25 Ekim 2006
YEŞİL sermayenin başta Almanya olmak üzeri tüm Avrupa ülkelerinde paralarını hortumladığı on binlerce insan büyük bir çaresizlik içinde. Yıllarca verdikleri emeklerin birikimi olan milyarlarca doları kaptırdıkları şirketlerin tarikatlarla iç içe olduğunu biliyor yeşil sermaye mağdurları.
Almanya’da yapılan toplantılardan bazısına gazeteci arkadaşlarla katılmış ve bu insanların feryatlarını dinlemiştim.
O insanların çaresizliklerini görünce yüreğim parçalanmıştı.
Dini kullanarak inanılmaz bir dolandırıcık, talan bu insanların bütün birikimlerini silip süpürmüştü.
500 bin mark, 600 bin mark kaptıran çok sayıda insana rastladık.
Hepsi öfke içindeydi ve AKP hükümetinin haklarını aramadıklarına inanıyordu.
"Neden alın terinizle ve bin bir zorlukla kazandığınız paralarınızı garanti altına almadan bu insanlara verdiniz" diye sorduğumuzda şu yanıtı almıştık:
"Çok yüksek faiz verdiler. Bu cazip geldi. Aldandık. Bir de dini bütün, Allah korkusu olan insanlar olarak tanıttılar kendilerini... İnandık... Bu insanlarda Allah korkusu var bizi dolandırmazlar diye düşündük."
Bazıları da şöyle demişti:
"Camide topladılar paraları. Adam bir yanına cami imamını, bir yanına da bilmem ne müftüsünü oturtmuş. Onlar da paralarımızı vermemizi, bunun aynı zamanda İslam’a hizmet olacağını söylediler. Nasıl inanmazsın?"
* * *
Bu işi inceleyenler, yeşil sermaye adı altında 70’ten fazla şirketin hiçbir belge vermeden bu insanlardan 50-60 milyar dolar topladıklarının belirlendiğini söylediler.
Ancak ne Alman hükümeti, ne de Türk hükümetleri bu konuya fazla duyarlılık göstermemişler.
AKP iktidara geldikten sonra ise işin peşi iyice bırakılmış.
CHP’nin zorlamasıyla bir komisyon kurulmuş ama hükümet bu konuda hep ağırdan almış.
Almanya’daki mağdur insanlar hükümetin tutumundan çok yakınıyorlardı. Ama dertlerini kimseye anlatamıyorlardı.
Yeşil Sermaye mağdurları Almanya gezisinde Bşbakan’ı çok kızdırmışlardı.
Sonunda Başbakan dayanamamış ve şikayet edenleri şöyle azarlamıştı:
"Bana mı sorup verdiniz paralarınızı..."
* * *
Geçenlerde bir fotoğraf yayınladık Hürriyet’te...
Bence o fotoğraf Almanya’daki gurbetçi insanların ne kadar haklı olduğunun somut bir belgesiydi.
4 bakan AKP Yozgat Milletvekilinin cenazesinde yeşil sermaye şirketlerinin en büyüklerinden biri olan Yimpaş Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar’la en önde saf tutmuşlardı.
Dursun Uyar Almanya’daki binlerce gurbetçiyi dolandırmak suçundan Interpol tarafından difüzyon belgesiyle aranıyordu.
Fotoğrafta Dursun Uyar’la aynı sırada saf tutan bakanlar şunlardı:
Mehmet Ali Şahin, Abdülkadir Şener, Abdullah Gül ve... Evet ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu...
İş onunla da kalmadı.
İki gün sonra Dursun Uyar Yozgat’taki bayramlaşmada vali ve emniyet müdürüyle el sıkışıyor, her ikisinin de bayramlarını kutluyordu.
Bir hukuk devletinde bu iki fotoğraf bırakın o karelere giren bakanları, yöneticileri, hükümeti toptan götürürdü.
Yazık... "Muz Cumhuriyetleri"ni bile yaya bıraktık.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2006
KARŞIMDAKİ adam gözlerindeki öfkeyle yumruk yaptığı sağ elini havada sallayarak heyecanla şöyle diyordu:<br><br>"Seçim akşamı, o adamı sarayına kilitleyeceğim..." Yıl 2005... Ocak ayının Kıbrıs’a özgü ılıkça bir günü...
