Tufan Türenç

’İnsanoğlu günün birinde ölmelidir...’

8 Kasım 2006
NELER demedik rahmetli için. Yinelemek istemiyorum. <br><br>Ama şimdi bakıyorum da herkes gözyaşları dökerek ağıtlar düzüyor. Bence Ecevit’in yaptığı en büyük devrim "Sol"u Türk toplumuna sevdirmesidir.

Bunun için yıllarını verdi ve sol onun sayesinde iktidar oldu.

Benim bir akrabam vardı. Manifaturacıydı. Bir gün ona Ecevit’i övdüm. Gözleri dönüverdi.

"Aman yeğen sakın bunları başka yerde söyleme, sonra seni komünist zannederler" dedi.

Yıllar sonra benim o akraba bile sıkı bir Ecevitçi oldu.

Ancak Ecevit nedense ülkeyi yönetmede bir türlü başarılı olamadı.

Kafasındakileri uygulamaya dökemedi.

O nedenle son seçimde partisinin oyu yüzde 1.5’e indi.

Ecevit dürüst bir insandı. Bu yanını onu sevmeyenler bile kabul ederdi.

Alçakgönüllüydü, nazikti.

Yaşamı siyaset, sanat, şiir ve Rahşan Ecevit’le dolu, dopdoluydu.

İlkelerinden ödün vermezdi. Bunu bir örnekle anlatmak istiyorum.

1977 yılında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin katıldığı İkinci Milliyetçi Cephe hükümeti iktidardaydı.

Kentlerin sokaklarında kan gövdeyi götürüyordu. Siyasi cinayetler olağan hale gelmişti.

Her gün ortalama 20 kişi öldürülüyordu.

Halk huzursuz ve korku içindeydi.

* * *

İşte bu ortamda MHP lideri Türkeş, o sırada Ankara Belediye Başkanı olan CHP’li Vedat Dalokay’la görüşmek istedi.

Dalokay bu isteği Ecevit’e iletti. Ecevit gidip görüşebileceğini söyledi.

Türkeş Ecevit’in başbakanlığında bir hükümet kurulmasını istediklerini, bunun için her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söyledi.

Bunun karşılığında da hükümete girmek gibi bir koşulları olmadığını belirtti ve bu mesajını Ecevit’e götürmesini istedi.

Dalokay bu mesajı Ecevit’e iletti. Ama Ecevit sert bir şekilde Türkeş’in önerisini hemen reddetti.

Dalokay yakınlarına "Beni öyle bir tersledi ki, hemen odadan çıkmak zorunda kaldım" dedi.

Aradan yıllar geçti.

1999 seçimlerinden sonra Ecevit, Devlet Bahçeli’nin lider olduğu MHP ile koalisyon yaptı.

Şurası gerçek ki Türk halkı hiçbir dönemde Ecevit’e tek başına iktidar olma şansı vermedi.

Şimdi her şey geride kaldı.

Ecevit bundan sonra siyasetçiliğinden çok şairliğiyle anılacak.

Nur içinde yatsın.



"Yasa

......

İnsanoğlu

dünyaya gelmelidir

sevmeli sevilmeli

dünyayı cennetin

kendisi bilmelidir

yaşama sevgisinin

kökleri gönlünde

insanoğlu günün birinde

ölmelidir"

Bülent Ecevit
Yazının Devamını Oku

Başbakan önce vicdanında tartsın sonra suçlasın

6 Kasım 2006
BUGÜN Başbakan Erdoğan’a gazeteler hakkında bazı bilgiler vermek istiyorum. Çünkü gazetelerin nasıl hazırlandığını bilmediği için yanlış şeyler söylüyor ve buna dayanarak haksız suçlamalarda bulunuyor.

Sanırım kendisine gazeteler hakkında sağlıklı bilgi verecek bir danışmanı da yok.

Başbakan öncelikle şunu bilsin ki, gazete patronları gazetelerinin yayın politikasına karışmaz.

"Şunu manşet yapın, bunu böyle yazın" demezler.

Diyen patronlar yok mudur? Olmamış mıdır? Kuşkusuz vardır ve olmuştur.

Yazının Devamını Oku

Mükerrem Taşçıoğlu’ndan genç valiye bir anı

4 Kasım 2006
CENGİZ Aydoğdu... Artvin Valisi.... Cumhuriyetin okullarında eğitim görmüş genç bir adam...<br><br>Artvin’de yapılan bir toplantıda konuşanlar, "yayla turizmi"ne özel önem verilmesini istiyorlar. Doğa harikası yaylaların turizme açılmasını öneriyorlar.

