmedi, Amerika’nın istediklerini ne pahasına olursa olsun yerine getiremeyeceklerini söyledi.
Başbakan’ın bu kesin tavrı üzerine kimse ısrarını sürdürmedi.
Başbakan döndükten sonra heyette bulunan üst düzey görevlilerden biri bir arkadaşına Washington gezisiyle ilgili şu ilginç değerlendirmeyi yaptı:
"Ecevit’in işi bitti. Kuzey Irak konusunda Ecevit Başkan Bush’a en ufak bir umut dahi vermedi. Bizim daha esnek olunması konusundaki önerilerimizi de kesin bir dille geri çevirdi."
* * *
Bu ziyaretten sonra Türkiye’nin siyasal yazgısı baştan aşağı değişti.
O tarihten sonra baş döndürücü siyasi gelişmeler oldu.
Washington Türkiye için çizdiği stratejiyi devreye soktu.
2001 krizinin ağır faturalarını ödeyen iktidardaki koalisyon hükümeti sallanmaya başladı.
MHP bazı siyasi gelişmeleri, kendisine dönük komplo olarak değerlendirdi ve Ecevit’in "Yapmayın, bu bir siyasi intihar olur" uyarılarına rağmen erken seçime gitme kararı aldı.
Kurmaylarını toplayan Bahçeli, seçim tarihini 3 Kasım 2002 olarak açıkladı.
Ağır bir ekonomik krizin altından kalkmak için çabalayan koalisyon hükümeti ekonominin düzelmesi tamamlanmadan ve alınan önlemlerin meyveleri toplanmadan seçime gitmek zorunda kaldı.
Her şey Washington’un senaryosuna göre yürüdü ve bir yıl önce kurulan Recep Tayyip Erdoğan’ın lideri olduğu AKP tek başına iktidara getirildi.
AKP, Ecevit’in kabul etmediği Amerika’nın her isteğine "peki" dedi.
Ancak iktidar Amerika’nın Türkiye’de asker bulundurmasına, hava ve kara üslerini kullanmasına izin veren tezkereyi Milli Görüşçü milletvekillerinin muhalefetle birlikte oy kullanması üzerine Meclis’ten geçiremedi.
Amerika buna çok kızdı ve Erdoğan’la ilişkilerini soğuttu.
Telaşlanan AKP hemen ABD kuvvetlerinin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren ikinci tezkereyi Meclis’ten geçirerek Washington’la ilişkileri yumuşattı.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2008
1950-1960 arasında başbakan olarak Türkiye’yi yöneten Adnan Menderes bir gün Demokrat Parti’nin milletvekillerine Meclis’te şöyle sesleniyordu: "Sizler isterseniz bu memlekete hilafeti bile getirirsiniz..."
Aslında Menderes’in söylemek istediği "Eğer ben istersem, bunu bile yapasınız"dı.
Gerçekten Demokrat Parti’nin 450 milletvekili Menderes’in her isteğini anında yerine getiriyordu.
O milletvekilleri partilerine oy vermeyen Kırşehir’i başbakanlarının isteği üzerine bir kanunla ilçe yapmışlardı.
Meclis’te mahkeme yetkisine sahip bir soruşturma komisyonu kurmuşlardı.
Hükümeti eleştiren gazeteleri kapatan, haberlerinin yayınlanmasına yasak koyan, gazetecileri hapse tıkan, gösteri yürüyüşlerini yasaklayan, hükümete üniversite profesörlerini, Yargıtay Başkanı ve üyelerini görevden alma yetkisi veren yasaları çıkarmışlardı.
Demokrat Partili milletvekilleri bütün bu antidemokratik yasaları başbakanın isteği üzerine yapmışlardı.
Partisinin milletvekillerine bu kadar hákim olan Menderes bir gün "Ben odunu koysam milletvekili seçtiririm" bile demişti.
* * *
Şimdi gelelim bugüne...
AKP’nin Meclis’teki 350 milletvekilinin DP milletvekillerinden bir farkı var mı?
Onlar da Tayyip Erdoğan’ın bir dediğini iki etmiyorlar. Onun her istediği yasayı gözleri kapalı çıkarıyorlar.
Başbakan Anayasa Mahkemesi’ne kızıyor diye onlar da kızıyor. Ellerinden gelse Anayasa Mahkemesi’ni toptan kaldırırlar.
Başbakan yalnız Anayasa Mahkemesi’ne değil, kendisine muhalefet yapan bütün kurum ve kuruluşlara kızıyor, onlara bağırıyor, çağırıyor.
Hepsini kendine biat edecek şekilde baskı altına almak istiyor.
Mantığının ve demokrasi anlayışının "Siz isteseniz hilafeti bile getirirsiniz" diyen Menderes’in mantığından bir farkı var mı?
Erdoğan’ın yönetimini demokrasiyle bağdaştırmak mümkün mü?
Ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetmek hakkı dünyada hangi başbakana veriliyor?
Bunun bir örneği gösterilebilir mi?
Ben çoğunluğum, istediğimi yaparım mantığı çağdaş demokrasilerde kabul edilebilir mi?
* * *
Erdoğan 2001 ekonomik krizinin ürünüdür.
Bu krizin Sezer’in Ecevit’e kızıp anayasayı itmesiyle patlak verdiğine hálá inanan var mı?
