11 Ekim 2006
FRANSA’nın Türkiye’ye karşı takındığı düşmanca tavrın nedenini anlayamıyorum. İç politika deseniz, Ermenilerin Fransa’daki gücü Türkiye gibi güçlü ve etkin bir dostu kaybetmeye değmez.
Düşünün ki iki ülke arasındaki ticaret hacmi 10 milyar dolara ulaşmış.
Bir sürü irili ufaklı Fransız şirketinin ciddi yatırımları var Türkiye’de.
Geçmişte iki ülke arasında bir sorun yaşanmamış, tersine tarihin belirli dönemlerinde anlamlı dostluklar sergilenmiş.
Bütün bunlara rağmen Fransız politikacılarının bu kadar çapsızlığını anlamakta insan gerçekten zorlanıyor.
Toplumumuz bir zamanların Türk dostu Chirac’ı son yıllardaki tutumu nedeniyle tanımakta zorlanıyor.
Sarkozy gibi sığ bir politikacının elinde bu kadar oyuncak mı olacak koskoca Fransa?
Fransız İhtilali ile dünyada "özgürlüğün, kardeşliğin, eşitliğin" öncüsü olmuş bir ülkenin Türkiye’ye karşı böyle düşmanlık yapması hangi mantığa sığar?
* * *
Bu düşmanlık kıvılcımını çakan, Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing oldu.
Avrupa Anayasası’nı hazırlayan Avrupa Konversiyonu’nun başkanı olan bu zat, Türk düşmanlığını bütün kıtaya aşılamak için büyük çaba harcadı.
Bu zatın adı cumhurbaşkanlığı döneminde bir sürü seks ve yolsuzluk skandalına karışmıştı.
Ama bunların hepsi örtbas edildi.
Aslında bu skandalların Türkiye düşmanlığı ile bir ilgisi yok.
Ancak bu zatın bir yanı daha var ki o önemli.
Giscard d’Estaing eski Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in kız kardeşi ile yıllarca birlikte yaşadı.
Neyse... Biz bugüne bakalım.
Özgürlük şampiyonu Fransa, soykırıma "Hayır" deme özgürlüğünü yasaklıyor.
Bizim iktidarın Fransa’ya karşı başlattığı ataklar da çok akıllıca değil.
Güçlü bir devlete tehdit yakışmaz.
Fransız şirketlerinin gırtlağına basmak ise bir hukuk devletine hiç yakışmaz.
Erdoğan kürsülerde bağıra çağıra dünyada saygınlık kazanılabileceğini sanıyor.
Oysa bağırıp çağırıp, tehditler yağdıranı kimse ciddiye almaz.
Dünyada saygınlık kazanmak için dürüst, kararlı, ilkeli, dünya değerlerine bağlı bir dış politika uygulamak gerekir.
NOT YORUM
Hocanın yediği herzeler
ÇOK saygın bir din adamı(!) olan Cüppeli Ahmet Hoca’nın gerçek yüzünü sanırım tiksinerek izliyorsunuzdur.
İşin acı yanı bir sürü saf insan bu din tüccarlarına kanıp her şeylerini onların emrine veriyor.
Onlar da krallar gibi keyif sürüyorlar.
Bu kapkara adamlar müritlerine dünyayı zindan ederken kendileri her türlü zevki sefayı sürüyorlar.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
GENELKURMAY Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademileri’ndeki konuşmasından sonra, eski komutanların yüzünün güldüğünü hepimiz gördük. Ben duymadım, ama gazeteci arkadaşların öğrendiğine göre eski Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu Paşa yanındakilere "4 yıllık suskunluk sona erdi" demiş.
Kıvrıkoğlu görevdeyken de sert bir komutan olarak bilinirdi.
İki yıl önce Atina’da bir toplantıda Mesut Yılmaz’la aynı masada yan yana oturuyorduk.
Yemek boyunca sohbet ettik. Yılmaz’ın değindiği konuların birçoğu yazılmamak koşuluylaydı.
Kendisine Başbakan Erdoğan’ı nasıl bulduğunu sormuştum.
"Çok şanslı" demişti ve sözün gerisini getirmemişti. Gazetecilik merakıyla zorlamıştım:
"Ne bakımdan şanslı?"