Akdeniz’in en güzel kumsallarına, küçük küçük koylarına yemyeşil doğasıyla yayılan Girne’ye tepeden bakan Kibele lokantasındayız.
Karşımdaki heyecanlı adam, birkaç gün sonra yapılacak seçimin iktidar adayı Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin lideri Mehmet Ali Talat...
Talat, başbakan olacağına kesin inanıyor ve çözümsüzlük mimarı olarak suçladığı Rauf Denktaş’a ateş püskürüyordu.
Talat’a göre Denktaş, barışın önünü tıkıyordu.
Ancak Talat, o seçimde tek başına iktidar olamadı ve Serdar Denktaş’la koalisyon yapmak zorunda kaldı.
Onun için de baba Denktaş’ı sarayına kilitleyemedi.
* * *
Daha sonra Denktaş aday olmadı ve Talat cumhurbaşkanı seçildi.
Ama Kıbrıs barış sürecinde Talat’ın cumhurbaşkanlığı döneminde bir adım bile ilerleme sağlanamadı.
Sağlanamadı, çünkü Avrupa Birliği ve Amerika, Kıbrıs Türklerine verdikleri sözlerin bir tekini bile tutmadılar.
Kıbrıs’ı daha beter bir çözümsüzlüğün içine ittiler.
AKP hükümeti, bugün AB ile sürdürülen görüşmelerde Kıbrıs konusunda yaptığı yanlışlar yüzünden sıkışmış durumda.
Avrupa, imzaladığı protokolün gereğini yerine getirmesini, yani deniz ve hava limanlarını Rumlara açmasını Ankara’dan istiyor.
AKP hükümeti çaresizlik içinde topu Denktaş’ı saraya kilitleyeceğim diyen Talat’a atıyor.
"Sakın hayır deme" diye de uyarıyor.
Talat çaresiz... Çaresiz, çünkü Denktaş’ın söyledikleri harfiyen çıkıyor.
* * *
Avrupa Birliği, Finlandiya eliyle tam bir "hokus pokus planı" hazırladı.
Bu "hokus pokus planı" hem Maraş’ı, hem Magosa Limanı’nı Türklerden alıp Rumlara veriyor, hem de Türkiye’ye "limanlarını aç" diyor.
Ankara telaş içinde...
8 Kasım’da yayınlanacak Türkiye raporundan önce Kıbrıs’ta bir sonuç alınmasını sağlamak zorunda.
Talat’ın Maraş’ın, Magosa Limanı’nın Rumlara devrine peki demesini istiyor.
Oysa bu olanaksız.
İşin ilginç yanı, Rumlar bu plana bile razı değil. Maraş’ın Birleşmiş Milletler denetiminde iki yıl kalmasını kabul etmiyorlar, "Derhal bize devredilsin" diyorlar.
Peki Talat "Hayır" derse, ki başka çaresi yok, AKP ne yapacak?
Avrupa Birliği, görüşmeleri durdurursa bunun altından nasıl kalkacak?
Tayyip Bey bunun bedelini ödeyebilecek mi?
Kıbrıs olayında geldiğimiz nokta, Erdoğan hükümetinin dış politika acemiliklerinin sonucudur.
AB’nin Kıbrıs’ta işi kırk katır mı, kırk satır mı noktasına getirmesine izin verildi.
Yarın öbür gün AKP iktidarı bitecek, ama verdikleri zararı Türkiye ödeyecek.
Kutlu olsun
Tüm okurlarımın bayramını sevgi ve saygıyla kutluyor, mutluluk, esenlikler diliyorum. (T.T.)
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
GERÇEKTEN de Hasan Abi (Pulur) olaylar ve insanları yaza yaza bir ömür verdi. Hasan Abi çekirdekten yetişme, mesleğin her türlü cefasını çeke çeke Babıáli’de doruğa çıkmayı başarmış bir insandır.
Kimsenin kayığına binmeden, kimsenin önünde eğilip bükülmeden, onun bunun kuyruğuna yapışmadan, meslek onurundan ödün vermeden bu noktaya gelmek bizim meslekte inanılmazı başarmaktır.
Sefa Kaplan’ın Hasan Pulur’la yaptığı uzun söyleşilerden oluşan kitap aslında yakın tarihimizin de önemli belgesidir.
Dile kolay, Hasan Abi tam 50 yıl gördüğü, yaşadığı olayları anlatıyor bu kitapta.
