Tufan Türenç

Bardakoğlu gerçeği

3 Ocak 2011
PROF. Ali Bardakoğlu neden görevden alındı? Hükümetin gerekçesi şöyle:
“Diyanetin yapısında radikal değişiklikler olacak. Bu tasarruf bu çerçevede gerçekleşti.”
Bardakoğlu’nun görevden alınmasının gerçek nedeni bu mu?
Şimdi biraz bunu irdeleyelim.
Yedi yıldır Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Bardakoğlu dindar ama çağdaş bir insandır.
Sosyal yaşama yaklaşımı hep sağduyulu olmuştur.
Sürekli kendini geliştiren bir din anlayışını benimser.
İslam dininin açık bilgiye dayandığını, İslam’ı üçüncü, beşinci yüzyılda yaşanmış şekliyle anlamanın yanlış olduğunu savunur.
Bilgiye dayalı din çağrısının sürekli olduğunu hep vurgular.
Bardakoğlu her yerde dindarlığın davranışlarla sınırlı olmadığını kararlılıkla belirtirdi.
İslam dünyasının ahlak eksenli bir dindarlığa sahip olması gerektiği düşüncesine inanırdı.
* * *
Şimdi de Bardakoğlu’nun görevde kaldığı süre içerisinde söylediklerini anımsatalım:
“Bir kadının başını örtmesi, onun Müslümanlığa giriş şartı olarak hiçbir zaman algılanmamış, sadece kendi dindarlığının bir tercihi olarak görülmüştür” dedi.
“Bir konuda yasal düzenleme yapacağız, Diyanet’in görüşü nedir demek, laiklik ilkesine aykırıdır” dedi. (Başbakan “Türban konusunda Diyanet’e soracağız” demişti.)
“Ben bugüne kadar hiçbir resepsiyona katılmadım. Şu sebeple katılmıyorum; rahmetli Atatürk’ün cumhuriyeti kurarken Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği önemi ve itibarı bugüne kadar hiçbir zaman görmedik” dedi.
“Ben şahsen elini uzatan hanımefendilerin elini sıkmakta bir beis görmüyorum. Tokalaşmanın haram olduğunu bildiren açık bir dini metin bulunmamaktadır” dedi. (Sağlık Bakanı, Hayrünnisa Gül’ün elini sıkmamıştı.)
Hazreti Muhammed’e ait gibi gösterilen uydurma hadislerin temizlenmesi için çalışma başlattı.
“Kurban kesimi canlı hayvan rezervini tehlikeye sokacak olursa ‘kesmeyin’ derim” dedi.
Evet Bardakoğlu hem düşünce, hem söylemleriyle bu iktidara çok fazlaydı.
Nitekim bu fazlalık onun görevden alınmasına neden oldu.
Ben zaten AKP hükümetinin Bardakoğlu’nu 7 yıl görevden neden almadığına hep şaşmışımdır.       
* * *
Cuma günü Ankara’daki camilerde bir hutbe okutuldu.
Hutbe şöyle:
“Yılbaşı çerçevesinde yapılan kutlamalar esasen bizim milletimiz yönünden, dini, ahlaki, kültürel ve geleneksel hiçbir temele sahip değildir. Aklı ve sağlığı tehdit eden içki tüketimini, aile bütçesini tahrip eden kumarı, savurganlığı ve cinsel taşkınlıkları, dini, milli ve ahlaki değerlerimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir.”
Bu hutbede vatandaşlara yılbaşında kutlama yapmaması öğütleniyor.
Çağından ne kadar kopuk bir anlayış.
Televizyonlardaki kutlamaları hepimiz izledik.
Başı bağlı kadınlar da herkes gibi, meydanlardaki şenliklerde dans edip eğleniyorlardı.
Eğlenmek insanların ruh sağlığını besler.
Dans etmenin, oynamanın dine uygun olmadığını ancak çağından kopmuş kafalar savunur.
Yukarıda verdiğimiz örnekler Bardakoğlu’nun görevden alınmasının gerçek nedenlerini ortaya koyuyor.
Ve Bardakoğlu’nun bu hükümete çok fazla geldiğini de...
Yazının Devamını Oku

Erzincan komedisinde perde indi...