Bu söylemler Vali Bey’i rahatsız etmiş olmalı ki kürsüye geldiğinde herkesi şaşırtan şu sözleri söylüyor:

"Yayla turizmi! Müslüman Türk kültürünün yaşandığı bir tek yaylalar var. Oraları da mı turizme açalım?

Turizmden kazandığımızı kaybettiğimizle kıyaslarsak kaybettiğimiz çok fazladır. Akdeniz sahillerinde turizmden kazandığımızı düşünün. İnanın değmez."

İşte size Atatürk’ün gösterdiği "muasır medeniyetler seviyesine yükselme hedefi"nin tersine giden genç bir cumhuriyet valisi.

* * *

Şimdi bu Valiye görmüş geçirmiş bir siyasetçinin anılarından bir kesiti, belki kafasında bazı olumlu görüşler yaratır umuduyla anlatmak istiyorum.

Yıl 1984... ANAP iktidar, Özal da başbakan...

Mükerrem Taşçıoğlu Kültür ve Turizm Bakanı... Başından geçen ilginç olayı yeni çıkan "Bakan Olmak" kitabından okuyalım:

"... Ülkemize gelen bazı turistler, sutyenlerini çıkarıp denize öyle giriyorlar ve sereserpe güneşleniyorlar.

Hoppala, muhafazakár bir partinin iktidarında böyle şey olur mu? Turizm Bakanı uyuyor mu? Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık, gel de işin içinden çık.

Evvela ’Olmaz öyle şey’ dedim ama baktım pabuç pahalı. Anamızdan emdiğimiz burnumuzdan geliyor 3-5 turist gelsin diye; sonra da rakip ülkelerin ekmeğine yağ sürercesine, elin başka kültürü ve terbiyesiyle yetişmiş, buna alışmış ve içinde bulunduğu topluma da kabul ettirmiş kimseler Türkiye’ye gelirken ádet değiştirecekler, bu da olacak iş değildi. ’Türk kadınından böyle davranan zaten yok, buna bakarak azıtacak ve onlar gibi sutyenini atacak kadınımız yok, niye endişeleniyoruz’ demeye ve ifademizi değiştirmeye mecbur kaldık.

’İsteyen çıplak, isteyen çarşafla, bu herkesin kendi halledeceği konudur, bizi ilgilendirmez’ dedik. Dedik de ne oldu?’’

* * *

Evet Taşçıoğlu diyor da ne oluyor? Okuyalım:

"Her kafadan bir ses çıktı ve ben bu işin bakanı olarak bir sene müddetle gittiğim her yerde, her açılış merasiminde, iştirak ettiğim toplantılarda, gazeteci arkadaşlarımdan aynı soruları sanki ilk defa soruyorlarmış gibi aldım ve cevapladım. Konu medyatikti. Her beyanatın yanı sıra çıplak turist resimleri! Bu konu kolay kolay bırakılır mı?

İş iç basınla kalsa iyi ama daha kötüsü dünyaca ünlü Agence France-Press yasaklamaya ait beyanatımı yaymış! Yani konumuz içte ve dışta güncel ve tabii turizm açısından çok kritik hale gelmişti.’’

Taşçıoğlu gazetelere şöyle bir açıklama yapıyor:

"Mahalli idarecilere özellikle sutyenini atan olursa polis dikin başına, atın içeri, denmedi. Biz görüşümüzü söyledik, polisiye tedbir düşünülmüyor. Zorla mayo üstü giydirmeyeceğiz. Biz milliyetçi muhafazakár bir partiyiz ama gerici değiliz. Benim Turizm Bakanı olarak görevim, turizm mevsimini açarken kısıtlayıcı değil, teşvik edici olur."

Ve sorunu çözüyor.

22 yıl sonra oğlu yaşındaki bir vali de Artvin yaylalarını turizme kapatarak işi hallediyor.
Yazının Devamını Oku

Yine ateş püskürüyor

3 Kasım 2006
BAŞBAKAN Erdoğan, önemli ve tehlikeli bir kriz geçirdi. Doktorlar kendisine yorulmaması ve sinirlenmemesi tavsiyesinde bulundular. Ama Başbakan, basına haddini bildirmek için doktorlarının tavsiyelerini bir yana bırakarak yine eskiden olduğu gibi esti yağdı.