Renkli, inanılmazla dolu, acı tatlı, düşündürücü bir Türkiye...
Dürüstüyle, yalancısıyla, hortumcusuyla, hainiyle, vatanseveriyle, vefalısıyla, vefasızıyla, onurlusuyla, onursuzuyla hepsi bizim olan insanlarımızın yarattığı bir eşsiz mozaik...
O eşsiz esprisi ve gözlem yeteneğiyle tanıtıyor onları bize Hasan Pulur.
400 sayfalık kitabı bir solukta okudum...
* * *
Kitaptan bir küçük, küçücük ama anlamı büyük bir bölüm...
Hürriyet’in başına Arda Gedik ile Çetin Emeç getiriliyor. Her ikisinin de babası Demokrat Partili. Hasan Pulur ile Oktay Ekşi gazetenin sahibi Erol Simavi’ye çıkıp "Bizim muhatabımız kim? Yani Çetin Emeç ile Arda Gedik mi? Bu durum bize biraz ters geliyor?" diyorlar.
Olayın gerisini Hasan Pulur’dan dinleyelim.
"Erol Bey, Oktay’la beni alıp pencerenin yanına götürdü. Sokaktaki kalabalığı gösterip ’Bakın muhataplarınız burada’ dedi. Biz anlamadık önce, sonra halkı gösterdiğini fark ettik. ’Onlar okurlarınız. Sizin muhatabınız onlar. Siz başka şeye aldırmayın’ dedi. Bir patronun meseleye bu şekilde yaklaşması çok önemliydi. Ve biz hiçbir gürültü patırdı olmadan Arda Gedik ve Çetin Emeç’le çalıştık."
* * *
Olayları tam bir açık yüreklilikle anlatmaktan çekinmeyen Hasan Pulur Milliyet’i Korkmaz Yiğit’e satan Aydın Doğan’ın gazeteyi geri almasının büyük sorumluluk örneği olduğunu vurguluyor.
Ben 1969’de Milliyet’e girdiğimde Hasan Abi yazı işleri müdürüydü.
Yıllarca birlikte çalıştık. Ondan çok şeyler öğrendim.
Ama bir şey vardır ki onu her zaman anımsamış ve uygulamışımdır.
"Gazeteci, okura olayın kremasını sunan kişidir" derdi.
Hasan Abi muhabirlikle başladığı meslek yaşamında köşe sahibi olma şansını yakalamış bir insandır.
Ama bu şansı en iyi kullanan gazetecilerinden biridir.
Onun köşesi halkın sesi, kendisi de halkın yazarı olmuştur.
Bir gün Meclis’te bir milletvekili kürsüde konuşurken şöyle der:
"Şimdi size bir olay anlatacağım. Tam Hasan Pulur’luk bir olay..."
Milletvekilinin doğaçlama yaptığı bu tanımlama sanırım bir gazeteci için ödüllerin en büyüğüdür.
Hasan Abi yıllarca çizgisini hiç değiştirmeden Babıáli’de bir sembol olmayı başaran bir gazetecidir.
Benim gibi birçok meslektaşın da ustasıdır.
Yazıları hálá bir ders niteliğindedir.
"Olaylar ve insanlar"ın peşinde bir ömür...
Hasan Pulur’un yaşamının anlatısı olan kitap, 50 yıllık yakın tarihimizin de önemli bir tanığıdır.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2006
BU başlık Amerikalı ünlü Ortadoğu uzmanı Michael Rubin’in Wall Street Journal’da yazdığı yazının başlığının bir bölümü. Başlığın tamamı ise şöyle
"Bay Erdoğan’ın Türkiyesi: Daha Fazla İslam, Daha Az Atatürk."
Bir hayli iddialı ve Türkiye’deki milyonlarca insanın gönülden onaylayacağı bir başlık.
Rubin yazısında, ABD yönetiminin İslam dünyası için model diye gördüğü Türk demokrasisini "baltaladığını" belirtiyor.
Yaptığı şu saptama düşündürücü:
"Laik ve Batı’ya dönük Türkiye’nin geleceği risktedir."
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’un, Türkiye’deki laiklik ve irtica uyarılarını "kakofoni" diye değerlendirmesini de eleştiriyor Rubin.
Büyükelçi Ross Wilson’un istifa etmesi gerektiğini özellikle vurguluyor.