Bir gecede Türkiye’nin finans sisteminin Washington’un düğmeye basmasıyla çökertildiğinden hálá kuşku duymak olası mı?
Bu çökertme operasyonunun amacının merkez sağı yok etmek, Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye’nin başına geçirmek için yapıldığını görmemek mümkün mü?
2001 operasyonu Amerika tarafından, Erdoğan’ın başbakanlığında Türkiye’ye ılımlı İslam modelinin yerleştirilmesi için planlandı.
Ama önemli bir hesap hatası yapıldı.
O da AKP’nin 2008’in ikinci yarısından itibaren Türkiye’yi yönetemeyecek hale gelmesiydi.
Evet bugün AKP Türkiye’yi ne içerde, ne de dışarda (ABD ve AB’nin desteğine rağmen) yönetebiliyor.
Tek başına iktidar olmasına rağmen sorunların altından kalkamıyor.
Bu hengameden, demokrasi dışı yöntemlerle, popülist politikalarla kurtulmaya çabalıyor.
Ama olmuyor, olmuyor... Türkiye maalesef her geçen gün kötüye gidiyor.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
FAZIL Say’a Türkiye, daha doğrusu AKP ayıp etti.Anlatayım, siz de hak vereceksiniz. <br><br>Almanya’da her yıl verilen "Müzik Festivali Ödülü", uluslararası planda yılın en başarılı solistini, orkestrasını ya da şefini belirlemeyi amaçlıyor. Bu yıl ödül, Türk piyanisti Fazıl Say’a verildi.
Ama Fazıl Say’ın Almanya’nın bu çok önemli ödülüyle onurlandırılması nedense AKP’yi bizler gibi gururlandırıp mutlu etmedi.
Çünkü Fazıl Say bu iktidarın cumhuriyet karşıtı tutumunu eleştirdi.
Ve beklenen oldu, Fazıl Say’ın Frankfurt Kitap Fuarı’nda çalınacağı ilan edilen "Názım" oratoryosu ani bir kararla iptal ediliverdi.
AKP Almanlara "Sen beni eleştiren Türk sanatçısına ödül verirsen ben de onun eserini senin fuarında çaldırmam" diyerek yanıt verdi.
AKP Fazıl’ı cezalandırdığını sanıyor ama aslında yapılan saygısızlık "Názım"a oluyor.
Çünkü bilmiyorlar ki ünlü sanatçımız Almanya’da her yıl en az 20 konser veriyor.
Bir de şunu bilsinler, Fazıl Say’ın her yıl 5 kıtada verdiği konser sayısı 100-120 civarında.
* * *
Müzikten başladık devam edelim.
Ekim ayı konserler bakımından baş döndürücü geçiyor.
7 Ekim’de İstanbul Modern’de sanata gönül veren, kol kanat geren Nejat Eczacıbaşı’nın aramızdan ayrılışının 15. yılı anısına düzenlenen konserde İdil Biret’i izleme olanağını bulduk.
Bugün eğer İstanbul sanat etkinlikleri bakamından Avrupa’nın önemli merkezlerinden biri haline geldiyse bunda rahmetli Nejat Eczacıbaşı’nın çok, ama çok büyük emeği ve çabası vardır.
Dünyada sözü edilen müzik festivallerinden biri olan İstanbul Müzik Festivali’nin babası odur.
Her yönüyle olağanüstü güzel bir geceydi. Ölçülü ama son derece zarif bir ikram vardı.
Sonra da İdil Biret’in eşsiz parmaklarından dökülen Bach...
* * *
İki gece sonra Esma Sultan’da Fazıl Say’ı dinleme mutluluğunu yaşadık.
Beethoven, Gershwin ve Fazıl Say çaldı.
Fazıl’ın piyanosu, fonda ise akıp giden dünya harikası boğaz...
Konserin ikinci bölümünde Zuhal Olcay, Fazıl Say’ın bestelediği Názım’ın Memleketim’ini, Metin Altıok’un Kekre Dünyası’nı, Selim Atakan’ın bestelediği Shakespeare’in iki şiirini seslendirdi.
Çok özel bir konserdi.
3 gün sonra pazar akşamı yine İdil Biret’i izleme şansına sahip olduk.
Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı yararına verilen konserde ünlü piyanistimiz Bach, Gluk, Chopin, Kreisler ve Wagner çaldı.
İdil Biret özellikle Chopin ve Kreisler’i olağanüstü çaldı.
Bu kez 5 gün sonra İstanbul Devlet Senfoni’yi Aya İrini’de dinledik.
Şef, ünlü Alexander Rahbari, solist de ünlü piyanistimiz Hüseyin Sermet’ti.
Rahbari sanki bir büyücü. Koca orkestrayı alıp uçuruyor.
O konserde bir kez daha tanık olduk ki, İstanbul Senfoni iyi bir şefin yönetiminde gerçekten harikalar yaratıyor.
Ravel’in Valse’ini, Hüseyin Sermet’le birlikte yine Ravel’in Piyano Konçertosu’nu ve Korsakov’un Şehrazat’ını Rahbari yönetiminde çarpıcı bir tempoyla kusursuz çaldılar.
Dedim ya, ekim ayı bu kadar sıkıntıların içinde konserler açısından baş döndürücü geçiyor.
Yazının Devamını Oku