Gazetelere tehditler yağdırdı.

Erdoğan’ı kızdıran Yimpaş olayı, Tony Blair’in mektubu ve Merkez Bankası’nın uyarıları.

Bu olayları basın neden verdi diye kızıyor. Şöyle diyor:

"Yalan haberlerle, tefeci iftiralarıyla bizi vuramazsınız. Bu yanlış hesapları yapanlar iyi düşünsün, kaybeden biz olmayız."

Ne yapsın basın? Olayları görmesin mi?

Yimpaş, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerindeki Türklerden milyarlarca dolar toplamış.

Paraların ne olduğu bilinmiyor. Binlerce insanın emeği, alın teri buharlaşıp yok olmuş.

Yimpaş’ın patronu aranıyor, hakkında tutuklama emri var.

Ama adam Türkiye’de elini kolunu sallayarak dolaşıyor.

Bir cenaze töreninde dört bakanla birlikte aynı safta namaza duracak kadar korkusuz.

Ne yapsın basın? Dört bakan ile Yimpaş patronunu birlikte gösteren fotoğrafı yayınlamasın mı?

Alman ve İsviçre makamlarının açıklamalarına yer vermesin mi?

Başbakan kızacağına işin peşine düşsün. Ama bunu yapmıyor, basını iftiracılıkla suçluyor.

* * *

Avrupa’da gurbetçilerden milyonlarca dolar toplayan holdingler konusunda araştırma yapan TBMM komisyonu başkanı televizyona çıkıp Yimpaş’ın patronunu savunuyor.

Oysa o başkanın görevi Yimpaş patronunu savunmak değil, komisyon bulgularını gerekli yerlere ulaştırmak.

Başbakan, komisyon başkanından "Neden görevini yapmıyorsun?" diye hesap soracağına bunları yazan gazetelere kızıyor.

Hükümet, "Bu ülkenin yargısı, polisi var. Yakalanması gereken biriyse polis yakalar. Zaten meydanda dolaşan bir insan" diye bu işin içinden çıkamaz.

Kamuoyunda Yimpaş’ın patronunun iktidar partisi tarafından korunduğuna dair oluşan yaygın kanıyı da silemez.

Başbakan’ın gazetelere kızacağına, onları suçlayacağına gereken emri vermesi daha gerçekçi bir yaklaşım olur.

Kendisi Almanya gezisinde, paralarını kaptıran insanların bu konuda hükümete karşı nasıl bir tepki içinde olduklarını gördü.

Hükümet, bu işin şakaya gelir yanı olmadığını iyi bilsin.

Bir geri, iki ileri

DOĞALGAZ artık halkın sırtına yüklenen büyük bir külfet haline getirildi.

Eskiden hükümetler sıkıştıkça tekel ürünlerine zam yaparlardı.

AKP "bir geri, iki ileri" taktiğiyle doğalgaz fiyatlarını artırıp duruyor.

Emekliler başta olmak üzere tüm dar gelirli insanlar doğalgaz faturalarını ödeyemedikleri için yeniden sobaya döndüler.

Bu nedenle özellikle büyük kentlerde kaçak kömür kullanımı yeniden yaygınlaştı.

Doğalgazla sona eren hava kirliliği yeniden geri geldi.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın nasıl bir laiklik istediğini bilen biliyor

1 Kasım 2006
BAŞBAKAN Erdoğan nasıl bir laiklik istiyor? <br><br>Dinle devlet yönetimini kesin olarak ayrı tutan bir laiklik anlayışını benimsiyor mu? Laikliği böyle anlamadığını gerek davranışlarından, gerek zaman zaman yaptığı konuşmalardan bilenler biliyor.

Bilmeyenler, bilmek istemeyenler de var kuşkusuz.

Erdoğan hem Denizli, hem de Ulusa Sesleniş Konuşması’nda nasıl bir laiklik istediğini bir kez daha açıklıyor.

Laikliği farklı yaşam biçimlerini özgürleştirici bir güvence olarak görüyor.

Laikliği böyle anlıyor.

Laik demokratik cumhuriyet rejiminin dayandığı temel ilkeler, kurallar ve değerler var.

Toplumun yaşam biçimi anayasa ve yasalarla belirlenmiş.

Türk toplumunun çağdaşlık ve uygarlık açısından kazanımları var.

Başbakan "farklı yaşam biçimleri" ile neyi anlatmak istiyor?