Önce gülmüş, sonra da şöyle yanıtlamıştı sorumu:
"Şanslı, çünkü Hilmi Özkök gibi bir Genelkurmay Başkanı var. Bizim dönemimizde Hüseyin Kıvrıkoğlu vardı."
"Çok mu sertti Kıvrıkoğlu?"
Yılmaz yanıt vermedi, gülmekle yetindi.
Cumhurbaşkanı’nın, komutanların ve Genelkurmay Başkanı’nın konuşmalarından sonra Erdoğan’ın şanslı döneminin sona erdiği anlaşılıyor.
Meclis Başkanı Arınç’ın "Özkök Paşa’nın gidişine ağladım" demesi boşuna değil.
* * *
Erdoğan Amerika dönüşünde gazetecilere ortamı yumuşatacağına dair bazı mesajlar vermişti.
Bunu gerçekleştirebilir mi?
Zihniyetini değiştirmeden zor, çünkü...
Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer orada durdukça ve devletteki dinci yapılaşmayı Başbakan’dan aldığı güçle sürdürdükçe...
Devlet kadroları hızla imamlarla veya aynı dünya görüşündeki insanlarla dolduruldukça...
Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik sürekli olarak laik ve çağdaş eğitim sistemine karşıt uygulamalar içinde oldukça...
Polis, devletin polisi gibi değil de iktidarın polisi gibi davrandıkça...
Yargı hızla siyasallaştırıldıkça...
Devletin valileri ile kaymakamlarının tarikatlara karşı eleri kolları bağlandıkça...
Türk Silahlı Kuvvetleri, üniversiteler ve basınla ilişkiler normalleştirilmedikçe...
Siyasi İslam’ın simgesi olan türban iktidarın tutkusu olmaya devam ettikçe...
Erdoğan mümkünü yok ortamı yumuşatamaz.
* * *
2007 zaten Türkiye için içte ve dışta çok zorlu olaylarla karşılaşacağımız bir yıl.
Cumhurbaşkanlığı, ardından da genel seçim sert siyasi tartışmalara, çekişmelere sahne olacak.
Çünkü Tayyip Erdoğan cumurbaşkanı olmak istiyor.
Ama halkın yüzde 70’i kendisini ve eşini Çankaya’da görmek istemiyor.
Kendisini Çankaya’ya gönderecek siyasi iradeye sahip olan Tayyip Bey cumhurbaşkanı olma tutkusunu frenleyebilecek olgunluğu gösterebilecek mi?
Zor, hem de çok zor...
Siyasetle biraz ilgilenen herkes, Tayyip Bey’in cumuhurbaşkanlığından başka bir şey düşünemediğini, kafasının tamamen Çankaya için programlandığını görüyor.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2006
1962 yılıydı. "Vakko" adlı çok katlı bir yeni mağaza açılmıştı İstiklal Caddesi’nde.<br><br>Bir anda Türkiye’de olay olan mağazada pahalı ama çok şık ve güzel giyim eşyası satılıyordu. Vakko kısa zamanda Türk sosyal ve moda yaşamına damgasını vuruvermişti.
Bir gün okulda bir ders boyu Vakko’yu tartışmıştık. Bizim, Josef Edizel adında bir hocamız vardı. Sorbonne mezunu, cin gibi bir adamdı.
O, Vakko’nun uzun ömürlü olmayacağını, sahibine acıdığını, çünkü bu mağazanın çok yakında batacağını iddia etmişti.
Mösyö Edizel’in bilgisine, öngörülerine hepimiz güvendiğimiz için biz de Vakko’nun batacağına inanmıştık.
Ama başta Edizel olmak üzere hepimiz fena halde yanılmıştık. Çünkü Vakko giderek büyüdü ve bugünlere geldi.
Sonra bu mucizeyi yaratan adamı, Vakko’nun sahibi, ufak tefek ama bizim Edizel’den daha cin olan Vitali Hakko’yu tanıdık.
* * *
Aradan yıllar geçti. Ben gazeteci olunca Vitali Hakko ile ahbap olduk.
Geçenlerde bir arkadaş grubunda beraberdik.