Rubin, yazısının önemli bir bölümünde, AKP’nin son dört yıldır sürdürdüğü uygulamaları örneklerle anlatıyor, bunları "Sisteme yönelik yavaş ve istikrarlı bir saldırı" olarak tanımlıyor.
Ünlü Ortadoğu uzmanı, "Yerleşik bir demokrasi seçim dönemine girerken, ABD diplomatları bir siyasi partiyi destekliyormuş gibi görünmemelidir. ABD’nin amacı, Ankara ile iyi ilişkiler değil, Türkiye’nin geleneksel olarak savunduğu demokratik ve liberal ideallerin zaferi olmalıdır" diyor.
* * *
Washington’un, Rubin’in de işaret ettiği ve yanlış bulduğu AKP’ye verdiği desteğin nedenlerini irdelemekte yarar var.
Çünkü Washington’u tanıyan herkes şunu iyi biliyor ki, Amerika Tayyip Bey’i kerhen destekliyor.
Çünkü onun yerine geçebilecek seçeneklerle işinin daha da zorlaşacağına inanıyor.
Çaresiz AKP iktidarına razı bir politika götürüyor.
Ancak Amerika’nın desteği, son zamanlarda AKP’deki düşüşün sürmesini engellemeye yetmeyeceğe benziyor.
Özellikle Amerika’nın yanlış politikalarını eleştiren ve karşı çıkan CHP’nin yükselmesi, Washington’u pek de mutlu etmiyor olmalı.
Seçim sandığı yaklaştıkça AKP’deki erimenin daha da artacağı beklentisi uzak bir olasılık olarak görülmemeli.
Sağlık durumundaki iniş çıkışların Erdoğan’ın gözünü budaktan esirgemeyen delikanlı imajını olumsuz etkilemesi, AKP’nin işini daha da zorlaştırıyor.
* * *
Geçenlerde bir iftarda AKP’li bir politikacıyla yan yana oturduk. Yemek boyu sohbet ettik.
AKP’li politikacının konuşmalarından, son zamanlarda yaşanan gerginlikten endişe duyduğunu anladım.
"Başbakan irtica ve laiklik konularında havanın durulmasını istiyorsa iki şey yapmalıdır. Ama kanımca bunları yapmaz" dedim.
Merakla yüzüme baktı ve "Nedir bunlar?" diye sordu.
"Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ile Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’i değiştirsin. Tansiyon hemen düşer."
AKP’li politikacı "Bu imkánsız" demedi, ama bu ifadeyi yüz mimikleriyle belli etti.
Neyse...
Başbakan Erdoğan’a geçmiş olsun diyorum, esenlikler diliyorum.
İstirahat ederken bol düşünmeye zamanı olduğu için Türkiye açısından çok önemli olayların yaşanacağı 2007 yılını kafasında ölçüp biçmesini ve doğru değerlendirmesini bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2006
POLİTİKA da, gazetecilik de zor iştir. <br><br>Çünkü her ikisi de sözcüklerle yapılır. Politika ölçerek biçerek konuşmaksa, gazetecilik de aynı şekilde yazıp çizmektir.
Ne kadar deneyimli olursanız olun, söylediğiniz veya yazdığınız bir tümce hatta bir sözcük nedeniyle büyük tepkiler alırsınız.
Milyonlarca insanın öfkesini çekersiniz.
1991 seçimlerinde Demirel Karadeniz’de bir meydan mitinginde konuşurken bir vatandaş "Başbakan Mesut Yılmaz" diye bağırmıştı.
Demirel kendisini tutamamış, vatandaşa "Hamsi kavağa çıkarsa Mesut Yılmaz da başbakan olur" demişti.
Bu söz bir anda tüm yurda yayılmış, kıyametler kopmuştu.
Özellikle de Karadenizli vatandaşlar hop oturup hop kalkmıştı.
"Vay sen hamsiye nasıl söz söylersin?" diye tepki göstermişlerdi.
Bir ANAP’lı milletvekili de "Hamsi kuyruğunu titretince değil kavağa minareye bile çıkar" diye yanıt vermişti Demirel’e.
Seçimden sonra Demirel bu olayı gazetecilere şöyle anlatmıştı:
"Ağzımdan kaçan bir söz Karadeniz’de benim 2-3 puanımı aldı götürdü."