Kendisinin ve partisinin kafasında ve gönlünde nasıl bir "farklı yaşam biçimi" olduğunu tahmin edebilmek için müneccim olmaya hiç gerek yok.

* * *

Örneğin Başbakan’a göre Türk toplumunu geriye götürmeyi, laik demokratik rejim yerine şeriat düzeni getirmeyi amaçlayan tarikatlar, farklı yaşam kapsamına giriyor mu?

Ya İslami yaşam şeklinin toplumda yaygınlaştırılması istekleri?

Çağdaş eğitimi sulandırma gayretleri ile üniversiteleri medreselere dönüştürme girişimleri...

Devletin en önemli noktalarının eşlerinin başları örtülü İslami dünya görüşüne sahip kişilere teslim edilmesi...

Ve toplumun üzerine İslam şalı geçirme hevesleri...

Bütün bunlar Başbakan’ın sözünü ettiği "farklı yaşam biçimleri"ni kapsıyor mu, kapsamıyor mu?

Kimse kimseyi kandırmasın, bal gibi kapsıyor.

Başbakan Erdoğan ve partisinin özlemini duyduğu laik Türkiye tablosu, İslam yaşam biçiminin egemen olduğu ılımlı bir İslam cumhuriyetidir.

Dünya tersine dönmedikçe AKP’nin bu düşü gerçekleşemez.

Çünkü AKP iktidarı uzadıkça Türk toplumu cumhuriyete daha büyük bir coşkuyla sarılıyor.

Kimse şunu unutmasın: Atatürk’ün Türkiye’sini geriye götürmeye AKP ve yandaşlarının gücü yetmez.

Doğan Hızlan olayı

GERÇEKTEN de bir köşe yazarının TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur yazarı olarak ödüllendirilmesi olağanüstü bir olay.

Doğan Hızlan adına sevindim ama açık söyleyeyim daha fazla mesleğim adına onur duydum.

Ekmeğini kalemiyle kazanan biz gazeteciler için o geceyi yaşamak büyük, çok büyük bir mutluluktu.

Dostum Doğan Hızlan’ın aldığı ödül, aslında Türk edebiyatı ve kitap dünyasına verdiği emeklerin, yaptığı katkıların inanın pek azını karşılar.

O gece, Babıali’nin çilesini çekmiş hemen bütün meslektaşların gözlerindeki gurur pırıltısı görülmeye, yaşanmaya değerdi.

Doğan Hızlan bunu bizlere yaşattı. Kendisini bütün kalbimle kutluyorum.

Daha büyük, çok büyük ödülleri de hak ettiğine inanıyorum.
Yazının Devamını Oku

92 yıl önce yaşayan Topuzlu Kıyıklık’tan daha çağdaştı

30 Ekim 2006
1914 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda da yapılıyordu "Kadın Parkı" tartışması. Aradan 92 yıl geçti, biz AKP kafasının sayesinde 2006 yılında, yani 21’inci yüzyılda, dünyanın bilgi çağını yaşadığı bu günlerde yine aynı konuyla uğraşıyoruz.

Bağcılar Belediye Başkanı Feyzullah Kıyıklık sadece kadınların ve çocukların gireceği bir park yapmaya kalktı.

Türkiye için, İstanbul için gerçekten büyük talihsizlik.

Feyzullah Bey bu parka erkeklerin kesinlikle sokulmayacağını açıkladı.

Harika bir mantıkla ileri sürdüğü gerekçeleri de şöyle:

"Kadınlar çekingen davranıyorlar, parklara da gitmiyorlar. Kadın parkıyla kadınların voleybol, basketbol oynamalarını, çocuklarını gezdirmelerini amaçlıyoruz."

Bir köşe yazarı da aynı harika mantıkla bu gerekçeleri tarafsız sosyologların araştırmalarına değer buluyor.

Tartışmaya AKP’li bir kadın milletvekili de muhteşem bir mantıkla katılıyor. Şöyle diyor:

"Erkeklerin tek başlarına giremediği gece kulüpleri, plajlar da var. O zaman onlar da tartışılsın."

Söylenecek söz var mı?

* * *

Şimdi biraz geriye gidelim. Daha Cumhuriyet’in kurulmadığı, Atatürk devrimlerinin henüz yapılmadığı günlere uzanalım.

İstanbul’a, uzmanlığını Fransa’da genel cerrah olarak yapan Cemil Topuzlu adlı bir doktor belediye başkanı olur.