1 Ocak 2011
BÖYLE bir komedi ancak ve ancak hukuk devleti olmayan ülkelerde yaşanır. Olay şöyle...
2007 Kasım’ında Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner, kaçak Kuran kursu işleten İsmailağa cemaati için soruşturma başlatır.
Soruşturma ilerledikçe cemaatin kirli çamaşırları da ortalığa dökülür.
Cihaner’e Ankara’dan “Bu işin üzerine gitme” diye uyarılar gelir.
Başsavcı aldırmaz, işini yürütür.
Bunun üzerine Erzurum Özel Yetkili Savcılığı’na imzasız bir ihbar mektubu gönderilir.
Mektupta İsmailağa cemaatinin silahlı suç örgütü oluşturduğu bildirilir.
Böylece cemaati kurtaracak, İlhan Cihaner’i ise kodese tıkacak tezgâh başlatılmıştır.
Erzurum savcılığı terör örgütü ihbarı üzerine İsmailağa cemaati dosyasını “Bu benim alanıma girer” gerekçesiyle Cihaner’den ister.
Cihaner vermemekte direnir, ancak eninde sonunda dosya alınır ve anında 238 şüpheli, savcılık tarafından 16’ya indirilir.
¡ ¡ ¡
Bir süre sonra hazırlıklar tamamlanınca Cihaner Ergenekon şüphelisi olmakla suçlanır ve makamı basılarak CD ve evraklara el konur ve gözaltına alınır.
Erzurum’a götürülen Cihaner sorgulandıktan sonra tutuklanıp cezaevine kapatılır.
Cihaner için yaratılan suçlar şunlardır: Ergenekon terör örgütüne üye olmak, resmi evrakta sahtecilik, iftira ve tehdit.
Cihaner başsavcı olduğu için yasalara göre yargılama Yargıtay’a alınır ve savcı tahliye edilir.
Yargılanması tutuksuz olarak sürdürülür.
Bu komedinin en ilginç yanı, İsmailağa soruşturmasının şüphelilerinin telefon konuşmalarıdır.
Konuşmalarda şüpheliler dosyanın Erzurum’a alınmasını müjde olarak karşılarlar.
Çünkü şüphelilere, İsmailağa dosyasının kapatılacağı fısıldanmıştır.
¡ ¡ ¡
Anayasa değişikliğiyle yeniden oluşturulan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu da bu komedide yerini alır ve Başsavcı Cihaner’i Adana’ya düz savcı olarak atar.
Komedinin son perdesinde de komediye devam edilir.
Özel Yetkili Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davanın, 26 Ekim’deki gizli duruşmasında savcının esas hakkındaki mütalaası bir hukuk devleti adına yüz kızartacak vahamettedir.
Dosyayı sahte bir ihbar mektubuyla Erzincan Savcılığı’nın elinden alan Erzurum Savcılığı, şüphelilerin terör örgütü oluşturduklarına dair bir delil bulunmadığını belirterek hepsinin beraatlarına karar verilmesini ister.
Yani İsmailağa cemaatini kurtarmak için Cihaner’e atılan iftiralar böylece açığa çıkar.
Karar ocak ayı içinde yapılacak davada verilecek.
İşte size artık bir hukuk devleti olmayan Türkiye’de oynanan bir hukuk komedisinin öyküsü.
Şimdi Cihaner’e iftiralar atarak tezgâh kuranlar ve onu Adana’ya düz savcı olarak atayanlar, herkesi bırakın ama çocuklarının yüzlerine nasıl bakacaklar?
Her biri Türk hukuk tarihinin siyah sayfalarında yer alacaklarını biliyorlar mı?
Dilerim 2011’de, Türkiye’de böyle utanç verici komedilerin sahneye konduğu dönem sona erer.
Bütün okurlarıma mutluluk ve sağlık dolu yıllar dilerim.
Yazının Devamını Oku