* * *
Buradan Mehmet Ağar’ın geçtiğimiz hafta söylediklerinin neden olduğu polemiklere gelmek istiyorum.
Ağar’ın PKK ve askerlerle ilgili sözleri oraya buraya kolaylıkla çekilecek "ucu açık" söylemler.
Politikacılar net ifadeler kullanmadıkları zaman sözleri bambaşka yorumlanabiliyor.
Nitekim Ağar sözlerinin yanlış anlaşıldığını söylüyor.
DYP’liler de Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın yorumlarının kendilerinde burukluk yarattığını belirtiyor.
Ancak gerek kamuoyu, gerekse Genelkurmay bu sözleri "PKK’ya af çıkarılmalı...", "Bizim iktidarımızda asker konuşamaz..." şeklinde anlıyor.
Ben Ağar’ın söylemleriyle bunları kastettiğini sanmıyorum.
Ama daha önce belirttiğim gibi esnek sözler daima değişik algılamalara ve yorumlara açıktır.
Zaten bu nedenle Genelkurmay Başkanı DYP Genel Başkanı’na yanıt vermek zorunluluğunu duydu.
* * *
Büyükanıt’ın Ağar’ı yanıtlamak için yaptığı açıklama yoğun bir demokrasi tartışmasına yol açtı.
Batı demokrasilerinde askeri otorite siyasi konularda görüş açıklamaz.
Bu açıdan Türk demokrasisi Avrupa’da sınırlı bir demokrasi olarak kabul ediliyor ve Türkiye’de askerin sık sık konuşmasının Avrupa normlarına göre kabul edilemez olduğu eleştirileri yapılıyor.
Aslında Ağar yaptığı konuşmasında kendi iktidarlarında askerin konuşmasına gerek kalmayacağını, bir rahatsızlık varsa hükümet olarak kendilerinin buna çözüm getireceğini söylüyor.
Bu yüzden de askerin konuşmasından AKP hükümetini sorumlu tutuyor.
Bu konuda Ağar haklı.
Ancak yine de politikacılar konuşurken içinde bulundukları koşulları, ülke dengelerini iyi hesaplamak zorundadırlar.
Bir de şu gerçek var: Sivil otorite ülkeyi iyi yönetirse askerin konuşması için bir neden kalmaz.
Türkiye bir an önce, siyasi otoritenin askeri otoritenin önüne geçmesini becerebilecek bir iktidara kavuşmalıdır.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2006
BAY Chirac için çok ağır şeyler yazmak geliyor içimden... Bu satırları yazarken kendimi frenlemek için büyük gayret içindeyim. Şunu hemen belirteyim ki Bay Chirac’a on paralık güven duymuyorum.
Ekselansları Başbakan Erdoğan’ı arayıp çok üzgün olduğunu söylemiş.
"Duygularınızı ve tepkilerinizi gayet iyi anlıyorum ve paylaşıyorum" demiş.
Konunun yaklaşan genel seçimlerle ilgili bir gelişme olduğunu belirtmiş.
Sonunda da meclisten geçen yasa önerisinin yasalaşmaması için elinden geleni yapacağına dair söz vermiş.
Aman efendim lütfetmiş. Şimdiye kadar kendileri Fransa Cumhurbaşkanı olarak neredelermiş?
Bay Chirac acaba Türk milletiyle dalga mı geçiyor?
Daha geçen hafta Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yaptıkları şovu ne çabuk unuttular.
Şu sözler ekselanslarına ait değil mi yoksa:
"Her ülke kendi gelişmişlik seviyesine paralel olarak geçmişte yaşanan trajedi ve hatalarıyla yüzleşmelidir. Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek için Ermeni soykırımını tanımalıdır."
Bu nasıl devlet adamlığı?
Dün söylediğiyle bugün söylediği çelişen bir cumhurbaşkanına Türk milleti nasıl güvensin?
Ekselanslarının yarın yine Türkiye karşıtı söylemlerde bulunmayacağını kim garanti edebilir?
Bay Chirac şunu iyi bilsin ki Türk toplumu artık kendilerini ciddiye almayacak kadar iyi tanıyor.
* * *
Bilmem Başbakan Erdoğan ve bakanlar Bay Chirac konusunda ne düşünüyorlar?
İnanıyorum ki onlar da Bay Chirac’a güvenmiyorlar.