Cemil Topuzlu Türkiye’ye hijyeni ve modern cerrahiyi getiren doktordur.

O tarihe kadar perişan durumda olan, Sirkeci’deki hastaneyi baştan aşağı değiştirir.

O kadar başarılı olur ki, Cemil Topuzlu İstanbul’un da elini yüzünü düzeltsin diye belediye başkanlığına getirilir.

Cemil Topuzlu Avrupa kentlerinde gördüklerini uygulamaya başlar.

Topkapı Sarayı’nın hemen altındaki mezbelelik sahayı nefis bir park haline getirir.

İstanbullular kadın-erkek, çoluk-çocuk ’Gülhane Parkı’ adı verilen bu parka hücum eder.

İşte o zaman da kıyamet kopar.

İttihat Terakki Partisi’in güçlü liderlerinden "Hürriyet kahramanı Enver Paşa" kükrer:

"Ne demek? Kadın-erkek nasıl olurmuş da yan yana parkta dolaşırlarmış. Tez kadın ile erkeklerin aynı anda parka girmeleri yasaklana..."

Enver Paşa’
yı güç bela harem-selamlık uygulamasına razı ederler.

* * *

Acı ama tam 92 yıl sonra AKP kafası sayesinde dönüp dolaşıp aynı noktaya geldik.

Hani nerede kaldı Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler hedefi?

Bu söylemi ağzından düşürmeyen Başbakan Erdoğan, neden Feyzullah Kıyıklık’a dönüp "Sen ne yapıyorsun arkadaş? Bu çağda kadınlar parkı olur mu?" demedi?

Bakanların bir teki bile bu çağdışı girişime tepki göstermedi.

Sadece İstanbul’un AKP’li Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile iki kadın milletvekili Güldal Akşit ve Gülümser Topuz karşı çıktı.

1914’te Enver Paşa’ya karşı zorlu bir savaşım veren Cemil Topuzlu bugün yaşananları görseydi herhalde aklını kaçırırdı.

Peki biz ne yapalım?

Çare yok! Hepimiz aklımızı başımıza almalıyız ve ilk seçimde bu kafalardan kurtulmalıyız.
Yazının Devamını Oku

Ünlü babanın dramı

28 Ekim 2006
ADAM gibi adamlara en fazla gereksinim duyduğumuz günleri yaşıyoruz. İngiliz yazar Rudyard Kipling’in dünya klasiği haline gelen şiirini yayımlamayı yararlı buluyorum:



"Adam Gibi Adam

Ol, Oğlum



Çevrende herkes şaşırsa, bunu da senden bilse

sen aklı başında kalabilirsen eğer

herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır

hem kendine güvenebilirsen eğer

bekleyebilirsen usanmadan

yalanla karşılık vermezsen yalana

kendini evliya sanmadan

kin tutmayabilirsen kin tutana



düşlere kapılmadan düş kurabilir

yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer

ne kazandım diye sevinir

ne yıkıldım diye yerinir

ikisine de önem verebilirsen eğer

söylediğin doğruyu ve gerçeği büken düzenbaz

kandırabilir diye safları dert edinmezsen

ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz ve

yeniden koyulabilirsen işe

döküp ortaya varını yoğunu

bir yazı tura yitirsen bile

yitirdiklerini dolamaksızın diline

baştan tutabilirsen yolunu



Yüreğine, sinirine ’Dayan’ diyecek

direncinden başka bir şeyin kalmasa da

herkesin bırakıp gittiği noktaya

sen dayanabilirsen tek başına

herkesle düşüp kalkıp yine de erdemli kalabilirsen

unutmayabilirsen halkı krallarla gezsen de

dost da düşman da incitemezse seni

ne küçümser ne de büyültürsen çevreni



her saatin her dakikasına

emeğini katarsan alın terine

hakçasına bölüşürsen vicdanındaki adaleti

her şeyiyle dünya önüne serilir

korktuğun yerde el öpmez, hükümran olduğun yerde ezmezsen

oğlum adam oldun demektir

Üstelik adam gibi adam."

* * *

Bülent Ecevit’
in çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şiiri Kipling 1910’da 12 yaşındaki oğluna yazmış.

Kipling’
in oğlu John büyümüş, adam gibi adam olmuş ama ya yazgısı...