Gül’ün rektörleri

31 Aralık 2010
CUMHURBAŞKANI Gül atadığı rektörlerin uygulamaları konusunda acaba ne düşünüyor? Celal Bayar Üniversitesi Rektörü Mehmet Pakdemirli’nin kendisini ziyarete gelen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı protesto etmek isteyen öğrencilere karşı takındığı baskıcı tutum kabul edilebilir mi?
Cumhurbaşkanı, Rektör Pakdemirli’nin öğrencilere “Susun ve dağılın yoksa sizi üniversiteden atarım” tehdidini nasıl değerlendirdi çok merak ediyorum.
Rektör Bey, öğrencilere soruyor: “Size bu görevi kim verdi?”
Öğrenciler “Atatürk” diyorlar.
Rektör öfkeli. Tehdit ediyor:
“Atatürk’ten görev alamazsınız. Cumhuriyeti savunacaksam ben savunurum. Ben burada rektörüm. Size kalmaz bunu savunmak. Ben, size cumhuriyeti savunmak için görev vermedim. Siyasi slogan atarsanız, kimliklerinizi toplarım. Üniversiteden atarım hepinizi. Hemen dağılıyorsunuz.”
Cumhurbaşkanı’na bu dayatmacı anlayışla yönetilen bir üniversitenin nasıl özgür olabileceğini soruyorum.
Ayrıca özgür olmayan bir üniversitede nasıl özgür bilim yapılabilir.
Bunu husus Cumhurbaşkanı’nın takdirlerine sunulur.

Cumhurbaşkanı’nın takdirlerine sunduğum ikinci olay da şu:
İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki fakülte, yüksekokul ve idari binalarında polis bir yıl süreyle istediği zaman ve gerekçe göstermeden öğrencileri arayabilecek.
Rektörlük mahkeme tarafından alınan “Önleme Araması” kararının hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı bir uygulama olmadığını savunuyor.
Rektör Vekili Prof. Dr. Ahmet Gökçen kararın gerekçesini “Öğrenci olaylarının Avrupa’da tırmanışa geçmesi” olarak gösteriyor.
Cumhurbaşkanı da bilim insanı.
O da zaman zaman üniversitelerin özgür düşüncenin ve özgür bilimin yuvaları olduğunu söylüyor.
Ancak atadığı bu rektörlerin dünya görüşleri hiç de Cumhurbaşkanı’nın söylemleriyle uyuşmuyor.

Merak ettiğim bir konu daha var.
Cumhurbaşkanı Gül, TÜBİTAK ödülüne layık gördüğü Prof. Dr. Seza Özen’in törende yaptığı şu konuşma konusunda acaba ne düşünüyor?
Çocuk hastalıkları profesörü Dr. Seza Özen’in çarpıcı sözleri şöyle:
“Annem gibi ben de Cumhuriyet’in aydınlanma devriminin yerleştirdiği kadın politikasının sonucu olarak akademik yaşamımın hiçbir aşamasında ayrımcılık yaşamadım.
Umarım kızım da benzer ortamlarda ülkemize katkı yapacaktır.
Ancak 2010’lu yıllarda kadın modelinin erkeğinin arkasında duran, üretime katılmayan bir şekle döndüğünü görüyorum.”

Bakan istihareye yatmış

KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay istihareye yatıp rüyasında kendisini denizde yüzerken görmüş...
Sabah “Bugün güzel bir haber alacağım herhalde” demiş.
O gün Maliye Bakanı Mehmet Şimşek aramış ve müjdeyi vermiş:
“Topkapı’nın bahçesinde Savunma Bakanlığı’nca depo olarak kullanılan tarihi binalar boşaltılıp 3 ay içinde sizin bakanlığınıza devredilecek.”
Günay bu habere çok sevinmiş çünkü uzun zamandan beri bu binaları devralıp restore ettirdikten sonra müzeye dönüştürmeyi istiyormuş.
Bu güzel isteği gerçekleştirdiği için Bakan Günay’ı kutluyorum.
Ama kendisinden bir şey rica ediyorum.
Sayın Bakan bir de Atatürk Kültür Merkezi için istihareye yatsa...
Bakarsınız AKM de kurtulup sanat etkinliklerine açılır.
Yazının Devamını Oku

Evet, müzik insanlığın tek ortak dilidir

29 Aralık 2010
BUNDAN 10 ay önce, 13 Mart’ta o tıklım tıklım salonda bir avuç Türk izleyiciydik. Almanya’nın Dortmunt kentinin konser salonundaki 1700 seyircinin tamamına yakını Alman’dı.

Biletler üç ay önce kapışılmıştı.
Alman sanatseverler ünlü piyanist besteci Fazıl Say’ı dinlemeye ve onun bestelediği İstanbul Senfonisi’nin dünya prömiyerini izlemeye gelmişlerdi.
Biz 20’ye yakın Türk herkesten çok heyecanlıydık.
Hepimizin dileği Fazıl Say’ın başarılı olması, bestesinin beğenilmesiydi.
Dünya güzeli İstanbul’u müzikle anlatmak kolay değildi.
İzleyiciler dünyada ilk kez seslendirilecek olan senfoniyi merak ediyordu.
Senfoniyi Fazıl Say’a Almanlar ısmarlamıştı.