Şimdi Türkiye olarak soğukkanlılıkla hareket etmeliyiz.
Bu saçma, bu mantık dışı, demokratik değerlere taban tabana zıt yasanın Fransa’nın dünyadaki saygınlığını ciddi şekilde zedelediğini görmeliyiz ve bunu iyi değerlendirmeliyiz.
Fransa’nın bu düşmanca tutumuna karşı vakur bir tepki göstermeliyiz.
Abuk sabuk gösterilerle, Fransa temsilciliklerinin kapılarını, pencerelerini yumurta yağmuruna tutarak, bayrak yakarak, kırıp dökerek haklılığımızı gölgelemeyelim.
Şunu da unutmayalım ki, ticari konularda ölçüsüz yaptırımlara kalkmak da sadece bize zarar verir.
Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Güvenip Türkiye’ye yatırım yapan Fransız firmalarına zarar vermek bumerang gibi dönüp bizi vurur.
Bizim Fransa ile mücadelemiz siyasi ve hukuki yollardan olmalıdır.
Türkiye bunu yapabilecek donanıma, deneyime ve diplomasi kültürüne sahiptir.
NOT YORUM
Özür, kırılan kalpleri onarabilir mi?
BAŞBAKAN Erdoğan "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" sözü için özür dilemiş.
Kırıp döktükten, bunca gün sustuktan sonra...
Şehit anaları, şehit babaları ve de halkımız bu özrü kabul edecek mi?
Bu özür onların kırılan kalplerinin acısını dindirmeye yetecek mi?
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
ÖNCE söze Fransa’dan başlayalım...<br><br>1915 yılında Ermenileri yaşadıkları ülkeye karşı kışkırtan önemli aktörlerden biridir Fransa... Sonra da kendi çıkarları uğruna kışkırtıp, savaş koşulları yüzünden sadece kadın, çocuk ve yaşlıların kaldığı köylerdeki Türkleri katleden Ermenilere ihanet etmiştir.
Şimdi bunun vicdan borcunu ödemeye çalışıyor.
İşin ilginç yanı, bu kez yazgının tersine dönmüş olmasıdır.
Bu kez de Fransa’daki Ermeniler Fransa’yı kışkırtmakta, Türkiye’ye karşı düşmanlık yaptırmaktadır.
Fransa bir gün bunun da faturasını ödemek zorunda kalacaktır.
Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Fransa’nın yaptığı düşmanlık bizi ne kadar öfkelendirirse öfkelendirsin, olayı sağduyuyla değerlendirmek zorundayız.
Bütün dünyaya bu utanç yasasının 577 sandalyeli Fransız meclisinde sadece 106 oyla kabul edildiğini duyurmalıyız.
471 aklı başında, sorumluluk sahibi Fransız milletvekili bu yasaya oy vermemiştir.
Fransız halkı da bu tabloyu iyi değerlendirmelidir.
Fransa demokrasisinin ayıbı olarak tarihe geçecek olan bu yasa, topu topu 106 sorumsuz milletvekilinin eseridir.
Ve Fransa’yı hep utandıracaktır.
* * *
Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü kazanmasının aynı güne rastlaması ise kaderin bir cilvesi.
Bir Türk yazarının Nobel Ödülü’ne layık görülmesi, Cumhuriyet için büyük bir onurdur.
Orhan Pamuk, Cumhuriyet’in eseridir.
Ödülü tartışmasız bileğinin hakkıyla almıştır.
Kimse bu olağanüstü başarıyı "Şu oldu, bu oldu..." diye küçültmeye kalkışmamalıdır.
Orhan Pamuk, Türk yazarıdır.
Türk dilinin zenginliği sayesinde kazanmıştır bu en büyük edebiyat ödülünü.
Ben Orhan Pamuk’un Batı basınında çıkan bazı demeçlerinin bu ödülü almasında etkili olduğu şeklindeki görüşlere katılmıyorum.
O, Batı’da milyonlarca insanı etkileyen yapıtların sahibidir.
Doğu kültürü ile Batı kültürünü iç içe anlatabilmiş usta bir yazardır.
Bu yanı onu Nobel’e götürmüş ve zirveye çıkmasını sağlamıştır.
* * *
Biz toplum olarak dünya edebiyatına armağan ettiğimiz bu yetenekli ve çaplı yazara sahip çıkmalıyız.