Vitali Hakko heyecanla dünyanın en ünlü modacı, tasarımcı, sahne insanları ile top modellerine verdikleri daveti, konuklarla yaptığı konuşmaları anlattı:
"Bakınız benim bugüne kadar edindiğim bilgi ve deneyimlerime dayanarak bu davette konuştuklarımdan çıkardığım sonuç şudur: En geç beş yıl içinde İstanbul Avrupa’nın en büyük kültür, sanat ve moda merkezi olmaya adaydır."
Sonra aynı heyecanla sürdürdü konuşmasını:
"Yeter ki biz yakaladığımız bu havayı bozmayalım. Konukların hemen hepsi İstanbul’un büyüsüne kapıldıklarını, Türk moda piyasasının dinazminin onları şaşırttığını söylediler."
Vitali Hakko... Vakko mucizesinin mimarı.
Uzun yaşamında (kendi ifadesiyle 90’ı aştı) bin bir deneyimden geçmiş, Türkiye gibi statik bir toplumun sosyal yaşamında köklü değişim depremlerini yaratmayı başarmış bir insan.
Dünyanın en ünlü sanat, kültür ve moda yaratıcılarının Türkiye’ye yönelmesinde büyük rolü olan aktörlerden biri.
* * *
Gerçi bugün Türkiye’yi yöneten AKP hükümeti sanat, kültür ve moda olaylarına çok sempatik bakmıyor ama gelişim siyasi iktidarları filan dinlemiyor.
Türkiye’nin dinamikleri kendiliğinden katılıyor dünyadaki çekime.
Siyasi iktidarların dünya görüşleri toplumsal gelişimi yönlendirmeye etkili olamıyor.
Geçmişte de buna benzer dönemler yaşadık. Hiçbiri Türkiye’nin gelişiminin önüne geçemedi.
İstanbul artık sanat ve kültür etkinliklerine yetişmenin olanaksız hale geldiği bir dünya kenti oldu.
Konserler, sergiler, kültür etkinlikleri, paneller, konferanslar, uluslararası bilimsel toplantılar insanın başını döndürecek kadar çoğaldı.
Vitali Hakko’nun İstanbul’la ilgili umutlarına aynı heyecanı duyarak katılıyorum.
Türkiye’nin, önünde açılan ve bizi çağdaş uygarlıklarla buluşturacak olan bu yolda yürümesi değil, koşması gerekiyor.
Biz toplum olarak bunu başaracak donanıma, hırsa sahibiz...
Yeter ki siyasi İslam heveslilerini, irtica yanlılarını, laik demokratik cumhuriyet karşıtlarını aşabilelim.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2006
TÜRKİYE’de doğmuş büyümüş, yargının en alt kademesinde başlayıp zirvesine çıkmış, Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş bir insan, "İrtica tehlikesi var" diyor. Muhalefet partilerinin genel başkanları, sık sık yaptıkları konuşmalarda aynı kaygıları dile getiriyor.
Önce kuvvet komutanları, sonra Genelkurmay Başkanı, irticai faaliyetlerin arttığını söyleyip hükümeti uyarıyor.
Üstelik bu insanlar, bu yargılarını kulaktan duyma bilgilere değil, devletin istihbarat örgütlerinin raporlarına dayanarak seslendiriyorlar.
Ama bütün bunlara karşın taa Washington’dan Türkiye’yi sadece bir yıldır görüp tanıyan bir ses yükseliyor:
"Türkiye’de irtica tehlikesi yok. İrtica tartışmaları kakofoniden başka bir şey değil..."
Bu sesin sahibi, Amerika’nın Büyükelçisi Ross Wilson...
Acaba Büyükelçi Wilson şaka mı yapıyor, yoksa haddini mi aşıyor?
Acaba bu büyükelçi, görev yaptığı ülkenin tepesindeki insanların sözlerini böyle değerlendirebilme cesaretini nereden buluyor?
Diplomasi ilke ve kurallarını nasıl bu kadar rahatlıkla çiğneyebiliyor?
Bay Wilson, Türkiye’yi Amerika’nın sömürgesi, kendisini de sömürge valisi filan mı sanıyor?
Bu kadar haddini bilmezlik olabilir mi?
* * *
AKP hükümetinin ve Dışişleri’nin bu sözleri susarak karşılamaları ise Türkiye Cumhuriyeti için hüzün verici bir durum.