Yazının Devamını Oku

AB’den kopuş sürecindeyiz

27 Aralık 2010
AVRUPA bizi içine almak istemiyor. Avrupa’nın bu tutumu halkımızı AB’den soğuttu. Biz de 50 yıldır emek verdiğimiz bu birliğe girmek için kapıları zorlamıyoruz.
Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerine başlayalı tam 5 yıl oldu.
Tam üye olabilmemiz için 35 faslın açılıp tamamlanması gerekiyor.
Oysa bugünkü acı tablo şöyle:
5 yılda sadece bir fasıl kapatabildik. Açılan 13 faslın görüşmeleri sürüyor. 19 faslı ise Avrupalı dostlar (!) açmıyorlar.
Üzücü olan Türkiye’nin hızla Avrupa Birliği’nden kopma sürecini yaşıyor olması.
Şimdi size Avrupa Birliği ülkelerinin başbakanlarına, dışişleri bakanlarına ve birliğin yöneticilerine 2002 yılında gönderilmiş bir mektubu okumanızı öneriyorum.
Mektubu yazan uluslararası inşaat şirketi ENKA’nın patronu Şarık Tara...
* * *
“Sayın.........
İnsanlığı buzdağına benzetiyorum.
Buzdağının üstünde kusurlarımızın ve iyi taraflarımızın bir bölümünü görürüz.
Ancak, buzdağının yüzde doksanı suyun altında kaldığı için birçok şeyi de göremeyiz. Demokrasi, insan hakları, işkencenin ortadan kaldırılması, düşünce ve yaşam özgürlüğü, hukuk devleti gibi değerlerin Avrupa Birliği’nin istediği düzeye yükseltilmesi hepimizin arzusudur. Uygar dünyada buna duyarsız kalmak imkânsızdır.
Türkiye yakın zamanda büyük bir gayret sarf ederek Avrupa Birliği’ne giden zor yolda büyük adımlarla ilerlemiştir. Başlıca talepler olan yaşayan demokrasi, toplum ve yaşam hürriyeti, adalet reformları ve ekonomideki stabilite sadece yerine getirilmiş talepler değil, aynı zamanda da Türk halkının derin arzusudur. Birliğe üye olduğu zaman ise yine de gerekli standartlara Avrupa ülkeleriyle birlikte kolayca ulaşacaktır.
Şimdi, buzdağının altında kalan ve görünmeyen gerçekleri dile getirmek istiyorum.
Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasındaki suç oranlarına baktığımız zaman (Interpol verilerine göre) Avrupa’da yüz bin kişiye beş bine yakın kriminal olay düşmektedir. Türkiye’de ise bu rakam 250 civarındadır. Yani suç işleme oranı Avrupa’nın yirmide biri kadardır.
Bu da Türkiye’nin Avrupa’ya oranla daha güvenli bir ülke olduğunu göstermektedir.
Avrupa’da 200 bine yakın uyuşturucu olayı meydana gelirken, Türkiye’de bu oran sıfıra yakındır. Türkiye’de uyuşturucu kullanmayan genç bir nüfus yetişmektedir.
Avrupa’da milli gelir Türkiye’den çok yüksek olmasına rağmen, ülkemizdeki hırsızlık olayları Avrupa’nın yüzde beşi-altısı kadardır.
AB ülkelerinin çoğunda ailenin çöküşü acı bir biçimde görülmektedir. Genç, yaşlıya karşı durmaktadır. Geleneksel bağlar çözülmüştür. 18 yaşındaki bir genç evini terk etmek durumundadır. İhtiyar insanlar ise yaşamlarının son dönemini huzurevlerinde geçirmek zorundadır. İnanın bu da bir manevi işkencedir.
Avrupa bunun için Türkiye’yi aile yapısı, dini inançları, kültürü ve gelenekleri açısından incelemelidir.
Türkiye’de aile kutsal bir değerdir. Misafirperverlik boş bir laf değil, yaşanmakta olan bir gerçektir.
Ortak Avrupa Evi yeni kiracıları olan Türkiye’den çok şey öğrenebilir.
On dördüncü yüzyılda Avrupa’nın uygarlığına katkıda bulunduk. Hiç kuşkum yok ki, bugün 21. yüzyılın başında Avrupa Birliği’ne girdiğimiz zaman Avrupa’nın manevi değerlerinin gelişmesine de önemli katkılarda bulunacağız.
Türkiye genç, dinamik nüfusuyla, geniş insan mozaiğiyle, çok kültürlülüğü ile, geleneği, göreneği ve tarihi mirasıyla Avrupa Birliği’nin çok önemli ve çarpıcı bir zenginliği olacaktır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi yelpazeyi genişleten, daha güçlü bir Avrupa için tarihi bir şanstır. Bu şansı beraberce kullanalım.”
Dr. Şarık Tara
Yazının Devamını Oku