"Bütün Dünya Dergisi"nde Sema Tümay Ertekin’in yazısından öğrendiğimize göre John subay olur ve gönüllü olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılır.

2 Ekim’de Kipling’e Savaş Bakanlığı’ndan gelen telgrafta oğlu John’un Fransa’da Loos Savaşı’nda kaybolduğu bildirilir.

John’un cesedi babasının bütün aramalarına rağmen bulunamaz...

"Adam gibi adam" ne yazık ki savaşın kurbanı olmuştur.

Kipling tüm askeri mezarlıkların girişlerine "Adları sonsuza dek yaşayacaktır" ve oğlu gibi meçhul askerlerin mezar taşlarına da "Yalnız Tanrı bilir" sözlerini yazdırır.
Yazının Devamını Oku

Derin çelişkiler...

27 Ekim 2006
AKP iktidarının önde gelen isimleri "Muasır medeniyetler seviyesine çıkmaktan" dem vururlar sık sık.<br><br>Bunun Atatürk’ün gösterdiği hedef olduğunu, Türkiye’yi bu hedefe götürmek için gece gündüz çalıştıklarını söylerler. Ulusal ve dini bayramlarda ülkemizi bu hedeflere nasıl yaklaştırdıklarını ballandıra ballandıra anlatırlar.

İrtica konusunda (Başbakan ve arkadaşları irtica yerine aşırılık sözcüğünü kullanıyorlar) çok duyarlı olduklarını iddia ederler.

Örneğin cüppelilerle sarıklıların İslamiyet’e en büyük zararı verenler olduğunu vurgulayıp onları eleştirirler.

Ama irticaya karşı sessiz kalırlar, yasaları uygulamak için en ufak bir girişimde bulunmazlar.

Tarikatlarla içli dışlı olduklarını sır gibi saklarlar.

Kadınların, genç kızların örtünmesini teşvik ederler.

15 bine yakın cami yaptırma derneği ile Kuran kursu derneğinin çalışmasına seslerini çıkarmazlar.

Çağdaş eğitimi dini eğitimle dengelemek için her yolu denerler.

Ders kitaplarının hurafelerle doldurulmasına göz yumarlar.

İlk fırsatta türbanın üniversitelerde ve kamu kurumlarında serbest bırakılması gerçek hedefleridir.

* * *

Bir insanın eşinin başının açık veya kapalı olmasının kendilerini ilgilendirmediğini söylerler.

Ama devletin en kritik mevkilerine hep eşi türbanlıları getirirler.

Çağdaş devletten söz ederler ama devlet kadrolarını imamlarla doldururlar.

Örneğin halen TRT gibi bir kurumu aylardan beri vekaleten bir imama yönettirirler.

Haksız kadrolaşma uygulamalarına karşı açılan binlerce davaya aldırmazlar.

Avrupa’ya gittiklerinde ısrarlı sorularla karşılaşınca İslam’da çok kadınla evliliğe izin verildiğini ama artık Türkiye’de bunun uygulanmadığını söylerler.

Oysa AKP grubunda iki eşli, hatta üç eşli bakan ve milletvekillerinin olduğunu unuturlar.

Bu çağdışılığa karşı çıkmazlar ve gerçekleri saklarlar.

Kocaları tarafından dışlanan eşlere sahip çıkmazlar.

Bu dramın AKP içinde giderek arttığının üstünü örterler.

Türkiye’nin 77 bin camisine karşı sadece 67 bin okulu olması onları rahatsız etmez.

Fransa ve Almanya’daki toplam kilise sayısının Türkiye’deki cami sayısının üçte biri kadar olduğunu bilmezlikten gelirler.

* * *

Bu örnekleri gazete köşelerine sığmayacak kadar uzatmak olası. Ama buna gerek yok.

Bunları Türkiye’nin AKP iktidarı tarafından nereye doğru götürülmek istendiğini anlatmak için yazdım.

AKP iktidarının söylemleri ile uygulamalarının derin bir çelişki oluşturduğu yadsınamaz şekilde ortada.

Atatürk’ün koyduğu hedefler onların gerçek hedefleri değildir.

Ne yaparlarsa yapsınlar, söylemleri ne olursa olsun gerçek niyetlerini gizleyemezler.

Boşuna bu ülkenin insanlarını kandırmaya uğraşmasınlar. Bunu başaramazlar.

Tutucular çağdaş olamaz, ülkeyi "muasır medeniyetler" hedefine götüremezler.
Yazının Devamını Oku