Bir büyükelçi kalkıyor, bütün diplomatik kuralları çiğneyip devletin tepesindeki insanların sözlerini "kakofoni" olarak nitelendiriyor.
Ankara ise suspus...
Siz hükümet olarak Dışişleri’ni devre dışı bırakırsanız daha çok böyle durumlarla karşı karşıya kalırsınız.
Avrupa Birliği ülkelerinin büyükelçilerinin davranışları da Amerikan Büyükelçisi’nden farklı değil.
Doğal olarak Başbakan da büyükelçiyle aynı kanıda.
Ona göre de Türkiye’de irtica tehlikesi yok.
İktidara geldikten sonra sanırım Başbakan, olup bitenlere gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamış.
Öyle olmasa, hiç değilse Danıştay baskınını, İsmailağa Camii’ndeki rezaletleri, tarikatların oluşturduğu kurtarılmış bölgeleri görürdü.
Efendim bu olup bitenlere "irtica" dememek gerekiyormuş, belki "aşırılıklar" denebilirmiş.
"Aşırılıklar" gerçekten varmış, bu durum mütedeyyin insanları da rahatsız ediyormuş, onun için önlem alabilirlermiş.
Böyle diyor Başbakan.
Aman efendim, boşuna zahmet edip kendinizi üzmeyin.
* * *
Dönelim yeniden Amerikan Büyükelçisi’ne...
Washington bilsin ki, böyle bir büyükelçiyle Türkiye’de yükselen Amerikan düşmanlığının önüne geçilemez.
Böyle bir büyükelçi, Amerikan düşmanlığını daha da hızlandırır.
Amerika, Türk toplumunun terör ve irtica konularındaki duyarlılığını anlamadan, bu topraklarda yitirdiği saygınlık ve güveni yeniden kazanamaz.
Hele böyle haddini aşan üslup kullanan büyükelçilerle bu iş hiç olmaz.
Birileri Washington’a, "kakofoni" sözcüğünün Türk toplumunun belleğine bir daha silinmemek üzere çoktaaan kazındığını anlatsa iyi olur.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2006
BİR, bir buçuk yıl öncesinden başlamıştı AKP’deki erime. Ama kamuoyu yoklamalarına yansımıyordu. Ya da bilinçli olarak yansıtılamıyordu.
Sonunda ufak ufak anketlerde gerçekler görülmeye başladı.
Başbakan Amerika’ya giderken partisinin oy yitirdiğini hem de kendi yaptırdıkları ankete dayanarak açıkladı.
Başbakan’ın bu açıklamayı neden yaptığını AKP’liler dahil hiç kimse anlayamadı.
Bu açıklama bir "Doğrucu Davut"luk mu, yoksa bir taktik mi?
Bana taktik gibi geliyor.
Çünkü Başbakan çekirdekten yetişme siyasetçidir. Parti tabanını demoralize edecek olan bu kadar büyük bir siyaset yanlışı yapacağını sanmıyorum.
Bu taktiğin ne olduğuna dair kafamda bir yorum var ama bunu açıklamak için zaman erken.
Yalnız şunu söyleyebilirim. Başbakan’ın bu taktiği Amerika’ya dönük bir politika olabilir.
* * *
Ekonomi...
Hiç kuşkusuz AKP’nin erimesinin en büyük nedeni.
Askerle didişmenin, üniversitelerle kavganın, irticaya prim vermenin de rolü olduğu tartışılamaz.
Ben merak ediyorum, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ne iş yapar?
Neden askere yönelik yıpratma kampanyalarına Milli Savunma Bakanı karşı çıkmaz?
Neden Silahlı Kuvvetler’i rahatsız edecek hakaretleri yanıtsız bırakır.
Asker de içten ve dıştan sistemli bir şekilde sürdürülen yıpratmalara karşı kendini savunmak zorunda kalır.
Hadi Vecdi Gönül Milli Savunma Bakanlığı yapmıyor diyelim.
Neden bu açığı Başbakan kapatmıyor? Neden TSK’ya karşı yürütülen çirkin kampanyalara yanıt vermiyor?
* * *
AKP’deki erimeyi CHP Lideri Baykal’a sordum.