Av Mevsimi, Rossini ve Fazıl Say

25 Aralık 2010
AV Mevsimi sıcacık bir film olmuş. Filmde baştan sona biz varız. Öfkeleriyle, sabırsızlıklarıyla, sevgileriyle, affediciliğiyle, vericiliğiyle bizim insanlarımız var.
Türküleriyle, neşeleriyle, meyhaneleriyle, rakı masalarıyla...
Sonra kendine özgü mantığıyla, daima kuralların kıyısından dolaşan yaklaşımıyla bizim yaşamlarımız, bizim dramlarımız var.
İnsanları bin bir sorunla boğuşmak zorunda kalan bir düzen var.
Film, bu bin bir sorunun içinden seçtiği insanların dramlarını iç içe anlatmaya çalışıyor.
Olay, bir bataklıkta kesik bir elin bulunmasıyla başlıyor.
Üç polis bu giz dolu olayı çözmek için uğraşıyor.
Aynı zamanda kendi dramlarıyla da boğuşuyorlar.
Ekibin başı usta oyuncu Şener Şen. Kalfası Cem Yılmaz, çırak Okan Yalabık...
Şener Şen bilge polisi, Amerikan filmlerindeki polis şefleri gibi oynamıyor.
O bizim polis amcamız gibi... Sakin, az konuşan, hoşgörülü ama kararlı.
Cem Yılmaz’ın sinema yeteneği bu filmde zirvede.
Okan Yalabık acemi polis tiplemesinde çok başarılı.
Yavuz Turgul senaryoda ufak tefek boşluklar olması dışında kusursuz bir film yapmış.

Türk sinemasından operaya sıçramak kolay değil ama salı akşamı izlediğim Rossini’nin Sevil Berberi Operası’nı yazmam gerek.
Gioacchino Rossini komik operaları ile 19’uncu yüzyılın en ünlü bestecisi.
İlk sonatlarını 12 yaşında besteleyen Rossini gerçek yeteneğini operalarla göstermiş
Bestelediği operalar, Avrupa ve Amerika’da büyük beğeni toplamış ve Rossini’yi pek az besteciye nasip olan bir üne kavuşturmuş.
Rossini Sevil Berberi’ni 20’li yaşlarında bestelemiş.
Opera ilk oynanışında aksilikler yaşanmış. Bazı oyuncuların beceriksizleri, birinin de sendeleyerek düşme tehlikesi geçirmesi seyirciyi güldürmüş.
Finalde sahneden bir kedinin geçmesi üzerine de izleyiciler operayı protesto etmek için hep bir ağızdan uzun süre miyavlamışlar.
Rossini seyircinin tepkisinden etkilenerek yakın dostlarına “Beni öldüreceklerinden çok korktum” demiş.
Ancak ikinci oynanışında halk Sevil Berberi’ni büyük bir ilgi ile izlemiş ve sanatçılarıyla bestecisini ayakta dakikalarca alkışlamış.
Süreyya Operası’nda oynanan Sevil Berberi’nde rol alan genç sanatçılar gelecek için büyük umut veriyorlar.
Rossini’nin müziği ise bütün operaları gibi büyüleyiciydi.