Onu dışlamaktan, karalamaktan vazgeçmeliyiz.
Orhan Pamuk, yazarlık yaşamının en verimli çağında.
Daha çok yapıtlar verecek.
Birbirinden güzel kitaplar yazacak.
Onu bu verimli döneminde daha da üretken olması için sevgiyle yüreklendirmeliyiz.
Şimdi inanıyorum ki gerek Ermeniler, gerek Yunanlılar bir Orhan Pamuk’ları olmadığı için büyük bir kıskançlık içindedirler.
Orhan Pamuk’un ülkesini seven bir insan olduğunu biliyorum.
Onu rahat bırakalım, ona gölge etmeyelim.
O artık Türk kimliği taşıyan bir dünya yazarıdır.
Yazının Devamını Oku 13 Ekim 2006
İHSAN Doğramacı, Allah uzun ömürler versin 92’nci yaşının içinde...<br><br>Bilime ve Türk üniversitelerinin kalitesinin yükseltilmesine koca bir ömür vermiş. Hacettepe ve Bilkent gibi iki dev bilim kurumu yaratmış.
Başardığı olağanüstü işlere karşın belki de Türkiye’de hiç hak etmediği kadar ağır eleştirilere uğramış.
Hiç unutmam, bir toplantıda eski İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından YÖK uygulamaları nedeniyle eleştiri bombardımanına tutulmuştu.
Hiç kızmadan dinlemiş, sonra da "Bitti mi" deyip sakin sakin yanıtlar vermişti.
Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün Kemal Alemdaroğlu anlattı:
"Hoca’ya o kadar sert eleştiriler yöneltmiştim ki bana küsmüş olduğunu düşünüyordum. 1999 depreminde İstanbul Üniversitesi’nin başta merkez binası olmak üzere birçok birimi ağır hasar görmüştü.
Çaresizdik. Onarım için bir kampanya açtık.
Baktım ilk kişisel yardım Doğramacı’dan geldi. Epeyce de yüklü bir paraydı.
Çok şaşırdığımı anımsıyorum. Açtım teşekkür ettim."
* * *
Doğramacı ileri yaşının verdiği bazı fiziksel zorluklar nedeniyle pek evinden çıkmıyor.
Ama oturduğu yerden o kadar büyük projeleri yönetiyor ki hayran olmamak mümkün değil.
İnsanı heyecanlandıran projeyi şöyle anlatıyor:
"Biz Doğu’yu hep ihmal ettik. Memurlarımızı oralara ’Şark hizmeti’ diye yolladık. Bu yanlışımızı düzeltmemiz gerekiyor. Oraları cazibe merkezleri haline getirmeliyiz. Bunu mutlaka başarmalıyız."
Doğramacı’nın yıllardan beri düşündüğü bu projenin özü şu: Doğu illerimizde dünya çapında üniversiteler kurmak ve oraları kaliteli eğitim yapmak isteyenlerin tercih edeceği bilim kurumları haline getirmek.
Bunun için 4 il seçildi.
Erzurum, Malatya, Van ve Urfa. Bu iller ileriki yıllarda 6’ya çıkarılacak.
Doğramacı, "En önemlisi bu üniversitelerde görev alacak kaliteli bilim adamları... Bunları oralarda görevlendirebilmek için 6 yıldır parlak öğrencileri yurtiçinde ve dışında yetiştiriyoruz" diyor.
* * *
Doğramacı’nın düşüncesi, bu üniversiteleri Harvard’ın, Sorbonne’un düzeyine çıkarmak.
Bunu hayal olarak görmemek gerekir. Doğramacı’nın yarattığı Bilkent Üniversitesi ortada.
Hedefler ne kadar büyük konursa başarı da o kadar büyük oluyor.
Bu dört ildeki üniversite, Bilkent’le işbirliği yapacak ama arada başka bir bağlantı olmayacak.
Bu üniversitelere en başarılı öğrenciler alınacak. Bunların tümü burslu okuyacak.
Hani İbrahim Tatlıses bir gün sahnede kendisine laf atanlara şöyle demişti:
"Urfa’da Okusfort vardı da okumadık mı?"
İşte şimdi bu gerçekleşiyor.
Doğramacı Urfa’da, Erzurum’da, Malatya’da ve Van’da Oxford, Sorbonne, Harvard kuruyor.
Yazının Devamını Oku