"Başbakan açıklamak zorunda kaldı. Aslında erime onun anketinde çıktığından daha fazla.
Biz bunu uzun zamandır gözlemliyorduk ve söylüyorduk.
AKP’lilerin ezikliğini görüyorduk. İnsanlar artık AKP’liyim bile diyemiyor."
Baykal bu siyasi göstergenin seçime doğru daha da hızlanacağını söylüyor.
"Bakın CHP yükseliyor. Ben anket yaptırmıyorum. Ama bütün araştırmalarda CHP % 21 olarak çıkıyor.
Şu gerçek ki AKP’nin karşısındaki parti CHP’dir. Seçime doğru bize yöneliş daha da artacak. Bunu herkes görecek."
Baykal’ın tek sıkıntısı medyanın CHP’nin hakkını vermemesi.
Yani CHP yeteri kadar medyada gösterilmiyor.
Baykal’a göre eğer medya adil davranırsa CHP seçimden birinci parti olarak çıkar.
CHP lideri bu yükselişi şöyle yorumluyor:
"Türkiye AKP’yi aşmak istiyor. AKP ancak CHP ile aşılır."
Baykal’ın bu yorumu ile çok ünlü bir hukukçunun bir tartışmadaki şu yaklaşımı örtüşüyor:
"İçinde bulunduğumuz koşullarda CHP’ye karşı çıkma, CHP’yi suçlama lüksümüz var mı diye düşünmeliyiz."
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2006
DEMİREL’le 4 ay bir hafta sonra yine Batman’dayız... 9. Cumhurbaşkanı temelini attığı kız öğrenci yurdunun açılışını yaptı. 2006 yılının ilk dokuz ayında 11 genç kızın intihar ettiği Batman’da kız öğrenci yurdunun ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yok.
Batman’a iner inmez doğruca vilayete gittik. Demirel buna çok dikkat eder. Programına devleti temsil eden valiyi ziyaretle başlar.
Vilayette gazetecilerin sorularını yanıtladı. Üç önemli mesaj verdi:
"Askerlerin son günlerdeki beyanları Anayasa’ya ve yasalara dayanır. Bu nedenle konuşmaları yadırganmamalı. Askerler genellikle konuşmazlar. Konuştukları zaman da bunları ciddiye almak gerekir..."
"Cumhurbaşkanını halk seçmelidir. Meclis’in seçeceği cumhurbaşkanı meşrudur. Ancak kurallara uygun yapılan her şey kusursuz değildir. Bu Meclis’te yapılacak seçim meşruiyet değil ama, temsiliyet tartışması yaratır. Çünkü Türkiye’de temsilde adalet yoktur. Seçmenin yüzde 45’i Meclis’te temsil edilmemektedir."
"Alternatif yok demek geçerli değil. Halk bunalmışsa ’bu gitsin de kim gelirse gelsin’ der. Seçime daha bir yıl var. Bakalım neler olur? Halk buna çare bulur."
* * *
Demirel vilayetin hemen arkasında yapılmış olan kız yurdunu açarken çok mutluydu.
Açılışa sadece kız öğrenciler getirilmişti. Onları kürsünün önüne çağırdı:
"Gelin, şöyle benim karşıma gelin..."
Avukat Ahmet Pekin’in eşi Düriye Neş’e Pekin adına yaptırdığı kız öğrenci yurdunun açışı Batman için gerçekten çok anlamlı bir olaydı.
Batman tarikatların çok etkili olduğu bir kent. Hizbullah’ın çok güçlü olduğu geçmişte yaşanan olaylardan da biliniyor.
Başbakan Amerika yolunda gazeteci arkadaşlarımıza Türkiye’de irtica tehlikesi bulunmadığını söyledi.
Batman’a gelsin ve irticanın gepegenç kızları nasıl intihara sürüklediğini görsün Başbakan.
Birçok aile kız çocuğunu değil okula göndermek, sokağa bile çıkarmıyor.
Batman’da ciddi bir sıkıntı var.
Başbakan "İrtica tehlikesi yok" diyeceğine Batman’daki kız çocuklarının intiharına bir zahmet eğilsin.
Bakalım ardından neler çıkacak. O zaman da irtica tehlikesi yok diyebilecek mi?