Önceki akşam Lütfü Kırdar’da bir müzik şöleni vardı.
Her geçen gün çizgisi yükselen Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO) Fazıl Say’ın iki bestesi ile Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Uvertürü’nü ve Prokofyev’in Romeo Juliet Süiti’ni çaldı.
Fazıl Say’ın bestelerinin biri Haremde 1001 Gece Keman Konçertosu, öteki Nirvana Yanıyor’du.
Haremde 1001 Gece’nin solisti keman sanatçısı Patricia Kopatchinskaja’ydı.
Patricia bu zor konçertoyu başarıyla çaldı.
Nirvana Yanıyor’da Fazıl Say’a BİFO eşlik etti.
Salonu tıktım tıklım dolduran izleyiciler Fazıl Say’ı hem virtüöz, hem de besteci olarak uzun uzun alkışladılar.
Bu alkışlar çok önemliydi.
Yalnız Türkiye’de değil, dünyada besteleri ilk çalınışında böyle ayakta alkışlanmak her sanatçıya nasip olmaz.
Yazının Devamını Oku

AKP’lilerin ilacı iki CHP’li

24 Aralık 2010
MECLİS’te zaman zaman ilginç tartışmalar yaşanır. Milletvekilleri birbirine ağır suçlamalar yöneltirler. Ama bir süre sonra söylenen sözler Meclis’in har gürü içinde unutulur.
Bugüne kadar iktidar partilerinin damarına basan muhalefet milletvekilleri çok oldu.
Onların eleştirileri nedense iktidar grubunu çok kızdırır, laf atmalar olur.
Kürsüdeki hatibin de istediği zaten budur, hemen eleştiri dozunu artırır.
Bazen iş çığırından çıkar, tartışmalar küfürleşmeye, yumruklaşmaya kadar gider.
Bu dönemde de AKP’lileri kızdıran iki CHP’li milletvekili var.
Onlar ne zaman kürsüye çıkıp konuşsalar AKP’lilerin nedense tüyleri diken diken oluyor.
Bunlardan biri CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, öteki de Yalova Milletvekili Muharrem İnce.
Hem İnce, hem Genç sözlerini esirgemeyen iki milletvekili.
Eleştirilerini öyle dolanarak değil, damardan yapıyorlar.
¡ ¡ ¡
Kamer Genç ağırlıklı olarak yolsuzlukları dile getiriyor, ayrıca iktidarı laik demokratik cumhuriyete karşı politikalar yürütmekle suçluyor.
Bu suçlamaları yaparken de lafını hiç esirgemiyor.
Kamer Bey yıllardan beri söyleyeceğini direkt dile getiren bir milletvekili olduğu için iktidar karşıtı insanlar tarafından çok seviliyor.
Nereye gitse büyük ilgi görüyor. CHP toplantılarında en fazla alkışı o alıyor.
Halk, içinde biriken kızgınlığı seslendirdiği için Kamer Bey’e sempati duyuyor.
Bu nedenle Tunceli halkı ister bir partinin listesinden girsin, ister bağımsız aday olsun Kamer Bey’i hiç tereddütsüz parlamentoya gönderiyor.
Onun kendi sesleri olduğunu biliyorlar.
¡ ¡ ¡
Muharrem İnce de öyle... Kürsüde gerçekleri hiç çekinmeden dile getiriyor.
O nedenle AKP grubundan büyük tepki görüyor ama o buna aldırmıyor ve söyleyeceklerini net olarak seslendiriyor.
Muharrem Bey’in yıldızı geçen yıl 25 Aralık günü Meclis’te yaptığı konuşma ile birden parlayıverdi.
Yaptığı konuşma öyle bir ilgi ile karşılandı ki, bütün internet siteleri bu konuşma ile doldu taştı.
İnce’nin konuşmasını yüz binler okudu. Konuşmanın en çarpıcı bölümü şöyleydi:
“.... 2002’de AKP iktidara geldiğinde, ilk işiniz gömlek değiştirmek oldu, sonra sakallarınızı kestiniz, ciplere bindiniz, orman içi villalarınızdaki havuzlarınızda yüzmeye başladınız. Habur’da teröriste kibar, Ankara’da işçiye gaddar oldunuz. Silivri’de faşist hukuk, Silopi’de liboş hukuk, Deniz Feneri’nde işleyen hukuk düzeni icat ettiniz...”
Bu konuşmadan sonra Muharrem İnce hem AKP’ye karşı olan insanların, hem de partisinin yıldızı haline geldi.
Şu anda CHP’nin grup başkanvekili.
Geçtiğimiz günlerde önce İçişleri Bakanı Beşir Atalay, sonra da Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile söz düellosuna girdi.
İnce’nin sinirlerine son derece hâkim olması tartıştığı kişileri iyice kızdırıyor ve onları yanlış yapmaya zorluyor.
Beşir Atalay tartışma sırasında kendini tutamayıp İnce’yi yalancılıkla suçladı.
Daha sonra “Kimseyi rencide etmek gibi bir amacım yok. Görüşmeler içinde sürçü lisan olabiliyor” dedi.
Çubukçu ise o kadar sinirlendi ki, arkadaşları kendisini sakinleştirmek zorunda kaldı.
Meclis tartışlarında en büyük hüner insanın sinirlerine hâkim olabilmesidir.
Bunu yapamayanlar daima zor durumda kalırlar.
Yazının Devamını Oku

El insaf Beşir Bey

22 Aralık 2010
MEĞER bizler yanlış görmüşüz. <br><br>Meğer polisler öğrencilere fiske bile vurmamış. Aslında öğrenciler ellerindeki bayrak sopalarıyla polisleri dövmüşler.
Çocuğunu düşüren hamile kız, öğrenci değilmiş. (Onun için önemsiz mi?) 
Bazı öğrenciler gözaltına alınırken rol yapmak için kendilerini yerlere atmışlar...
Kim söylüyor bunları biliyor musunuz?
İçişleri Bakanı Beşir Atalay.
Üstelik Beşir Bey üniversite hocalığından gelme.
Hukukçu, çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalışmış bir profesör.
Kırıkkale Üniversitesi kurucu rektörü.
Ayrıca Beşir Bey bir baba...
Ama milyonlarca insanın televizyonlardan izlediği görüntülerin gerçek olmadığını söylüyor.
Polis, gösteri yapan öğrencileri eşek sudan gelinceye kadar dövüyor, gözlerine tazyikli su gibi biber gazı sıkıyor.
Kaçarken düşen çocukları copluyor, tekmeliyor, yerlerde sürüklüyor, ağzını burnunu kırıyor.
Ama Beşir Bey öğrencilerin rol yaptığını söyleyebiliyor. 
El insaf Beşir Bey, el insaf...
* * *
Beşir Bey İçişleri Bakanı olarak olayları böyle gözü kapalı izliyorsa Türkiye yandı demektir.
Haklarını almak için eylem yapan işçilere polisin uyguladığı kontrolsüz şiddeti de böyle izlemişti Beşir Bey.
Gözlerine bir metreden biber gazı sıkılmasını da...
İşçilerin polis tarafından havuza atılmasını da...
Bunları da görmemişti İçişleri Bakanı.
Polis bir haftadır aklına estiği lokantalarda içki kontrolü yapıyor.
Çocukları korumak amacıyla yıllardan beri uygulanmayan bar ve pavyonlarla ilgili yasaları işine geldiği gibi yorumlayıp lokantalarda kimlik kontrolü yapıyor.
Tutanaklar tutuyor...
Beşir Bey’in acaba bunlardan haberi var mı?
Eğer bu olayları da öğrenci olayları gibi izlediyse ondan da haberi olmamıştır.
Ama birden fazla silah taşınma olanağı getiren yasa girişimini çok iyi biliyor.
Çocukları içkiden, sigaradan korumak bahanesiyle lokantaları kontrol eden iktidarın, toplumu silahlandırmak için adım atarken çocukları korumak neden aklına gelmiyor?
Hep söylüyoruz, iktidar biat eden bir toplum istiyor. 
* * *
Beşir Bey’e İçişleri Bakanı olarak bir sorum daha var.
Acaba Bakan Bey’in, Diyarbakır’da toplanan ve Demokratik Toplum Kongresi tarafından hazırlanarak Demokratik Özerklik Çalıştayı’na sunulan “Demokratik Toplum Taslağı”ndan haberi var mı?
İçişleri Bakanı olarak bu taslağın içerdiği “Demokratik Özerk Kürdistan inşası, özgün bayrak ve semboller, ortak vatan, öz savunma gücü ve resmi iki dil...” konusunda ne düşünüyor?
Korkarım öğrenci olaylarını kapalı gözlerle izleyen Beşir Atalay Diyarbakır’daki Demokratik Özerklik Çalıştayı’nda tartışılanları da duymamıştır.
Oysa çalıştayda tartışılan taslak Abdullah Öcalan’ın ne zamandan beri söyleyip durduklarıdır.
Peki sizce BDP neden bu kadar bekledi bu taslağı tartışmak için.
Türkiye’deki ortamın bu tartışmaya uygun hale geldiğini gördüğü için olmalı.
Yazının Devamını Oku