* * *
İşte böyle bir kentte okumak isteyen kız öğrencileri barındıracak yurdu açmanın ne kadar kutsal bir görev olduğunu vurguluyor Batmanlı eğitimciler.
Yaşamlarının baharında ölümü seçmek zorunda kalan genç kızların ne büyük çıkmazlarla karşı karşıya olduğunu anlayabilmek kolay değil.
Duriye Neş’e ve Ahmet Pekin bu acıyı yüreklerinde duydukları için 150 kızı belki ölümden çekip yaşama kazandıracak olan bu yurdu yaptırdılar.
Bu kutsal hizmetin verdiği haz ve mutluluk, Pekinler’le birlikte törene katılan herkesi çok duygulandırdı.
Batman’ın yurtlara, okullara çok ama çok gereksinimi var.
Biz şeriatı, irticayı uzaklardan "Böyle bir tehlike yok" diyen başbakanlarla yenemeyiz.
Biz bu çağdışı anlayışın hakkından ancak dogmalardan, hurafelerden arındırılmış çağdaş eğitimle geliriz.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
MALATYA İnönü Üniversitesi bu yıl anlamlı bir törenle başladı öğretime... Tören gecesi İkinci Ordu Bandosu ile piyanist Hande Dalkılıç’ın verdiği konseri izlerken 40 yaşından sonra çello çalmayı öğrenen İsmet Paşa’nın salonda olmasını düşledim.
Kim bilir ne kadar mutlu olurdu.
En iyisi ben başa döneyim ve açılış törenini anlatmaya çalışayım.
İnönü Üniversitesi’nin çağdaş kampusu cıvıl cıvıldı. Öğrenciler huzur ve mutluluk içinde ilk günün heyecanını yaşıyordu.
Açılış töreni, üniversitenin Eğitim ve Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinden oluşan orkestra ve koronun konseriyle başladı.
Üniversite marşının ardından Haydn, Bizet çalındı. Konser Onuncu Yıl Marşı ile son buldu.
Düşünün çok değil 6 yıl önce bu üniversite, her tarafında ilahiler okunan tarikat üniversitesi olma sınırına gelmişti.
Oruç, namaz yüzünden sık sık kavgalar çıkıyor. Oruç tutmayan öğrencilere saldırılıyor, bir öğrenci öldürülüyordu.
* * *
Üniversiteyi, tarikat sınırından akıl ve bilim sınırına getiren Rektör Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu konuşmasında kurumun yaşadığı gelişmeleri anlattı.
Daha sonra Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, "Çağdaş Demokrasi ve Türkiye" konulu ilk dersi verdi.
Kanadoğlu, Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz 3 ilkesini şöyle sıraladı:
Laik devlet, üniter devlet, hukuk devleti...
Onursal Başsavcı, son dönemdeki olayları şu iki cümleyle özetledi:
"Laiklik karşıtı söylemler ülkenin ufkunu karartıyor. Çoğunluk ne isterse olur mantığı, çağdaş demokrasilerde geçerli değildir."
Sonra da çağdaş demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerini sıraladı:
Çoğulculuk, katılımcılık, şeffaflık, hukukun üstünlüğü...
Kanadoğlu dersini, "Türkiye’de çağdaş demokrasi ve yargı bağımsızlığı yoktur. Cumhuriyet içeriden ve dışarıdan ciddi tehdit ve tehlike altındadır" diye sonlandırdı.
* * *
Aynı gece yazının başında sözünü ettiğim konser vardı.
Piyanist Hande Dalkılıç, İkinci Ordu Bandosu eşliğinde Beethoven’i çaldı. Usta bir yorumlamaydı.
Hem bando, hem Hande Dalkılıç çok başarılıydı.
İkinci yarıda bando, Ferit Tüzün (Esintiler), Brahms (5. Macar dansı), Bizet (Carmen), Ulvi Cemal Erkin (köçekçe) çaldı.
Nefesli sazlardan oluşan bir bandonun bu güç klasik parçaları çalması cesaretli bir adımdı.
Bunu sağlayan eski 2. Ordu Komutanı Orgeneral Şükrü Sarıışık (Şu anda Ege Ordu Komutanı), 2. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız başta olmak üzere bando şefi Albay A. Said Kutlu, bandoyu oluşturan asker-sanatçılar çok büyük bir başarıya imza attılar.
Dedim ya bu konseri İsmet Paşa izleyebilseydi gurur duyar, çok mutlu olur ve komutanları, solisti, şefi ve orkestradaki astsubayları tek tek öperek kutlardı.
Rektör Fatih Hilmioğlu’na gelince...
Bir rektör bu kadar büyük mucizeleri nasıl yaratabiliyor diye çok düşündüm.
(Bu düşüncem Anadolu’daki devlet üniversiteleri rektörlerinin çoğu için de geçerlidir.)
Galiba bunun sırrı "çalmamak, çaldırmamak" diye özetlenebilir.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2006
ŞU Yunanistan’ın yaptığını Türkiye yapsaydı...<br><br>Yani bizim sahil güvenlik botlarımızdan biri Yunanistan’dan Türkiye’ye geçen mültecileri Yunan kıyılarına götürüp denize atsaydı. Bunlardan 6’sı boğulsaydı, 3’ü de kaybolsaydı...
Neler olacağını düşünebiliyor musunuz?
Bütün dünya ve AB ayağa kalkardı...
Ne barbarlığımız kalırdı, ne katilliğimiz...
Ama size garanti vereyim, Yunanlıların bu insanlık dışı davranışını Batı görmeyecek.
O çok duyarlı Avrupa basını ve insan hakları kuruluşları parmaklarını bile oynatmayacaklar.
Facia kapanıp gidecek.
İşte Avrupalı’nın çifte standardına somut bir örnek.
Türkiye’ye dönük haksız ve önyargılı tutumlara alıştık artık.
Avrupa Birliği kurumları ve sözcüleri aldıkları abuk sabuk kararlarla saç baş yolduracak hale geldiler.
Türkiye’ye "Ermeni soykırımını kabul et yoksa tam üye olamazsın" tehditleri savuran AB kendi üyelerinin yediği haltları işte böyle görmezlikten geliyor.
* * *
Hollanda Hıristiyan Demokrat Partisi, milletvekili adayı iki Türk’e, Sosyal Demokrat İşçi Partisi de bir milletvekili adayı Türk’e akıl almaz bir koşul öne sürdü.
Her iki parti de Türk milletvekili adaylarına "Ermeni soykırımını kabul edin" dedi.
3 Türk aday bunu kabul etmeyince listeden sökülüp atıldı.
Yani milletvekilliği yarışına katılma hakları ellerinden alındı.
Bu olay utanç vericidir.
İnsan haklarına, hukuka, demokrasiye de aykırıdır.
Ama bunu kendisi yaptığı için insan haklarına, hukuka ve demokrasiye aykırı görmüyor.
İşte Avrupa’nın çifte standardına bir somut örnek daha.
Aynı Avrupalı hiç sıkılmadan dönüp Türkiye’ye her konuda hesap soruyor.
301’i tümüyle kaldır diye dayatıyor.
Daha da hızını alamayınca "Ermeni ve Pontus soykırımını kabul et" diyor.
Neyse ki Avrupalı parlamenterler her iki soykırım iddiasını reddederek son anda rapordan çıkardılar.
* * *
Türk toplumu soğukkanlılığını koruyarak bu bezdirici tutumdan yılmamalı.
Hatta Avrupa Birliği için önüne konan engelleri aşma hırsını daha da keskinleştirmeli.
301’inci madde konusunda da öyle...
AKP ondan bundan yardım istemeden uzmanlarla oturup 301’inci maddeyi Avrupalıların koz olarak kullanamayacakları şekilde düzeltmeli.
Burada savcı ve yargıçlara da çok önemli bir görevler düşüyor.
İlk duruşmada beraat ettirecekleri yazarlara dava açma gafletinde bulunmamalılar.
Beraatle sonuçlanacak bu tip davaların Türkiye’ye çok şeyler kaybettirdiğini, içeride de kısır çekilmelere neden olduğunu artık görmeliler.
Türkiye, 50 yıldır ilerlediği Atatürk’ün gösterdiği hedeften ne kadar engel çıkarılırsa çıkarılsın geri dönemez.
İçeride ve dışarıda bazı kafalar bunu iyice anlamalıdır.
Yazının Devamını Oku